Dr. Yunus ÇOLAKOĞLU
yunus0325@hotmail.com
Son 50 yıldır Türkiye'de iktidara gelen hükumetlerin hemen hepsi Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve daha sonra da Avrupa Birliği olarak bilinen Birliğe katılım idealini, hükümet programlarının en baş sırasına yerleştirdiler . Aslında 200 yıllık beyhude bir çabanın devamı olarak, kendini Batı dünyası içinde konumlandırma çabası, Cumhuriyet sonrası seküler ulus devletin ana karakteri oldu. Batılılaşma çabası uğruna, kadim medeniyet değerlerimiz, ceberut devlet politikalarıyla onlarca yıl yok edilmeye çalışıldı. 1980 sonrası kurulan hükümetler ise, halka Avrupa Birliği üyeliği ile sanal bir dünya vaat ediyordu. Sosyal ve iktisadi problemlerin ancak ve ancak Avrupa Birliği'ne tam üyelikle çözülebileceği anlayışı hakim kılınıyordu. Bu konuda mütereddit toplum kesimlerini ikna edebilmek için toplumsal algı yöntemlerine ve çeşitli manipülasyonlara başvuruldu. Söz konusu yıllarda toplumumuzun zihninde oluşturulan bu algıya karşı, ciddi anlamda fikri mukavemet, milli görüş lideri merhum Necmettin Erbakan ve ekibi ile diğer bir takım İslami cemaatlerden gelmekte idi. Siyasal ve toplumsal düşüncelerini net olarak konsolide edemeyen bir takım muhafazakar kesimler açısından ise meseleye bakış, mevcut iktidarların oluşturduğu algıdan farklı değildi ve olayın siyasi ve sosyal boyutu ile fazla ilgilenilmiyordu. Toplumda ciddi bir karşılığı olmayan marjinal sol kesimler ise devrim hayallerinin çökmesi ile AB tarafından desteklenen bir taşerona dönüştüler.Temelde Marksist ve Leninist bir felsefeyle yola çıkan silahlı Kürtçü hareket ve onun siyasi temsilcileri ise, Avrupa Birliği ülkelerinden aldıkları muazzam destek ve diasporasının Avrupa'da konumlanmış olması ve aynı zamanda Avrupa'ya egemen olan laik, materyalist ve seküler değerlerin tesis ettiği hayat tarzını genel olarak benimsediklerinden sürece destek verdiler. Türk milliyetçilerinin içerisinde bulunduğu koalisyon hükümetleri de süreci genel anlamda desteklediler.
Dönemin şartları tahlil edildiğinde, toplumun büyük kesimleri sürece destek verirken Türkiye'nin içerisinde bulunduğu siyasi ve toplumsal şartları göz önünde bulundurdular. Cumhuriyetin kuruluşundan beri yaklaşık 70 yıldır Kemalist seküler bir doktrin ve onun çevresinde şekillenen yasal, askeri, bürokratik, akademik ve ekonomik bir kuşatılmışlık toplumu ve devleti dizayn ediyordu ve devlet hala bir ihtilal anayasası ile yönetiliyordu (Ve hala da öyledir). Her 10 yılda bir, toplum nisbeten nefes almaya başladığında bu oligarşik yapı tüm zinde güçleri (meslek odaları, yargı, basın-yayın v.s) yanına alarak, silahlı güçler üzerinden toplumu ve devleti tekrar Kemalist laik vesayetin insafına terk ediyordu.
