Araştırmak, Sormak, Hücum, İhmâl ve Mukabili Zannedilen Yerler
Sana bir yiyecek veya bir hediye takdim edenin veya kendisinden birşey satın almak istediğin veyahut da hibesini kabullendiğin herkesin halini tedkik ve teftiş etmeye ve onlara 'Bana verdiğin bu malın helâl olduğuna dair, kanaatim tam değildir; bu bakımdan almam' demeye yetkin yoktur. Diğer taraftan tedkik ve tahkiki tamamen bırakmaya, kesinlikle haram olduğunu bilmediğin şeyi almaya da yetkili değilsin. Sorup tedkik etmek bazen farzdır; bazen haram veya mendup ve bazen de mekruhtur. O halde bunun açıklanması gerekir: Bu konuda sadra şifa verici söz şudur: Sorunun zannedildiği yerler, şüphe yerleridir; şüphenin menşe' ve kaynağı ise ya mal ile ya da mal sahibiyle ilgilidir.
I. Mal Sahibinin Durumu İnsanın bilgisine göre mal sahibinin üç durumu vardır: a) Meçhul olması. b) Meşkûk ve şüpheli olması. c) Delile istinad eden bir nevi zan ile mâlûm olması.
Birinci durum, meçhul olmasıdır. Meçhul, üzerinde paralı askerlerin giysisi gibi, fâsıklık ve zulmüne delâlet eden herhangi bir karîne ve delil bulunmadığı gibi, sâlih olduğuna delâlet eden herhangi bir delil de bulunmayan kimsedir. Salih olduğuna delâlet eden delil; tasavvuf ehlinin, ticaret erbabının, ilim sahibinin ve benzerlerinin giyim kuşamı gibi şeylerdir. Bu bakımdan yabancı bir köye girdiğinde orada ilk defa gördüğün ve durumu sence mâlûm olmayan ve aynı zamanda kendisinin salih veya fâsık olduğuna delâlet eden herhangi bir alâmet de bulunmayan kişi sence meçhuldür. Aynı şekilde garip bir memlekete veya bir pazara girdiğin zaman orada gördüğün, fırıncı, kasap veya başka bir sanatla iştigal eden ve fakat kendisinin şüpheli veya hain olduğuna delâlet eden herhangi bir alâmet-i fârika bulunmadığı gibi, öyle olmadığına dair de bir alâmet bulunmayan kişi de meçhuldür; hâli senin tarafından bilinmemektedir. Biz böyle bir kişinin şüpheli olduğunu söyleyemeyiz; çünkü şüphe, iki zıt ve karşılıklı sebepleri olan inanç ve itikaddan ibarettir. Oysa fakihlerin çoğu, bilinmeyen ile hakkında şüphe edilen arasında fark bulunduğunu idrâk edememektedirler. Sen ise bu söylediklerimizden anladın ki, bilinmeyenin terki takvaya daha yakındır. Yusuf b. Esbat şöyle der: 'Otuz seneden beri kalbimde azıcık bir şüphe uyandıran şeyleri hemen terkederim'. Ulemadan bir cemaat, âmellerin en zorunun hangisi olduğunu müzakere etmişler ve sonunda bunun takva olduğunu söylemişlerdir. Bunun üzerine Hasan b. Ebî Sinan onlara şöyle demiştir. 'Bence takvadan daha kolay birşey yoktur; çünkü ne za-man kalbimi kurcalayan birşey olsa onu terkederim'.
İşte bu, takvanın şartıdır. Biz ise, şimdilik yalnızca zâhirin hükmünden bahsederek şöyle deriz: Meçhul kimse sana herhangi bir yiyecek maddesi takdim eder veya bir hediye verirse veya onun dükkânından birşey satın almak istediğinde sorman ve tedkik etmen gerekmez. Aksine malın onun elinde bulunuşu ve onun da müslüman oluşu, o malı almanı mübah kılmaya yetecek iki delildir. Sen, İnsanlarda fısk, zulüm ve fâsıklık galiptir' demeye yetkili değilsin. Çünkü böyle demek, vesveseden ve o müslüman hakkında su-i zanndan ibarettir. Oysa zannların bir kısmı günahtır. Müslüman olduğu için onun hakkında su-i zannda bulunmaman gerekir. Eğer onun hakkında tayin ederek su-i zannda bulunur ve bunu da başkasından görmüş olduğun ahlâksızlığa dayandırırsan, o zaman ona karşı suç işlemiş olursun. Bir de onu herhangi bir şüphe bulunmaksızın tenkid ettiğin için günahkâr olursun. Eğer böyle yapmayıp da ondan o malı almış olsaydın, yalnızca o malın haram olup olmadığı şüpheli olurdu. (Böyle şüpheli bir malı almak, ortada hiçbir şey yokken muayyen bir şahıs hakkında su-i zannda bulunmaktan daha ehven olsa gerektir). Bunun böyle olduğuna ashab-ı kirâmın gazâ ve sefer esnasında haramın mevcut olduğu muhakkak olmasına rağmen köylere indiklerinde kendilerine yapılan ikramı reddetmemeleri, memleketlere girdiklerinde, oralardaki pazarlardan alış-veriş yapmaktan sakınmamaları delâlet eder.
Yine bu duruma rağmen onların ancak şüpheli olan şeylerin durumunu sordukları hakkında gelen nakiller de buna delâlet eder. Çünkü Hz. Peygamber, kendisine getirilen herşeyin durumunu sormazdı. Medine'ye ilk gelişinde kendisine getirilen şeylerin durumunu 'Bu zekât mıdır, yoksa hediye mi?' diye sorardı. Çünkü o zamanki durumun karînesi, getirilen şeyin zekât olma ihtimaline delâlet etmekteydi. Bu karîne de, muhacirlerin fakir oldukları halde Medine'ye akın etmeleridir. Bu bakımdan muhacirlere ikram edilen şeylerin zekât olma ihtimali büyüktü. Verenin müslüman olması ve malın onun elinde bulunması, o malın zekât olmayışına delâlet etmez. Hz. Peygamber çağrıldığı ziyafetlere icabet eder ve o ziyafetin sadaka olup olmadığını sormazdı; çünkü zekâtı ziyafet olarak vermek âdet değildir.
Ümmü Süleym67 Hz. Peygamber'i davet etmiştir; nitekim bu durum Enes b. Mâlik'in rivayet ettiği hadîste vardır. Yine bir terzi, Hz. Peygamber'e içinde kabak bulunan bir yemek takdim etmiştir.68
Bir keresinde de Fârisî asıllı bir kişi Hz. Peygamber'i dâvet etmişti. Hz. Peygamber ona şöyle demişti: - Âişe ile beraber mi geleyim? - Hayır! - O halde ben de gelmem! Sonra adam Hz. Peygamber'i tekrar dâvet etti. Hz. Peygamber ile Âişe validemiz, adamın evine giderken yolda yarış ettiler. Adam onlara eritilmiş iç yağı ikram etti Hz. Peygamber'in bu dâvetlerin hiç birinde 'Acaba bize takdim edilen yemek, zekât mıdır, hediye midir?' diye sual sorduğu nakledilmemektedir.
