Hatice Kübra Tongar: 'DUYAN' DEĞİL 'DUYUMSAYAN' EBEVEYNLİK

Pedagoji biliminin gelişim seyrine bakıldığında, toplumların çocuğa dair bakış açısındaki değişimlerin bire bir modellenerek yol alındığı görülür. Zamanın ve kültürel bakış açılarının çocuk algısını da şekillendirdiği ve çocuk eğitim biçimlerine yansıdığı fark edilir.

Nasıl ki toplumsal dönüşüm hisseden bir kalpten, düşünen bir akla doğru evirildiyse; çocuk eğitimi ve algısı da hissetmekten akletmeye doğru değişen bir süreçle çıkar karşımızau2026 Anne-baba tavırları, çocuğun ölen kuşu için taziyeye giden bir hissedişten; ölen kuşun yerine yenisini almayı teklif eden bir akledişe doğru değişir. Akılla çözüme ulaşacağını düşünmenin, kalbu00ee melekeleri körelttiği fark edilmeden her adımda akla danışma hatasında bulunulur.

Bu yüzdendir ki, kalbini değil aklını besler bugünün ebeveynleriu2026 Koca koca kitaplar okuyup, profesörlere danışarak kitabu00ee bir çocuk yetiştirme yarışına girerler. Çocuklarının her halini kitaplarda aramaya, eğer bulamazlarsa çocuklarını kitabına uydurmaya çalışırlar.

Öyle ki pek çok anne için çocuğunun uyku saatinden beslenmesine, oyun vakitlerinden derslerine kadar pek çok fıtru00ee süreç pedagoji kitaplarının sınırlarına göre belirlenmeye çalışılır. Çocuğun fıtrat programının emrettiği yönelimler eğer akla u2013bilime- uygun değilse, bilginin değil çocuğun değiştirilmesi gerektiği düşünülür. Zorla uyutulan, yedirilen, ihtiyacı olduğunda değil anne ihtiyaç duyduğunda oynanan oyunlarla akla uygun çocuklar yetiştirme yarışına düşülür.

Bu değişim anne-çocuk ilişkisini duyumsamaktan duymaya götüren süreci de beraberinde getirir. Kalbi devre dışı bırakan algı, aklın işi olan 'empati' kavramını bize öğütler.

Empati; kendini muhatabının yerine koymaya, onun gibi düşünmeye çalışma eylemidir. Her ne kadar olumlu bir kavram gibi gözükse de, empati, aklın işi olduğu için kalbe ulaşmada çoğu zaman eksik kalmaktadır.

Çocuğu bir problem yaşadığında onun gibi düşünmeye çalışan anne, çocuğunun yoksunluğunu gidermek için aklıyla çözümler üretmeye kalkar. Oyuncağı kırıldığı için ağlayan evladının duyduğu üzüntüye empatik yaklaşıp, ona yenisini almayı teklif eder. Ya da bir konuda üzülüp ağlayan çocuğunun gözyaşlarını aklıyla değerlendirip, gereksiz bir çocukluk olarak görür. Ve çocuğunu susturmaya çalışır.

Zira akıl hisseden değil, çözümler üretendir. Bir problem varsa, aklın görevi teşhis edip çözmekten ötesi değildir. Bu yüzden birçok ebeveyn 'anı kurtarmak için' pek çok hatalı yönteme başvurmayı mubah görmektedir.

Oysa insanın ihtiyacı anlaşılmak değil, hissedilmektir.

Çocuk ya da yetişkin fark etmeden her insan, hissettiği duygularla hallenen ve duyarlılığını çözüm önerileriyle değil; yanında duruşu, elinden tutuşu, hatta bazen yalnızca bir bakışıyla hissettiren kişilere ihtiyaç duyar.

Örneğin; bir yakınımızı kaybetsek ve üzülüyor olsak, eşimizden beklediğimiz 'üzülme, ölenle ölünmez, zaman her şeyin ilacıdır' gibi akla uygun telkinler değil; bilakis bizim hüznümüzle hüzünlenen gözlerini görmek, kalbimizdeki hüznü paylaşan yüreğinin sıcaklığında avunmak olacaktır.

Ya da ev işlerinden çok yorulduğundan dert yanan bir hanımın istediği şey, eşinin çözüm bulmasından ziyade, onun fark edilme, görülme hissini anlayıp onaylamasıdır.

Bu bağlamda bir çocuğun annesinden bekledikleri de, bir yetişkinin beklediklerinden farklı değildir aslında...

Her çocuk, oyuncağı kırıldığında kendisine yenisini alan bir anneden çok, üzüntüsünü paylaşan, oyuncağıyla kurduğu bağı kendi hissettiği gibi hissederek yol alan bir anne ister. Yine çocuksu yönelimiyle hissettiği merakları, heyecanları, mutluluk ya da üzüntüleri aklına değil kalbine soran bir ebeveynle olmaya ihtiyaç duyar. Heyecan içinde, kendi için çok önemli bir şeyi anlatmak üzere annesine koşan bir çocuk, bulaşık yıkamasına ara verip göz hizasına inebilen bir annenin duyumsayışına gereksinir.

Nitekim ancak böylesi bir duyumsayış 'merhametli ve vicdanlı' nesiller yetiştirmemize zemin hazırlayacaktır. Çocuğunun duygularını duyumsayan bir annenin evladı, yetişkinlik yıllarında hem kendini hem de diğer insanları duymaktan öte 'duyumsayabilen' bir bireye dönüşebilecektir. Böylelikle komşusu açken tok yatamayacak duyarlılıkta bir toplum inşa edilmiş olacaktır.

Ve sanıyorum ki, her birimizin içini dağlayan toplumsal yaraların yegane merhemi de vicdanlı nesiller yetiştirmekten ötesi değildir.