KEMALİST KUŞATILMIŞLIK AB'NİN DEĞİL HALKIN DESTEĞİ İLE KIRILDI
Toplumun en büyük kesimini oluşturan ve aynı zamanda en fazla mağdur edilen muhafazakar ve İslami kesimleri açısından yaklaşık 70 yıldır elde edilen kazanımların hemen hemen büyük bir kısmı 28 Şubat laik postmodern darbesi ile gasp edildi. Daha önce yaşanılan darbelerde tüm muhalif kesimler az-çok sindirilirken, bu sefer hedef alınan İslami değerler ve İslami kesimler oldu. Darbeden 5 yıl sonra kurulan AK Parti, hemen hemen tüm muhafazakar ve İslami kesimlerin destek verdiği geniş bir siyasi oluşum olarak kuruldu. Büyük oranda Milli Görüş kadrolarından gelen AK Parti kurmayları, 28 Şubat militarist laikçi darbenin kuşattığı devleti ve toplumu, tekrar Avrupa birliği ideali etrafında dizayn ederek bu fasit döngüyü kırmaya çalıştılar. Bunu yaparken liberal kesimlerden de yer yer destek aldılar. Dönem içerisinde, yeni bir medeniyet kurma ve İslam birliği düşüncesi çerçevesinde siyasi ve politik düşünceleri şekillenen, ancak daha sonra Refah Partisi'nden ayrılarak AK Parti'yi kuran kurmayların, gömlek değiştirme iddiaları, hem muhalifler hem de muhafazakar İslami kesimler açısından hep ihtiyatla ve mütereddit bir tavırla karşılandı. Kurulduğu günden itibaren askeri ve bürokratik kuşatılmışlığı halk desteği ile büyük oranda gerileten ve toplumun yaşadığı mağduriyetleri gideren, hükümet olmaktan hükmetmeye başlayan Alevilerin, Romanların, azınlıkların sorunlarına eğilen siyasal iktidar, Kürt sorununda inkar ve asimilasyon politikalarını red edip ciddi atımlar attı. Halkın büyük kısmını temsil eden İslami kesimlerin yaşadığı hak ihlallerinin (tüm kamu kamu kurumlarında, orta öğretim ve üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılması, İmam Hatip Liselerinin sayılarının artırılması ve katsayı zulmünün giderilmesi, seçmeli Kur'an-ı Kerim ve Siyer derslerinin normal okullarda ve askeri okullarda dahi verilmesi, İlahiyat Fakültesi mezunlarının yaşadığı mağduriyetlerin giderilmesi, Ku'ran eğitiminin önündeki engellerin kaldırılması, Diyanet İşleri Bakanlığı'nın yaşadığı kurumsal ve zihinsel dönüşüm v.s) büyük oranda giderilmesi Avrupa Birliği'nin verdiği destekle değil, geniş toplum kesimlerinin her seçimde artan desteğiyle olmuştur. Avrupa Birliği'nden 28 Şubat sürecine karşı ciddi bir tepki verilmemiş, İslami kesimlerin yaşadığı zulümler görmezden gelinmiş, hiçbir şiddet olayına müdahil olmamış Refah Partisi'nin kapatılması, katsayı zulmü, üniversitelerde ve kamu kuruluşlarındaki tesettür yasağı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesin'den onay almıştır.17-25 Aralık sürecinde Birlik, tüm olan biteni yalnızca yolsuzluk iddiaları üzerinden okuyup tavır almış, yargıda, emniyette, bürokraside çöreklenen ve halkın meşru desteğinden yoksun olduğu halde yargı ve emniyet darbesi ile seçilmiş iktidarı uluslararası terorizm ile irtibatlandırmaya çalışan FETO'ya arka çıkmıştır. En son 15 Temmuz darbe girişimi açık veya örtülü olarak desteklenmiş, darbe öncesi ve sonrası ülkeden kaçan FETO militanları el üstünde taşınmıştır. Türkiye aleyhine verilen kararların hemen tümü laik, seküler ve etnik kimlikle ve referanslarla yapılan başvurularda verilmiştir. Ayrıca PKK, PYD, DHKP-C gibi terör yapılanmaları aktif olarak yıllardır desteklenmektedir.