Hz. Ebubekir, kölesinin durumundan şüphelendiği zaman, kazancını sormuştur. Hz. Ömer de kendisine zekât develerinin sütünden içiren kişinin durumundan şüpheye düştüğü zaman, o sütün nereden getirildiğini sormuştur. Çünkü o sütün tadının daha önce içirilen sütlerin tadından değişik olduğunu farketmişti. İşte bunlar şüphenin sebepleridir. Meçhul bir kimsenin ziyafetine rastlayıp da tedkik etmeksizin ona icabet eden kimse âsî olmaz, Eğer o adamın evinde fazla süs ve çok mal gördüğünde 'Helâl azdır, bu ise çoktur. Bütün bunlar helâldan nasıl böyle derlenebilir?' diyemez. İhtimal ki bu şahıs malı miras yoluyla veya çalışıp kazanmak suretiyle edinmiştir.
Bu bakımdan böyle bir şahıs hakkında hüsnü zann etmek gerekir. Ben bu hükme ilâve yaparak derim ki, kişinin, o malın nereden geldiğini sorma yetkisi yoktur. Eğer takva sebebiyle midesine, nereden geldiği belli olmayan birşeyi sokmak istemiyorsa bu güzel bir harekettir. Ancak bunu, şüphelendiğini sezdirmeden, güzel bir yolla yapmaya çalışmalıdır. Eğer mutlaka yemesi gerekiyorsa 'Sen bu malı nereden aldın?' demeksizin yemelidir; zira sormak, mal sahibine eziyet verip onun nefretine sebep olur. Herhangi bir müslümana karşı böyle hareket etmek ise, şeksiz şüphesiz haramdır.
Eğer 'Belki adamcağız böyle bir sualden alınmaz' dersen, cevap olarak deriz ki: ('Belki alınmaz' ihtimali olduğu gibi) 'Belki alınır' ihtimali de mevcuttur. Sen belki'den sakınarak soruyorsun. Eğer belki ile ikna olursan (deriz ki) belki de malı helâldir. Sonuç olarak herhangi bir müslümana eziyet vermek, günah bakımından, şüpheli veya haram birşeyi yemekten daha az birşey değildir! İnsanların çoğu, karşısındaki adamın, sahip olduğu malları tedkik ve teftiş ettiğini sezer sezmez ürker ve böyle bir hareket nefretini mucib olur. Mal sahibinin durumunu onun haberi olduğu halde başkasından sormak caiz değildir. Çünkü mal sahibi, böyle bir durumda daha fazla incinir ve ürker. Eğer mal sahibinin durumunu onun haberi olmadığı halde, başkasından sorarsa, o vakit de mal sahibi hakkında su-i zannda bulunup onun perdesini yırtmış olur. Aynı zamanda böyle bir harekette mal sahibinin durumunu araştırmak sözkonusu olduğu gibi her ne kadar ortada açıkça bir gıybet yoksa da gıybeti benimsemek de sözkonusudur. Bütün bu durumlar, Allah Teâlâ'nın şu ayetinde yasak olarak ilân edilmiştir: Zannın çoğundan sakınınız; çünkü zannın bazısı günahtır. Sakın tecessüs etmeyin; (insanların ayıplarını araştırmayın, gizliliklerini açığa çıkarmayın) ve sakın bir kısmınız diğer kısmınızı gıybet etmesin. (Hucurât/12)
Nice cahil zâhid vardır ki, başkasının gizli taraflarını sözde dindarlığın icabı imiş gibi araştırmak suretiyle kalpleri kendisinden nefret ettirir. Muhâtabına kırıcı, katı bir şekilde konuşur. Şeytan onun bu hareketini kendisine, 'Helâl yiyorum' şeklinde şöhretinin yayılmasına taraftar olduğu için güzel göstermektedir! Eğer onu hareket ettiren şey hakîkaten dinin katıksız duygusu olsaydı, herhangi bir müslümanın kalbini kırmak kendisine, nereden geldiğini bilmediği birşeyi yemekten daha korkunç gelecekti...
Çünkü bilmediği birşeyi yemekten dolayı muâheze edilmez. Zira ortada sakınmasını gerektirecek herhangi bir belirti ve alâmet yoktur.
Takva yolu, yemeyi tecessüs etmeksizin terketmektir; yemenin gerekli olduğu zaman da, yemek ve sahibi hakkında hüsn-ü zannda bulunmaktır. İşte ashab-ı kirâmın bilinen durumu böyleydi. Takvada ashab-ı kirâmdan daha ileri gitmeye çalışanlar, sapıtan birer bid'atçıdırlar! Bunlar hiç de selefe tâbi olmuş kimseler değildirler. Yeryüzünde bulunan herşeyi Allah yolunda infak etse bile, hiç kimse ashab-ı kirâmın Allah için verdiği bir avuç veya yarım avuç sadakasının sevabını dahi elde edemez. Ashab-ı kirâmın durumu nasıl böyle olmasın? Çünkü Hz. Peygamber, Berîre'nin (veya Büreyre) yemeğinden yemiş; 'Bu yemek zekâttandır' denildiği zaman da şöyle buyurmuştur: O Büreyre için zekât, bizim içinse (Büreyre'nin malı olması dolayısıyla) hediye sayılır.69
Görülüyor ki, Hz. Peygamber 'O zekâtı Büreyre'ye kim verdi?' diye sormamıştır. Zekâtı veren kendisinin meçhulü olduğu halde Hz. Peygamber o maldan yemekten çekinmemiştir.
İkinci durum: Şüphe uyandıran bir sebepten dolayı meşkûk olmasıdır. Biz önce şüphenin suretini, sonrada hükmünü zikredelim. Şüphenin sureti, herhangi bir delilin adamın elindeki malın haram olduğuna delâlet etmesidir. Bu delil, adamın ya yaratılışından, ya elbisesinden, ya giyinişinden, ya fiilinden ya da sö zünden olabilir. Yaratılışından olan delil, zulmedenlerin ve göçebelerin tipinde olmasıdır; çünkü bunlar, zulüm ve yol kesmekle şöhret bulmuşlardır. Ayrıca bıyığının uzun veya saçlarının, ehl-i fesâdın yaptığı gibi sağa sola dağınık olmasıdır. Elbiselerle ilgili delile gelince; bu, aba ve kalansuve (fes) giymek, hükümdarların yardımcılarından olan zulüm ve fesad ehlinin kisvesine bürünmektir. Fiil ve kavl ile ilgili delile gelince; bu da kişinin helâl olmayan şeyleri mülk edinmesini müşahede etmektir. Adamın böyle hareket etmesi, onun malda müsahaleci olduğuna ve helâl olmayanı da edindiğine delâlet eder.
İşte bu saydıklarımız şüphe yerleridir. Bu bakımdan kişi böyle bir kimseden herhangi birşeyi satın almak istediği veya hediye aldığı veya o kimsenin ziyafetine gittiği zaman, adam tanıdık değil ve hali de kişinin nezdinde meçhulse ve saydığımız alâmetlerden herhangi biri de yoksa malın kendi elinde bulunması, onun mülkü olduğuna delâlet eder denilme ihtimali olabilir. Fakat bu delâletler zayıftır. Böyle bir malı satın almak, kabul etmek ve yemek caizdir; terketmek ise takvadandır. İhtimal ki, şöyle denilsin: 'Malın adamın elinde bulunmasının onun mülkü olmasına delâlet etmesi zayıftır. Diğer taraftan bu zayıf delile karşılık olarak bunun benzeri zayıf bir delil karşı çıkmış ve böylece şüphe uyandırmıştır. O halde, onu tedkik ve tahkik etmeksizin kabullenmek, caiz değildir'. Zaten biz de bunu tercih etmekteyiz ve bu şekilde fetva vermekteyiz; çünkü Hz. Peygamber 'Seni şüpheye düşüreni bırak; şüpheye düşürmeyene sarıl!' buyurmuştur. Bu hadîsin zâhiri, Hz. Peygamber'in şüpheli şeyleri bırakmayı emrettiğini ifade eder; her ne kadar bu emrin istihbabî bir emir olma ihtimali varsa da...
