Hakîkî kemâlât ile vehmî kemâlât - Gazali - İhyau Ulumiddin

Anlaşıldı ki varlık hususunda müstakil olmayı kaybettikten sonra kemâl ancak ilim ve kudrette vardır. Büyük İslam Alimi Ebu Hamid Muhammed Gazali''nin İhyau Ulûmi''d-Dîn eserinden bölümler: Hakîkî Kemâlât ile Vehmî Kemâlât

Hakîkî Kemâlât ile Vehmî Kemâlât

Anlaşıldı ki varlık hususunda müstakil olmayı kaybettikten sonra kemâl ancak ilim ve kudrette vardır. Fakat buradaki hakîkî kemâl, vehmî ve hayalî kemal ile karıştırılmaktadır. İzahı şöyledir: İlim kemâlî, Allah'ındır. Bu da üç şekilde olur:

Birincisi

Malûmatların çokluk ve genişliğinden gelir; zira Allah Teâlâ bütün malûmatları ihâta edicidir. Bunun içindir ki kulun ilmi çoğaldıkça Allah'a (mertebece) daha fazla yakın olur.

İkincisi

Olduğu gibi ilmin malûmla ilgilenmesi cihetindendir: Malûmun tam bir keşifle, ilimle keşfolunması cihetiyledir; zira malûmatlar Allah Teâlâ'ya, mahiyetleri hasebiyle, en mükemmel keşif ile keşf olunmaktadır. Bu sırra binaen kulun ilmi, en vâzıh, en kesif, en doğru ve ilim sıfatının tafsilâtı hususunda malûma en uygun olduğu zaman kulun Allah'a (mânen) en yakın olduğu zamandır.

Üçüncüsü

İlmin bozulmaz ve değişmez olması bakımından ebediyyen kalacağı cihetinden ileri gelir. Çünkü Allah'ın ilmi bâkîdir. Değişmesi düşünülemez. Bu bakımdan ne zaman kulun ilmi de değişine kabul etmeyen malûmatlarla ilgilenirse, kul daha fazla Allah'a yakın olur. Malûmat iki kısımdır; bir kısmı mütegayyir (değişmeyi kabul eden) olanlar, bir kısmı da ezelî olanlar!

Birinci Kısım

Değişmeyi kabul edenlere gelince, bunların misâli Zeyd'in evde olduğunu bilmektir. Bu bilgi, malûmu olan bir ilimdir. Fakat Zeyd'in evden çıkacağı düşünülebilir ve evde olduğu inancı olduğu gibi kalabilir. Dolayısıyla cehalete dönüşebilir. Dolayısıyla kemâl değil de eksiklik olabilir. Ona uygun bir şekilde inandıkça, onun inancının tam tersine olabileceği düşünüldükçe, kemâlinin eksikliğe, ilminin cehalete dönüşme ihtimali vardır. Kâinatın bütün değişenleri bu misâle iltihak eder. Mesela bir dağın yüksekliğini, bir yerin ölçüsünü, bir memleketin nüfusunu, merkezlerin arasındaki mesafe ve fersahları bilmen, melekler ve memleketler hakkında zikredilen diğer malûmatların gibidir.

Lisanları bilmek de böyledir. Lisanlar zamanla milletlerin ve âdetlerin değişmesiyle değişen ıstılahlardır. İşte bunlar, malûmatları civa gibi olan ilimlerdir. Bir halden bir hale girerler. Onlarda ancak hâl-i hazırda kemâl vardır. Kalpte ise kâmil olarak devam etmez.

İkinci Kısım

İkinci kısım, ezelî olan malûmatlardır. O malûmatlar caiz olanların cevazı, vâcib olanların vücubu, muhal olanların muhalliğidir; zira bunlar ezelî ve ebedî malûmatlardır. Hiçbir zaman vâcib caize, caiz muhale, muhal vacibe dönüşmez. Bütün bu kısımlar Allah'ın marifetine dahildirler. Allah'a vacib, Allah'ın sıfatlarında muhal, fiilerinde caiz olan kısımların mârifetine dahildirler. Bu bakımdan Allah, sıfatları, fiilleri, yer ve gök melekûtundaki hikmeti, dünya ve ahiretin tertibi ve bununla ilgili ilim, hakîkî kemâldir. Bu kemâl sıfatına sahip olan bir kimse Allah'a yaklaşır, ölümden sonra da nefsin kemâli olarak devam eder. Bu mârifet ölümden sonra âriflerin nûru olur. Onların önünde ve sağlarında yürür. Onlar derler ki: 'Ey rabbimiz! Bizim nûrumuzu tamamla!'