AB, DİKTATÖRLERİ VE KATLİAMLARI DESTEKLEDİ
Avrupa Birliği, İslam dünyasındaki hak ihlalleri ve zulümler noktasında hak adalet ve hukuk karşısında bir tavır takınmıştır. İsrail'in uyguladığı devlet terörü ve soykırımlar ciddi bir tepki almamaktadır. İslam dünyasındaki laik diktatörler, Birliğin büyük ülkeleri tarafından yıllarca desteklenmiştir. Fransa 90'lı yıllarda Cezayir'de demokratik seçimlerde, yüzde 70 oy alan İslami Selamet Partisi'ne (FİS) karşı laik Burgiba diktatörlüğünü her açıdan desteklemiş, yaşanan iç savaşta 250 bin insan ölmüştür. Aynı yıllarda Ruanda iç savaşında 1 milyon insanın öldürülmesinde Fransa etkin rol oynamıştır. 90'lı yıllarda Avrupa başkentlerine birkaç saatlik mesafede, Bosna Hersek'te 250 bin Müslüman, Avrupa'nın ortasında katledilmiştir. Bu katliam yapılırken Avrupa Birliği ülkelerinde hiç bir tepki gösterilmemiştir. Srebrenitsa'da sözde Birleşmiş Milletler emrinde görev yapan Hollanda askerlerine silahlarını teslim eden Boşnak Müslümanlar, Sırp çetnikler tarafından katledilmiş. Bir kaç günde 8 bin Müslüman, Hollanda askerlerinin dolaylı desteği ile vahşice şehid edilmiştir. Yine adil ve özgür bir seçimle Mısır'da iktidara gelmiş İhvan yönetimine karşı, 5 bin insanı katlederek seçilmiş ilk cumhurbaşkanını hapseden laik, darbeci Sisi yönetimini kısa bir tereddütten sonra Avrupa Birliği'nce desteklemiştir. Son 6 yılda Suriye de Baas rejiminin konvansiyonel ve kimyasal silahlarla işlediği katliamlara ciddi bir tepki göstermeyen AB, Türkiye ile yapılan anlaşmaya uymamış 28 AB üyesi mültecilere yapacağı 3 milyar EURO'luk yardımı yapmamıştır. Türkiye yalnız başına toplamda bu rakamın 10 katı yardım yapmıştır. Türkiye 3 milyondan fazla Suriyeli ve Iraklı mülteciye ırk ve din ayrımı yapılmadan ev sahipliği yapmaktadır. Avrupa ülkeleri mülteci kabul ederken, emeğini sömürecekleri kalifiye ucuz iş gücü tercih etmektedirler. Danimarka gibi zengin AB ülkeleri, topraklarına ulaşabilen mültecilerin ziynet eşyalarına el uzatacak kadar alçaklaşmışlardır. Dünyanın en güvenli ülkelerinden olan Almanya'da 8 bin mülteci çocuk kayıp olup Alman hükümeti bu konuda hiç bir açıklama yapmamaktadır.