Çünkü Hz. Peygamber daha önce geçtiği gibi başka bir hadîsinde 'Günah, kalpleri şüphelendiren şeydir buyurmuştur. Böyle bir mal ise, kalpte, inkâr edilemeyecek derecede şüphe uyandırır. Üstelik de Hz. Peygamber malı getirene şöyle sormuştur: 'Getirdiğin zekât mıdır, yoksa hediye midir? Hz. Ebubekir Sıddîk da hizmetçisine 'Bu sütü nereden getirdin?' diye sormuştur. Aynı soruyu Hz. Ömer de daha önce geçtiği gibi sormuştur. Bütün bu sualler, şüphe yerinde tevcih edilen suallerdir. Bunu takva üzerine hamletmek mümkün ise de, bu ancak hükmî bir kıyas ile olabilir. Kıyas ise, böyle bir malın helâl olduğuna şahidlik edemez; çünkü malın adamın elinde bulunması ve adamın da müslüman olması, yalnızca o malın kendisine ait olduğuna delâlet eder. Böyle bir delile karşılık olarak, söylediğimiz deliller çıkıp şüphe uyandırdılar, Bu bakımdan deliller karşı karşıya gelip çarpıştığı zaman, malın ille de haram olmasına herhangi bir dayanak kalmaz.
Malın adamın elinde olmasının ve istishabın hükmü, herhangi bir alâmete dayanmayan bir şüphe ile terkedilemez. Şöyle ki, bozulmuş bir suyun bu bozukluğunun orada uzun zaman durmasından ileri gelme ihtimali vardır. Ancak o suyun içine bir geyiğin işediğini görürsek bu bozulmanın ondan ileri gelme ihtimali de ortaya çıkar. Böylece biz de istishabı (birşeyi eski durumunda bırakmayı) terkederiz. Bizim bu istishabı terkedişimizle elimizdeki misal birbirlerine çok yakındırlar. Ancak bu delâletler arasında tefavüt ve ayrılık vardır. Çünkü bıyıkların uzatılması, kebâ denilen elbisenin veya zâlimlerin yardımcılarının kıyafetinin giyilmesi de malı zulmen aldığına delâlet eder.
İlâhî nizama muhalif düşen fiil ve söze gelince; eğer bir mal ile zulmedilmekle ilgili iseler, bunlar da zâhir delil olurlar. Nitekim başkasının malını gasbetmeyi ve zulmetmeyi emrettiğini veya riba akdini yaptığını adamın kendisinden dinlediğimiz gibi. Adamın öfkeli olduğu bir anda başkasına küfrettiğinin veya yanından geçen bir kadına devamlı olarak baktığının görülmesinin onun elindeki malın haram olmasına delâlet etmesi pek zayıftır. Çünkü nice insan vardır ki, malı ararken kılı kırk yarar ve yalnızca helâl şeyleri kabul eder. Bununla beraber öfkelendiği zaman ve şehveti kabardığı an nefsine hâkim olamaz. Bu bakımdan bu farka dikkat etmek gerekir. Bu durum, kolayca zabt u rapt altına alınamaz. O halde kul, böyle durumlarda kalbinden fetva istemelidir. Ben de-rim ki, bu durum meçhul bir kimsede görüldüğünde hükmü ayrıdır. Eğer Kur'ân okumasında, namaz ve abdestinde muttakî bilinen bir kimsede görüldüğünde de ayrı bir hükmü vardır. Mala nisbetle iki delil çarpıştığı zaman, ikisi de düşer. Kişi, durumu meçhul bir kimse gibi olur; zira iki delilden ikisi de malla özel olarak ilgili değildir. Mal hususunda takvaya kaçan nice kimseler vardır ki, başka hususlarda hiç de dikkatli davranmazlar ve yine namaz, abdest ve Kur'an okumak hususunda iyi hareket eden nice kimseler vardır ki ele geçirdiklerini sormadan yutarlar. Bu bakımdan bu yerlerde hüküm, ancak kalbin doğruluğuna meylettiği şekildedir. Çünkü bu, kul ile Allah arasında bulunan bir emirdir. Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği gizli bir sebebe bağlı olması da uzak bir ihtimal değildir. Bu, kalbin elem duy-masının hükmüdür. Sonra başka bir inceliğe dikkat etmelidir.
Bu delillerin delâleti, ancak malın çoğunun haram olduğuna delâlet etmesi halinde nazar-ı itibara alınır. Meselâ, kişinin zâlimlere yardım eden askerlerden veya sultanın memurlarından olması veya matemlerde matem havasını idare etmek veya şarkı söylemek suretiyle para kazanan kadınlardan olmasıdır. Eğer delil, adamın malında haramın az olduğuna delâlet ederse, o vakit adamla herhangi bir iş yapan müslümana sormak, 'Bu mallar helâlinden midir, haramdan mıdır?' şeklinde izahat istemek farz olmaz. Ancak böyle bir durumda sormak takvadan sayılır.
Üçüncü durum: Bir nevi tecrübe ve temas neticesinde durumun mâlûm olmasıdır. Şöyle ki, malın helâl veya haram olmasının bilinmesini gerektirecek derecede bir temas ve deneme vardır. Meselâ zâhirde adamın âdil, dindar ve salih bir kimse olduğunu bilmek gibi... Bu adamın, iç âleminde görünüşünden apayrı bir durumda olması mümkündür. İşte böyle bir kişinin malını sormak gerekmez ve caiz de değildir; tıpkı durumu meçhul olan kimse bahsinde olduğu gibi... En uygunu; böyle bir durumda bu adamla her sahada çekinmeden alıp vermek ve muamelede bulunmaktır. Hatta böyle biri ile çekinmeden muamelede bulunmak, durumu meçhul bir kimsenin yemeğini çekinmeden yemekten daha doğru ve şüpheden de daha uzaktır. Çünkü meçhul bir kimsenin yemeğini çekinmeden yemek, haram değil ise bile takvadan uzaktır. Salih kimsenin yemeğini yemek ise, peygamberlerin ve velîlerin âdetidir.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Sadece muttakîlerin yemeğini ye ve senin yemeğinden de sadece muttaki kimseler yesin. Adamın zâlimlerin yardımcısı veya sesi, oyunu ve çalgısıyla kazanan biri veya faizci olduğu; heyetine, şekline, elbisesine bakmaya lüzum kalmaksızın, tecrübe ile bilindiği zaman şüphe yerinde olduğu gibi burada sormak da farz olup kaçınılmaz bir hale gelir. Hatta bu, şüphe yerinde sormaktan daha evlâdır.
II. Malın Durumu Bu kaynakta şüphe, mal sahibinin durumuna değil, malın durumuna dayanır. Şöyle ki, helâl ile haram birbirine karışmıştır. Mesela herhangi bir çarşı esnafının, çarşıya gelen birkaç yük gasp malından satın almaları gibi...