AB, IRKCILIK ve İSLAMOFOBİA
İslam coğrafyasında, son 15-20 yılda yaşananlar ve buna karşı takınılan tavır, batılı halkların ve devletlerin zihin dünyasını bir kez daha tanımamıza imkan vermekte ve bazılarımızın yaşadığı kafa karışıklığını giderir mahiyettedir. Bölgemizde, İslam dünyasında ve yeryüzünün mağdur coğrafyalarında, son 10-15 yılda Türkiye'nin gösterdiği ilkesel, insani ve de İslami tavır insaf sahibi bir çok kişi ve kesim tarafından takdirle karşılanmaktadır. Afrika'da yaşanan açlık ve insani dram, Türkiye'nin dünya 5'ten büyüktür itirazları, İslam dünyasında isminde İslam olan, ancak mezhepçi diktatörleri destekleyen devletler, kendi hanedanlığını korumaya çalışan kabile devletleri göz önüne alındığında, Türkiye'nin geliştirdiği bu siyasal tavır, İslam dünyasında heyecanla karşılanmıştır. Gizli ve açık İslamofobia faaliyetlerine karşı devletin en üst mercilerinden yapılan itirazlar ve tenkitler ele alındığında, bu anlamda İslam dünyasında yükselen en ciddi tepkilerdir. Ayrıca son 10 yılda resmi ve sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla, büyük çoğunluğu Afrika ve İslam dünyasına yapılan karşılıksız insani yardımlar, mağduriyetlerin giderilmesinde etkili olmuştur. Bu sosyal genlerinde islam düşmanlığı ve ırkcılığı barındıran Avrupa'nın asla kabul edemeyeceği dönüşümdür. Ümmetin son 3 asırdır içerisinde bulunduğu sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel kırılmalar düşünüldüğünde "Yeni Türkiye" söylemi ve iddiası İslam dünyası için bir ümit, batılı devletler için bir korku ve panik havası oluşturmuştur. Yeni Türkiye ve Yeni Medeniyet söylemi bir yönüyle tüm İslam dünyasını ve tüm Ortadoğu'yu ilgilendiren bir iddiadır, söylemdir. Bu iddianın güçlenebilmesi, krizlere kapalı bir hükümet sistemi, ayrıca siyasal, askeri ve ekonomik istikrarla sağlanabilir. Gezi süreci ile başlayan, hendek ve çukurlarla süren ve 15 Temmuz ihaneti ile devam eden silsile, temelde bu 3 istikrar unsurunu hedef alan ABD ve AB destekli taşeronlarla icra edilen eylemlerdir. 16 Nisan referandumunun Türkiye dışında bu kadar yakın takip edilmesi ve "Hayır" cephesine verilen destek, güçlü hükümetlerce yönetilecek ülkemizin yakalayacağı istikrar ile dış müdahalelere karşı daha fazla sağlam duracak olmasından dolayıdır.
BOZULAN TOPLUMSAL DOKUMUZ ve AVRUPA'NIN AKLAKİ KRİZİ
Tüm enerjisini Birliğe üye olmak için harcayan, bu uğurda toplumun tarihi, kültürel, ahlaki, dini değerleri ile asla uyuşmayan yasal düzenlemeler yapan, idam cezasını kaldıran, zinayı suç olmaktan çıkaran bir Türkiye gerçeği ile karşı karşıyayız. Zinayı suç olmaktan çıkaran muhafazakar bir iktidar, bu anlamda sertçe eleştirilmelidir. Her gün toplumda infial yaratan ve hemen hemen toplumun tümünün ittifak ettiği bir ceza ile, idam cezası ile cezalandırılması gereken suçlarda verilen birkaç yıllık hapis cezaları toplumu artık tatmin etmemekte ve toplumsal fıtrat tarafından reddedilmektedir. Evlilik, aile, mahremiyet, nikah gibi değerlerin aşındığı, her geçen gün uyuşturucu ve madde kullanımın arttığı, boşanmaların yükseldiği, müstehcenliğin gençleri ifsad ettiği bir toplum yapısı ile karşı karşıyayız. Yeni bir medeniyet tasavvuru iddiasındaki siyasal bir hareketin üzerinde en fazla odaklanması gereken alan gençlik ve ailedir. Son 10 yıldır Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olaya sadece kadın eksenli bakmakta ve bu mihvalde politikalar üretmektedir. Bu yaklaşım tarzı, fıtri ve yerli olmaktan uzak olup, sorunludur ve kuşatıcı değildir. Bir diğer sorun ise, nihai hedef haline getirilen Avrupa Birliği'nde, uyuşturucu ve alkol kullanımının gençliği esir aldığı gerçeğidir. Birlik üyesi ülkelerde alkol kullanımı resmi verilere göre %90, uyuşturucu kullanımı %60 oranındadır. Birliğin resmi istatistik birimlerine(Eurostat) göre boşanma oranları (Polonya-Macaristan'da %70, İspanya'da %65, Almanya-İngiltere-Fransada %50) ürkütücü boyutlardadır. Bazı birlik ülkelerinde evlilik dışı meydana gelen doğumlar %60'lara ulaşmıştır.(Estonya%60, Slovenya%56, İsveç-Fransa %55, Belçika-Danimarka-İngiltere%50, Almanya-İtalya-Romanya %35). Gelinen noktada birlik üyesi ülkelerde nikah ve aile kavramı bir anlam ifade etmemektedir. Üyeliğin, binde bir ihtimalle olsa bile, sadece ekonomik anlamda gerçekleşeceği sosyal ve kültürel olarak bir etkileşime girilmeyeceği şeklindeki yaklaşımlar meselenin tabiatına aykırı ve sığ değerlendirmelerdir. Ayrıca birliğin yaşadığı ekonomik sıkıntılar nedeniyle, gelecekte var olup olmayacağı üye ülkelerde bile ciddi olarak tartışılmaktadır. Bugün Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Portekiz ciddi ekonomik sıkıntılar yaşamaktadır. Nitekim İzlanda 7 yıllık müzakere sonucunda üyelik sürecini iptal etmiştir. İngiltere, Birliğin yıkılacağını ve bir gelecek vadetmediğini gördüğünden dolayı birlikten ayrılmıştır. Ayrılma isteği Almanya ve Fransa gibi ülkelerde de artık daha fazla dillendirilmektedir. Ayrıca 10 yıllarca süren müzakereler sonucunda birliğe üye olmuş 750 bin nüfuslu Kıbrıs Rum Kesimi ve 400 bin nüfuslu Malta ve Lüksemburg'la bazı konularda benzer statüde işlev gören Türkiye'nin yeni medeniyet inşası imkansızdır. Böyle bir Birlik içinde Batılı seküler değerleri içselleştiren, kapitalizmin hedef tüketici kitlesi haline gelen bir toplumun ve gençliğin, insanlığın yaşadığı açlık, sefalet, zulüm, müstehcenlik ve ahlak ifsadı, uyuşturucu kullanımı, işkence, gelir adaletsizliği, sömürü, işgal gibi insanlığı tehdit eden konularda ahlaki, insani ve İslami bir tavır alması ve yeni bir medeniyet iddiası beklenemez. Siyasal ve toplumsal olaylara duyarsız, 'benim hayatım benim kararım' diyen, anı yaşamayı gaye edinen, gün geçtikçe bireyselleşen gençlik kitlemiz az değildir. Tam üyelik müzakerelerinin başladığı 2005 yılından bu güne kadar 30 konu başlığında yapılan müzakerelerde sadece bir konuda çalışmalar tamamlanmıştır. Türkiye toplumunda Birliğe üye isteği %30'lar seviyesine düşmüştür. Halka rağmen bu süreci ısrarla yürütmenin bir anlamı yoktur. İdam cezasının ciddi olarak konuşulduğu ve AB değerlerinin, söz konusu olan Müslümanlar olduğunda, çöpe atıldığı bir gerçeklikte ve AB'nin İslam karşıtlığı, ırkçılık ve Türkiye düşmanlığını resmi politika yaptığı bir durumda hangi mantıkla bu hayal sürdürülür?
Artık liberal ve sömürgeci kapitalist dünyanın insanlığın yaşadığı sorunlara çözüm olmayacağı ve sorunların da asıl kaynağı olduğu, gün gibi aşikardır. Hiç bir medeniyet kendisine ait olmayan ödünç değerler üzerinden tesis edilemez. Yeni medeniyet tasavvuru ve inşası, Kopenhag siyasi kriterleri üzerinden değil, inanç, tarih ve kadim medeniyet değerlerimize kaynaklık eden tevhid, adalet, paylaşım, hakkaniyet, merhamet, mahremiyet, ahlak ve gelenek üzerinde kurulabilir. Bunların hiç biri AB'de yok.