Bu durumda bu hâdisenin cereyan ettiği memlekette alıcıların, satın aldıkları malın durumunu sormaları farz değildir. Ancak satıcıların elindeki malın çoğunun haram olduğu anlaşılırsa sormak farz olur. Eğer malın en çoğu haram değilse, sormak farz olmaz; fakat takvadandır. Büyük çarşılar memleket hükmünde gibidir. Malın çoğu haram olmadığı takdirde sormanın ve tedkik etmenin farz olmadığının delili şudur: Ashab-ı kirâm, pazarlarda riba parası, ganimetten çalınmış ve benzerleri paralar ve mallar bulunduğu halde alış-veriş yaparlar ve hiçbir akidde sormazlardı. Satın aldığı malın durumunu sormak, pek nadir olarak ve sadece sahabenin bazılarında görülmüştür. Bu da muayyen şahıslar hakkında ve şüphe yerlerinde olurdu. Ashab-ı kirâm daha önceden müslümanlarla muharebe edip onların mallarını alan kâfirlerle savaşır ve bu savaştıkları kâfirlerin mallarını da ganimet olarak alırlardı. Böylece ganimet olarak aldıkları malların daha önce müslümanlardan alınan mallar olması ihtimali vardır. Böyle bir malın meccanen alınması bütün ulemanın ittifakıyla helâl değildir. Hatta İmam Şâfiî'ye göre, sahibine geri verilir. Ebu Hanife'ye göre sahibinin, fiyatını vererek onu geri alması daha evlâdır. Fakat buna rağmen ashab-ı kirâmın böyle bir mal hususunda tedkikte bulundukları nakledilmiş değildir.
Hz. Ömer, Azerbaycan'a (oradaki orduya) şöyle yazmıştır: 'Siz murdar olmuş hayvanların da kesildiği bir memlekette bulunuyorsunuz. Bu bakımdan kesilen malı murdarından ayırdetmeye dikkat edin!' Böylece Hz. Ömer, orada bulunan orduya bu hususta sormaya izin verip bunu emretmiştir. Fakat o malların karşılığı olan paraların nereden geldiğim sormayı emretmemiştir; çünkü o memlekette yaşayanların paralarının çoğu murdar hayvan derilerinin karşılığı değildir; her ne kadar orada murdar hayvan derileri satılmakta ve hatta satılan derilerin çoğu murdar hayvanların derileri ise de... İbn Mes'ud şöyle demiştir: 'Siz, kasaplarının çoğu ateşperest olan bir memlekette bulunuyorsunuz. Bu bakımdan ke-silenle kesilmeyen hayvanı ayırdedin!'
İbn Mes'ud, bu emriyle, sormayı çokluğa bağlamış olmaktadır. Bu bölümün iyice anlaşılması için, birçok misaller vermek ve âdetlerde vukû bulan birçok meseleleri ortaya koymak gerekir. Bu bakımdan bu meseleleri ortaya koymaya çalışacağız:
I. Mesele Muayyen bir şahıs vardır ki malına haram karışmıştır. Herhangi bir dükkânda, gasbedilen yiyecek maddelerinin veya yağma edilen malların satılması; kadının, reisin, valinin veya fakîhin maaşının zâlim bir sultandan gelmesi gibi. Bu adamın babasından kendisine miras olarak kalan veya çiftçilikten, ticaretten elde ettiği veyahut sahih muamelelerle alış-veriş yaparak kazandığı bir miktar malı da vardır. Bu durumlarda, eğer kişinin malının çoğu haram ise, onun ziyafetinden yemek caiz olmadığı gibi hediyesini ve sadakasını da ancak tedkik ve teftişten sonra ka-bul edebilir. Eğer alınan malın, helâl bir yönden elde edilmiş olduğu anlaşılırsa alınır; aksi takdirde terkedilir. Eğer haram daha az ve malın haram olup olmadığında da şüphe varsa; böyle bir durumda biraz düşünmek gerekir; çünkü bu, iki rütbe arasında bir rütbedir. Biz daha önceden 'Eğer kesilmiş bir hayvan meselâ on tane murdar hayvana karışsa hepsinin etini yemekten sakınmak farzdır' demiştik. İşte bu mesele, bir taraftan tıpkı ona benzer. Şöyle ki; tek kişinin malı mahsur ve sayılıdır. Hele malı sultanlarınki gibi çok değilse, sayılı oluşu daha da bariz bir şekil alır. Bu mesele, aynı zamanda o meseleye bir yönden de ters düşmektedir. Zira ölü hayvanın şu andaki varlığı yakînen bilinmektedir. Helâl mala karışan haramınsa halihâzır da adamın elinden çıkmış olma ihtimali vardır. Eğer mal az ve haram kısmın el'an adamın elinde bulunduğu da kesinlikle bilinirse, bu mesele ile murdar olmuş hayvanlara karışan kesilmiş hayvanın meselesi bir olur. Eğer mal çok ve haram kısmın da el'an olmaması ihtimali varsa, bu durumda mesele murdar hayvanlara karışan kesilmiş hayvan meselesinden daha hafif olur. Fakat çarşılar ve memleketlerde benzeyiş vardır. Ancak murdar hayvanlar meselesi bu meseleden daha (ceza bakımından) şiddetlidir; çünkü orada muayyen bir şahsın malı olma meselesi vardır. Asla şüphe edilmeyecek bir nokta vardır ki burada sakınmamak takvadan cidden pek uzaktır. Fâsıklık olduğunu düşünmekse adâlete ters düşer.
Bu durum, mânâ bakımından çözülmez ve girift bir durumdur; çünkü iki tarafta benzeyişler olması ve birinin diğerini çekip cezbetmesi ihtimali çok büyüktür. Nakil hususunda da çözülmezdir; çünkü sahabe-i güzînin ve tâbiîni kirâmın bu hususta rivayet edilen imtinâ ve çekinmeleri kesin olarak haram olduğuna hamedilemez. Takva üzerine hamledilmesi de imkân dâhilindedir ve burada haramı ifade eden bir nassa (kesin emre) da tesadüf edilmemektedir. Ashab-ı kirâmın, böyle bir maldan yediklerine dair meselâ Ebu Hüreyre'nin, Muaviye'nin malını yemesi gibi rivayetlere gelince, eğer yemek sahibinin elinde bulunan mal içerisinde haram olduğu bilindiği halde ashab-ı kirâmın o maldan yemesi, ihtimal ki, tam tedkik yaptıktan ve yediği malın helâl bir kaynaktan geldiğine dair kanaat hasıl ettikten sonra olmuştur.
Fiillerin bu hususa delâlet etmeleri pek zayıftır. Müteahhirîn-i ulemanın mezhepleri ise değişiktir. Hatta bazıları 'Eğer sultan bana birşey verirse onu çekinmeden alırım' demek suretiyle elindeki malın çoğu haram olan bir kimseden alınan malın, aynısı bi-linmediği ve helâl olma ihtimali olduğu takdirde mübah olduğunu savunmuşlar ve delil olarak da selef-i sâlihînden bazılarının {sultanların malları bahsinde geleceği gibi) sultanlardan caizeler ve hediyeler almalarını göstermişlerdir.
Eğer haram kısım, malın en azıysa ve el'an mal sahibinin elinde bulunmama ihtimali de varsa, böyle bir maldan yemek haram değildir. Eğer yüzde yüz haram olan şeyin el'an mal içerisinde bulunduğu tahakkuk ederse tıpkı murdar hayvanların leşlerine karışan kesilmiş hayvanın meselesinde olduğu gibi bu mesele, hakkında ne diyeceğini bilemediğim ve müftüyü şaşırtacak şüpheli meselelerdendir. Çünkü bu mesele, sayısı belli olanla belli olmayanın benzeyişi ve müşabeheti arasında dönen bir meseledir.
Kendisine süt emziren kadının, on kadınlı bir köyün kadınlarıyla karışması halinde kişinin bunlardan hiçbirini nikâh-lamaya yanaşmaması ve bundan kaçınması farzdır. Eğer onbinlerce kadının bulunduğu bir memleketin kadınlarıyla karışmışsa, çekinmeden evlenebilir. On ile onbin arasında bir sürü sayı vardır.
Eğer ben, bunlar hakkında sorguya çekilirsem; bu, hakkında ne söyleyeceğimi bilemediğim bir mevzû olacaktır. Ulema bundan çok daha açık meselelerde dahi durmuşlar, olur veya olmaz dememişlerdir. Ahmed b. Hanbel'e 'Bir adam bir av hayvanına ok atar ve isabet alan hayvan da gidip başkasının arazisinde düşerse, acaba bu yaralı hayvan ok sahibinin midir yoksa arazi sahibinin midir?' diye sorulduğunda 'Bilemem' demiştir. Aynı mesele hakkında birkaç defa müracaat edildiği halde İmam Ahmed 'Bilemem'den başka bir cevap vermemiştir. Biz bunların çoğunu ilim bahsinde seleften nakletmiştik. Bu bakımdan müftü, bütün bu suretlerde hükmü idrâk edeceğinden ümidini kesmelidir.
İbn Mübârek'e, Basralı bir arkadaşı şöyle sorar: - Sultanlarla alışveriş edenlerle alışveriş edebilir miyim? - Eğer sultanlardan başkasıyla alışveriş etmiyorlarsa, onlarla alışveriş yapma! Yok eğer hem sultanlarla ve hem de başkalarıyla alışveriş ediyorlarsa onlarla alışveriş yapabilirsin.
Bu fetva, elinde bulunan malın azı haram veya şüpheli olan kimselerle muamelede bulunmanın müsamahalı olduğuna delâlet eder. Yine malın çoğunun haram olması halinde de müsamaha etme ihtimali vardır. Kısacası, ashab-ı kirâm kasaplarla, fırıncı ve tüccarlarla fâsid akid yaptıkları veya sultan ile bir defa muamelede bulundukları için muamelelerini tamamıyla terketmemişlerdir. Bunu takdir etmek ise gayet zordur. Mesele esasında oldukça problemlidir.
Soru: Hz. Ali sultandan mal almaya ruhsat vererek 'Sultanın sana verdiğini al; o sana helâlinden verir; çünkü onun malında, helâlinden alınan, haramdan alınandan daha fazladır' bu-yurmuştur. İbn Mes'ud'a 'Benim bir komşum var. Kendisini kötü olarak tanırım. Bazen bizi dâvet ediyor. (Biz de komşuluk sebebiyle icabet ediyoruz). Bazen de muhtaç olup kendisinden borç para alıyoruz. Ne dersiniz?' diye sorulduğunda, şöyle buyurmuştur: 'Seni çağırdığı zaman dâvetine icabet et. Muhtaç olduğun zaman kendisinden borç para alabilirsin; çünkü bunda senin için kolaylık, onun içinse günah vardır'. Selman-ı Fârisî de buna benzer bir fetva vermiştir, Hz. Ali, sultanın malının çoğu helâl olduğu için alınmasına ruhsat vermiştir. İbn Mes'ud da işaret yoluyla 'O bildiği için mesul ve günahkâr olur; sen de bilmediğin için âfiyetle yiyebilirsin' demek suretiyle illete temas etmiştir. Rivayet edildiğine göre adamın biri İbn Mes'ud'a gelerek 'Faiz yiyen bir komşumuz bizi yemeğe davet ediyor. Onun davetine icabet edelim mi?' diye sorar. İbn Mes'ud da 'Evet!' cevabını verir. İmam Şâfiî ve İmam Mâlik de mallarına haram karıştığını bilmekle beraber halifelerin ve sultanların hediyelerini kabul etmişlerdir.
Cevap: Hz. Ali'den nakledilen yukarıdaki rivayet, onun tam bu söylenenin aksiyle şöhret bulmuş olan takvasına zıt düşmektedir. Çünkü Hz. Ali, devlet hazinesinden mal almaktan imtina ettiği için kılıcını satmaya mecbur kalmış bir zattır. Onun gusül zamanında giyebileceği bir iç gömleğinden başka bir elbisesi yoktu. Ben bunu söylemekle, Hz. Ali'nin yukarıdaki ruhsatının, böyle bir malın alınmasının caiz oluşuna açık bir ruhsat olduğunu, fiilininse takvaya hamledilmesinin muhtemel olduğunu inkâr etmiyorum. Fakat eğer Hz. Ali'nin böyle dediği doğru ise, sultanın malının başka bir hükmü vardır; çünkü sultanın malı çokluk hükmüyle nerde ise hasr altına alınmaz bir mala (hüküm bakımından) yaklaşmaktadır. Bunun tafsilâtı ileride gelecektir. Aynı şekilde İmam Şâfiî ve İmam Mâlik'in yaptıkları da, sultan malıyla ilgilidir. Bunların hükmü de ileride gelecektir. Biz ise burada fertlerin haklarından bahsediyoruz. Fertlerin malları ise, hasra (adedinin belli olmasına) yakındır.
İbn Mes'ud'un sözüne gelince, onun bu sözünü sadece Cevvab et-Teymî nakletmiştir ki bu zatın hıfzı zayıftır. Kendisinden nakledilen meşhur rivayete göre, İbn Mes'ud şüphelilerden kaçınırdı. Şöyle ki; o "Sakın hiçbiriniz 'Ben Allah'tan korkuyorum, bunun yanısıra O'nun rahmetinden de ümidimi kesmiyorum' demekle iktifa etmesin; çünkü helâl de haram da apaçıktır. Bu ikisi arasında şüpheli birtakım işler vardır. Bu bakımdan seni şüpheye düşüreni bırak, düşürmeyeni yap!" derdi. Yine İbn Mes'ud şöyle buyurmuştur: 'Kalbinizi rahatsız eden şeylerden kaçının; çünkü onlarda günah vardır'.
Soru: Siz neden 'Malın çoğu haram olduğu zaman o maldan almak caiz değildir' dediniz? Oysa o maldan alınan şeyin haram olduğuna özel olarak delâlet eden bir alâmet de yoktur. Elde bulunmak ise sahibinin mülkiyetine delâlet eder. Bunun için de, bu maldan çalan kimsenin eli kesilir. Malın çoğunun haram olması, böyle bir zannı, ayn hakkında değil, aksine o zamandaki malların umumu hakkında gerektirir.
Bu bakımdan buradaki hüküm, çarşıların çamuru hakkındaki ve çoğu haram olduğu halde sayısı belli olmayan bir mal ile karışma hakkındaki zann-ı galib gibi olsun. Bu hükmün doğruluğuna 'Seni şüpheye düşüreni bırak, düşürmeyeni yap' hadîsinin umumî oluşunu delil göstermek doğru değildir; çünkü ulemânın ittifakıyla bu hadîs-i şerîf, umumî değil, bilakis bazı yerlere mahsustur. Şöyle ki, mülkün kendisinde şüphelenmeyi gerektiren bir alâmet vardır; yani az olan bir mal, sayısı belli olamayan bir mala karışmıştır. Böyle olması, şüpheyi icab ettirir. Buna rağmen siz haram olmadığını kesinlikle ifade ettiniz...
Cevap: Malın elde bulunması, istishab gibi zayıf bir delildir ve ancak kuvvetli bir delil ile muâraza etmediği takdirde tesirli olur. Bu bakımdan helâl ile haramın karıştığını ve karışan haramın el'an mevcut olduğunu kesinlikle bildiğimiz; malın o haramdan hali olmayıp çoğunun haram olduğunu kesinlikle anladığımız vakit ki bu da muayyen ve malının sayısı belli olan bir şahıs hakkında sabittir elin isteğinden yüz çevirmek, yani elde bulunması helâl olduğunu gösterir demeyip onunla muameleyi bırakmak vacib olur.
Eğer Hz. Peygamber'in 'Seni şüpheye düşüreni bırak, şüphesiz olanı yap' hadîs-i şerîfi buna da hamledilmezse, artık hamledilecek hiçbir yer kalmaz. Çünkü bu hadîsin, sayısı belli olmayan bir helâle karışan az haram üzerine hamledilmesi mümkün değildir. Zira bu şekildeki mal Hz. Peygamber zamanında da mevcuttu. Oysa o alış verişi ve ziyafetleri terketmemiştir. Hülâsa, hadîs hangi mevzua hamledilirse edilsin, her hâlukârda yukarıdaki sûret, hadîsin mânâsına dahildir. Hadîsteki yasağı tenzih üzerine hamletmek ise muteber bir kıyas olmadığı halde hadîsi zahirinden uzaklaştırmak demektir; çünkü böyle bir malın haram olması, alâmetlerin ve istishabm kıyasından uzak değildir. Zannın oluşmasında çokluğun tesiri olduğu gibi, malın miktarının belli olmasının da tesiri vardır. Burada ise bu iki tesir ve etki eden diğer sebepler biraraya gelmişlerdir. Hatta Ebu Hanife 'Temiz olan fazla olmadıkça, kaplar meselesinde sakın ictihad etme!' buyurmuştur. İşte görüldüğü gibi, Ebu Hanife, istishab ile ictihad'ın birleştirilmesini alâmet ve çokluktan gelen kuvvet ile şartlandırmıştır. 'Kişi istediği kabı ictihadsız olarak ve yalnızca istishaba dayanarak alabilir' diyen kimse, bu kaplardan içmeyi de caiz görür. Bu sözü söyleyenin aynı zamanda malın sadece elde bulunmak alâmetiyle caiz olmasını da kabul etmesi gerekir. Oysa bu kaide, su ile iltibas edilen bevl (sidik) meselesinde geçerli olmaz; çünkü orada istishab yoktur. Biz bu kaideyi, kesilmiş hayvanlarla karışıp onlara benzeyen murdar hayvan meselesinde de devamlı bir kıyas olarak ileri süremeyiz. Çünkü murdar olan hayvanda istishab yoktur. El ise, onun murdar olmamasına delâlet etmez. Fakat mübah yemekte el, onun mülk olduğuna delâlet eder. Bu bakımdan burada dört mütaallâk vardır: 1. İstishab 2. Karışılmışın az veya çok olması 3. Karışılmışın mahsur (adedi belli) veya geniş olması 4. İctihad yapılabilmesi için şeyin aynısında (kendisinde) özel bir alâmetin bulunması
Bu bakımdan bu dört şeyin toplamından gafil olan kimse çoğu zaman yanlışlık yapar! Birçok meseleleri, aralarında benzerlik olmadığı halde başka meselelere benzetir, O halde bizim söyledik-lerimizden şu hakîkat meydana çıkar:
Bir şahsın karışık malının ya en çoğu ya da en azı haram olacaktır. Bu iki ihtimalin her biri ya yakînen bilinecek veya bir alâmetten yahut da herhangi bir vehimden doğan bir zann ile bilinecektir. Bu bakımdan şu iki yerde sormak farzdır: Haramın a) kesinlikle, b) zann ile çok olduğu bilinirse, mesela malının tamamının ganimetten gelme ihtimali bulunan ve durumu meçhul olan bir Türk'ü gördüğü zaman...70 Eğer malının en azının haram olduğu yakînen bilinirse, burası tevakkuf yeri olur. Selef-i sâlihînin çoğunun sîreti ve hallerin zarureti ruhsata meyletmeyi işaret eder. Diğer üç kısma gelince; bunlarda sormak asla ve kat'a farz değildir.
II. Mesele Eline zâlim bir sultandan aldığı haram bir maaşın veya başka bir haram kaynaktan gelen bir malın geçtiğini bildiği ve o haram malın şu anda elinde bulunup bulunmadığını bilmediği bir kimsenin yemeğinden yiyebilir. Bu hususta tedkik ve teftişte bulunması gerekmez. Ancak böyle bir mal hususunda tedkik yapmak takvadandır. Eğer o haram maldan birşeyin kaldığını biliyor, fakat bunun, malın en azını mı yoksa en çoğunu mu teşkil ettiğini bilmiyorsa, haram kısmın, malın en azı olduğunu kabul ederek o yemekten yiyebilir. Daha önce de en azı haram olduğu takdirde durumun müşkil olduğunu beyan etmiştik. Bu ise ona yakın bir meseledir.
III. Mesele Vasiyetlerin, evkaf veya hayırların mütevellisi olan bir kimsenin elinde iki mal varsa, o da gereken sıfatlara sahip olmadığı için onların birisinde hak sahibi fakat diğerinde değilse, acaba böyle bir kimsenin vakıf sahibi tarafından kendisine teslim edilen malı alabilme yetkisi var mıdır? İşte bu hususta düşünmek gerekir. Eğer o sıfat (o maldan yemeyi gerektiren nitelik), onun (mütevellinin) bildiği açık bir sıfatsa ve kendisi de zâhirde âdil bir kimse ise, mütevelli o malı tedkik etmeksizin alabilir. Çünkü mütevelliye ancak müstahak olduğu maldan verilir, mütevelli de ancak o maldan sarfeder. Eğer o malın mütevelliye verilmesini gerektiren sıfat ve nitelik gizliyse; mütevelli de helâl ile haramı karıştıran ve yaptıklarına dikkat etmeyen bir kimse olarak biliniyorsa, o zaman tedkik etmek ve sormak gerekir. Çünkü burada mülkiyet ve istishab yoktur ki, ona itimad edilsin.
Bu tıpkı Hz. Peygamber'in sadaka ve hediyeyi sorup, bunlar hususunda tereddüt etmesine benzer. Çünkü el, hediyeyi sadakadan ayırmaz. İstishab da yoktur. Bu bakımdan burada ancak sormak ve tedkik etmek kurtarır. Madem ki biz, meçhul bir mal hakkında sormayı iskat edip, tedkik gerekmez dedik, o halde mal bir kişinin elinde bulunduğu ve o da müslüman olduğu zaman da sormayı iskat etmiş olduk. Hatta kişinin, müslüman olduğunu bilmediği ve ateşperest olma ihtimalinin de sözkonusu olduğu bir insanın kestiği hayvanın etinden, onun (kesenin) müslüman olduğunu bilmedikçe alması caiz değildir. Çünkü el (bir kişinin elinde bulunması), ölü hayvanın murdar olmadığına, kişinin sureti de, onun müslümanlığma delâlet etmez. Ancak o memleketin ahâlisinin çoğu müslüman ise, üzerinde küfür alâmeti bulunmayan bir kimsenin müslüman olduğunu zannetmek caizdir; her ne kadar yanılmak mümkün ise de...
Bu bakımdan el ve durumun şahidliğinin geçerli olduğu yerlerle geçerli olmadığı yerleri karıştırmamak gerekir.
IV. Mesele Kişi, içerisinde gasbedilen evlerin bulunduğunu bildiği bir şehirden ev satın alabilir. Çünkü gasbedilen evler, sayısı belli olmayan evlerle karışmıştır. Ancak burada sormak, ihtiyat ve takvaya daha uygundur. Eğer bir sokakta on ev varsa ve içlerinden birisi gasb veya vakfedilmişse onu ayırdetmeksizin o on evden birisini satın alması caiz değildir. Bu durumda tedkik etmek farz olur. Kişi, içerisinde muayyen mezheplerin sâliklerine vakfedilmiş han-lar ve imarethanelerin bulunduğu bir şehre girdiğinde eğer kendisi de o mezheplerden birisinin sâliki ise, istediği evde oturamaz. Ancak kendi mezhebinin sâliklerine vakfedilen bir evde oturabilir. Ama aynı memleketin vakfından sormaksızın yiyebilir; çünkü mezheplere göre vakfedilen evlerin karışması, adedi belli olan şeylerin karışmasıdır. Bu bakımdan mutlaka kendi mezhebine vakfedileni diğerlerinden ayırması gerekir. Mübhem olsa bile he-men rastgele yerde konaklayamaz; çünkü herhangi bir şehirde medrese, tekke ve imaretlerin adedi muhakkak bellidir ve olması da lâzımdır...
V. Mesele Tedkik ve teftişin takvadan olduğunu söylediğimiz durum-larda, yemek veya mal sahibinin öfkelenmeyeceğinden emin olmadığı takdirde sormamalıdır. Ancak malının en çoğunun haram olduğu sabit olursa, tedkiki ve sormayı farz görürüz. Böyle bir durumda mal sahibinin öfkelenip öfkelenmemesine aldırmaksızın sormalıdır. Hatta zâlimi bundan daha fazlasıyla tâciz etmek gerekir. Zaten bu gibi kimseler çoğu zaman sormaktan da öfkelenmezler. Malı, adamın vekilinin, hizmetçisinin, talebesinin veya gözetimi altında bulunan aile efradının bir ferdinden alıyorsa, şüpheye düştüğü takdirde onun durumunu sorabilir. Çünkü bunlar, onun sualinden öfkelenmezler. Bir de, onlara helâlin yolunu göstermek için sorması gerekir.
Bunun içindir ki Hz. Ebubekir Sıddîk hizmetçisine, Hz. Ömer de kendisine zekât develerinin sütünden içiren kimseye bunun kaynağını sormuştur.
Yine Hz. Ömer, Bahreyn'e vali olarak atadığı Ebu Hüreyre'ye 'Allah sana rahmet eylesin! Bu malın tamamı helâl midir?' buyurmuştur.
Hz. Ali de şöyle buyurmuştur: 'Allah nezdinde, devlet başkanının adâlet ve şefkatinden daha sevimli birşey olmadığı gibi, onun zulmünden ve katılığından da daha menfur birşey yoktur'.
VI. Mesele Hâris b. Esed el-Muhasibî şöyle buyurmuştur: Eğer kişinin bir dostu veya kardeşi olur ve kendisine sorduğunda öfkelenmeyeceğinden emin bulunursa takva için ona malının durumunu sormamalıdır. Çünkü bazen bilmediği yeni şeyler meydana çıkıp o adamın perdesinin yırtılmasına; perdenin yırtılması da birbirlerine buğzetmeye sebep olabilir.
Hâris el-Muhasibî'nin bu sözleri çok güzeldir; çünkü sormak farzdan değil, takvadan geliyorsa böyle durumlarda takva, adamın perdesini yırtmaktan sakınmaktır. Adamın kin ve nefretini kabartmamak, takvaya riayet etmemekten daha ehvendir. Hâris el-Muhasibî bu sözlerine şunları da eklemiştir:
Eğer dostunun veya kardeşinin malının bir kısmı hakkında şüpheye düşerse yine sormaması; bilakis 'O bana malın helâlinden yedirir ve beni korur' zannında bulunması gerekir. Eğer buna rağmen kalbi mutmain olmazsa, yemekten, ince ve zarif bir şekilde kaçınsın; yemekten imtina etsin, adamın perdesini, sormak suretiyle yırtmasın...
Muhasibi şöyle devam eder: 'Çünkü ben ulemadan bunun ak-sini yapan bir kimseyi görmedim'. Bu bakımdan şöhret bulmuş zühd ve takvasına rağmen Hâris el-Muhasibî'den böyle birşeyin sâdır olması delâlet eder ki, mala az haramın katılması halinde müsamaha göstermek caizdir; ancak bu hüküm tevehhüm ve zann anında böyledir. Tahakkuk anında (yani mal'a kesinlikle haram katıldığı bilindiğinde) ise mesele değişir. Çünkü şüphe mânâsına gelen rebeh kelimesi tevehhüme delâlet eder; yakîni icab ve ifade etmez. Bu bakımdan sorma anında bütün bu incelikler nazar-ı itibara alınsın.
VII. Mesele İtiraz: Malının bir kısmı haram olan kimseden sormanın ne faydası vardır? Oysa haram malı helâl sayan kimse çoğu zaman yalan söyler. Bu bakımdan onun emin olduğuna güvenilirse helâl hususundaki dindarlığına da güvenilsin?
Cevap: Malına haram katıldığı bilinen, ziyafetinde hazır bulunmanda veya hediyesini kabul etmende bir gayesi olan kimsenin sözüne itimad edilemez. Bu bakımdan ona sormakta da hiçbir fayda olmaz. O halde onun malının helâl olup olmaması hususu kendisinden değil, başkasından sorulmalıdır. Satıcı olduğu ve kâr için alış-verişinin teşvikini istediği zaman da durum böyledir. Onun 'Bu mal helâldir' demesine güvenilmez ve kendisine, 'Bu mal haram mıdır, değil midir?' diye sormanın da hiçbir faydası yoktur. Böyle bir malın durumu başkasından sorulur. Mal sahibi itham edilmiş bir kimse değilse, kendisinden malının durumu sorulabilir. Malın mütevellisine 'Bu malı hangi cihetten alıyorsun?' diye sorulduğu veya Hz. Peygamber'in kendisine mal getiren kişiye 'Bu mal hediye midir, yoksa sadaka mıdır?' diye sorduğu gibi....
Zira böyle bir sual, mal sahibini rahatsız etmediği gibi, soranı da itham etmez. Aynı şekilde adamı helâl kazancın yolunu bilmemekle itham ettiği ve doğru kazancın yolunu gösterdiği zaman da bu söylediklerinden ötürü itham edilemez.
Adamın kazanç yolunu bilmek için, onun kölesinden ve hizmetçisinden de sormalıdır; çünkü burada sormak fayda verir. Mal sahibi itham edilen bir kimse olduğu zaman onun durumunu başkasından sormalıdır. Sorularına âdil bir kimse cevap verirse, onun sözünü kabul etmelidir. Eğer fâsık bir kimse cevap verirse ve halinden de yalan söylemediği anlaşılırsa; yani yalan söylemek için hiçbir gaye ve garazı (sebebi) yoksa onun sözünü de kabul etmek caiz olur. Çünkü fâsıklık onunla Allah arasında bir durumdur. Ondan istenilen, nefsinin şâyân-ı itimad olmasıdır. Bazen fâsığın sözünden gelen güven, birtakım ahvalde âdilin sözünden temin edilemez. Her fâsık yalan söyler diye bir kaide olmadığı gibi, zahirde adil görünen herkes de doğru söyler diye bir kaide de yoktur. Şâhidliğin geçerli olmasının zâhirî adâlete bağlanması, ancak zaruretten ötürüdür; çünkü insanların iç âlemlerine muttalî olunamaz. Kaldı ki, Ebu Hanife fâsığın şâhidliğini kabul etmiştir. Nice şahıs vardır ki, kendisini tanır ve günah işlediğini bilirsin; fakat herhangi birşey hakkında sana haber verdiğinde ona güve-nirsin. Aynı şekilde güvenilir olarak bildiğin ve erginliğe yaklaşmış bir çocuğun haber vermesi de güvenmeyi gerektirir ve sözüne itimad edilir. Hali hiç bilinmeyen bir meçhul haber verdiği zaman, biz böyle bir kimsenin elinden yemenin caiz olduğunu daha önce zikretmiştik; çünkü malın elinde bulunması, zâhirde mülkün kendisine ait olduğuna delâlet eder.
Çoğu zaman, zâhirde müslüman olması kişinin doğruluğuna delâlet eder; fakat bu söz üzerinde biraz düşünmek gerekir. Ama böyle bir kimsenin sözü nefiste, az da olsa mutlaka bir tesir bırakır. Hatta bu tipten bir cemaatin bir araya gelmesi kuvvetli bir zannı ifade eder. Ancak cemaatten bir tek kişinin sözü gayet zayıf bir tesir bırakır. Bu bakımdan onun kalpteki tesirinin haddine bakılmalıdır; çünkü böyle durumlarda asıl fetvayı veren kalptir. Kalbin, ibarelere sığmayacak kadar gizli karinelere iltifatı vardır. O halde kalp hakkında engin düşünmelidir. Kalbe iltifat etmenin farz olmasına, Ukbe b. Hâris'ten gelen şu rivayet delâlet etmektedir: Bu zat Hz. Peygambere gelerek şöyle der: "Ben bir kadınla evlendim. Sonra siyah bir cariye gelip 'İkinizi bir arada emzirdim' dedi. Oysa o kadın (cariye) yalancının biridir". Bunun üzerine Hz. Peygamber 'O halde evlendiğin kadını bırak; ondan ayrıl!' der Ukbe bu sözü söyleyen kadının kıymetini gözden düşürmek üzere 'Ama o siyah bir kadın?' der. O zaman Hz. Peygamber şöyle buyurur: 'Nasıl olur? O ikinizi bir arada emzirdiğini iddia etmiyor mu? O halde artık eşinde senin için hayır yoktur. Onu bırak'. Başka bir ibare şöyledir: 'Nasıl olur? Oysa bu söz söylenilmiştir!'
Meçhul kimsenin yalanı bilinmedikçe ve sözünde herhangi bir gaye güttüğüne dair bir emare görülmedikçe onun sözü şüphesiz ki kalbe tesir eder. İşte bunun içindir ki bu durumda sakınmak daha ihtiyatlı olur. Eğer kalp onun sözüne tam olarak güvenirse, o zaman sakınmak farz olur.
VIII. Mesele Sormanın farz olduğu yerde iki âdilin ifadeleri çelişirse, ikisinin de şâhidlikleri itibardan düşer. İki fâsığın şâhidliği de böyledir. Kişinin kalbinde âdillerden veya fâsıklardan birinin kavlinin daha racih ve kuvvetli gelmesi; yani çoklukla veya mârifet ve denemeden gelen özellikle taraflardan birisinin tercihi caizdir. Bu mesele, tasviri çeşitli dallara ayrılan bir meseledir.
IX. Mesele Başkasına mahsus bir mal yağma edildiği zaman herhangi bir insanın elinde o mal çeşidinden görülüp satın alınmak istenildiğinde, onun gasbedilen maldan olmaması muhtemel ise (dikkat edilir) ve satan kişi de salih bir kimse olarak biliniyorsa, ondan satın almak caizdir. Ancak almamak takvadandır. Eğer sa-tan kişinin durumu meçhul ve ahvali alıcı tarafından bilinmiyorsa o zaman dikkat edilir; eğer o mal, yağma edilmiş mal çeşidinden olmasına rağmen aynı maldan piyasada çok bulunuyorsa, müşteri onu tereddüt etmeksizin alabilir. Eğer o mal o bölgede az bulunuyor ve piyasada çok bulunması da yağma edilen mallardan ileri geliyorsa o zaman ortaya adamın elinde bulunmasına karşılık olarak malın şeklinden ve nev'inden özel bir alâmet çıkmış olur; yani bu özel alâmet, elinde bulunmasıyla tezat teşkil eder. Bu bakımdan onu almaktan kaçınmak, mühimsenecek derecede takvadandır. Fakat alınmamasının farz olduğu hususunda duraklamak gerekir; çünkü özel alâmet, başka bir delil ile çarpışmaktadır. Ben bu hususta herhangi bir hüküm vermeye muktedir değilim. Bu meseleyi fetva isteyenin kalbine ve vicdanına havale etmekle yetiniyorum ki fetva isteyen, nefsinde hangi tarafın daha kuvvetli olduğunu düşünsün. Eğer en kuvvetlisi, bu satılan malın yağma edilmiş maldan olduğu şeklinde ise, onu terketmek gerekir; diğer şekilde onu satın almak, kendisi için helâl olur. Bu hâdiselerin çoğu hakkında hüküm vermek müşkildir. Bu bakımdan bu mesele birçok insan tarafından bilinmeyen şüpheli meselelerdendir. Bu meselelerden sakınan bir kimse, hem namusunu, hem de dinini korumuş olur! Bu meselelere uluorta dalan kimse ise, korunun etrafında gezip nefsini tehlikelere atmış olur!
X. Mesele Soru: Hz. Peygamber kendisine takdim edilen sütün durumunu sordu. Kendisine sütün bir koyundan alındığı söylendiğinde de koyunun nereden geldiğini sordu. Koyunun menşei de söylendikten sonra sormaktan vazgeçti. Bu duruma göre malın kaynağını sormak gerekmez mi? Eğer kaynağını sormak gerekirse, acaba bir göbek geçmişini mi yoksa iki veya üç göbek geçmişini mi sormak gerekir? Bu husustaki genel kaide nedir?
Cevap:Burada herhangi bir genel kaide, tahdid ve takdir yoktur. Suale sebep olan şüpheye bakılır; bu şüphe suali ya farz kılar veya takva yönünden gerektirir. Sualin sonucu ancak kendisini gerektiren şüphenin sona ermesine bağlıdır; yani şüphe nerede sona ererse, sual de orada kesilir. Bu da durumların değişmesiyle değişir. Eğer töhmet ve şüphe, mal sahibinin helâl kazanç yolunun bilinmemesinden neş'et ediyorsa, o vakit dikkat edilir. Mal sahibi 'Ben bu malı satın aldım' dediğinde bir sualle iktifa edilir. Eğer 'O benim koyunumdandır' derse o zaman koyunu hakkında şüphe vârid olur. 'Ben o koyunu satın aldım' dediğinde sual yine kesilir.
Eğer şüphe zulümden kaynaklanıyorsa ki bu da göçebe Arapların elinde bulunan mallarda vardır. Gaspedilen mal, onların ellerinde üremek suretiyle çoğalır, bu durumda kişinin 'O benim koyunumdandır' veya 'O koyunu benim koyunum doğurdu' demesiyle şüphe sona ermez. Ancak babasından kalan mirasa dayanır ve babasının hali de bizce mâlûm değilse, o zaman sorma sona erer. Eğer babasının malının tamamının haram olduğu bilinirse, o zaman