Yani bu mârifet sermaye olur. Dünyada keşfolunmayan şeylerin keşfine ulaştırır. Nasıl ki beraberinde gizli bir çıra olan bir kimse için o çıranın ondan alman başka bir çıra vasıtasıyla ışığının artmasına sebep olması mümkün oluyorsa ve dolayısıyla tamamlamak yoluyla o gizli ışık kemâle eriyorsa tıpkı onun gibi...

Beraberinde çıranın aslı olmayan bir kimse ise böyle bir raddeye varmasını umma imkânına dahi sahip değildir. Bu bakımdan beraberinde Allah mârifetinin temeli olmayan bir kimse için bu nûru ummak sözkonusu değildir. Bu kimse karanlık içerisinde kalıp, bir türlü o karanlıklardan çıkamayan bir kimse gibi olur. Hatta engin bir denizin içindeki karanlıklar gibi olur. Dalga üstünde dalgaya, onun üstünde bulutun karanlığına, karanlık üstüne karanlıklara dalar. O halde, saadet ancak Allah'ın mârifetinde vardır. Onun dışındaki mârifetlere gelince, o mârifetlerin bir kısmı vardır ki şiiri, Arap neseblerini ve benzerlerini bilmek gibi hiçbir faydası yoktur. O mârifetlerin bir kısmının -Arap dilini, tefsir ve fıkıh ilimlerini ve hadîsleri bilmek gibi- Allah mârifetine yardım etmekte faydası vardır. Çünkü Arap dilinin bilgisi Kur'an tefsirinin bilgisine yardımcı olur. Tefsirin bilgisi, Kur'an'daki ibareleri ve nefsin tezkiyesini ifade eden amellerin keyfiyetinin bilinmesine yardım eder. Nefsin tezkiye yolunun bilinmesi, nefsi Allah marifetine hidayet etmeyi kabule hazırlanmayı ifade eder. (Allah'tan başkasına tapmayarak) nefsini temizleyen iflah olmuştur.(Şems/9)

Ama biz bizim uğrumuz da cihad edenleri elbette yol-larımıza iletiriz.(Ankebût/69)

Bu bakımdan bu mârifetlerin tamamı, Allah'ın mârifetinin tahkikine birer vesile olurlar. Kemâl, ancak Allah'ın sıfatlarının ve [fiillerinin mârifetidir. Mevcûdâtı kapsayan bütün mârifetler de bu kemâle dahildir; zira mevcudâtın hepsi Allah Teâlâ'nın fiillerindendir. O halde mevcudâtı, Allah'ın fiili olması, hikmet, irade ve kudretiyle bağlı bulunması hasebiyle bilen bir kimsenin bu bilgisi Allah'ın mârifetini tamamlayıcı olur.

İşte bu, ilim kemâlinin hükmüdür. Her ne kadar rütbe ve riyanın hükümleri bahsinde bunu belirtmek uygun değil ise de biz bunu kemâl kısımlarının tamamını saymak için zikrettik. Kudrete gelince, kudrette kul için hakîkî bir kemâl yoktur. Kulun hakîkî bir ilmi vardır. Hakîkî bir kuvvet ise sözkonusu değildir. Hakîkî kudret ancak Allah'ın kudretidir. Kulun irâdesinden, kudret ve hareketlerinden sonra meydana gelen şeyler ise Münciyât bölümünün birçok yerinde, tevekkül, şükür ve sabır bahislerinde söylediğimiz gibi, Allah'ın icadıyla var olmuştur. İlmin kemâli, ölümden sonra da kendisiyle beraber kalır. Kendisini Allah'a ulaştırır. Kudretin kemâli ise böyle bir hususiyete sahip değildir. Evet! Hâl-i hazıra nisbeten kudret cihetinden kişinin bir kemâli vardır ve bu kudret onu ilim kemâline, tıpkı âzalarının selâmeti, elinin çalışmak için kuvveti, ayağının yürümek için, duyularının idrâk için kuvveti gibi ilim kemâline vesiledir. Çünkü bu kuvvetler, kişiyi ilim kemâlinin hakikatine ulaştırmanın âletidir. Bazen kişi bu kuvvetleri elde tutmak için mal ve rütbe kudretine muhtaç olur ki onunla yemek, içmek, elbise ve meskene varabilsin. Bu da belirli bir miktar ve hududa kadardır. Eğer bunu Allah'ın celâlinin mârifetine varmak için kullanmazsa burada hiçbir şekilde feyz yoktur. Ancak hâl-i hâzırdaki lezzet yönünde vardır. Öyle lezzet ki çok çabuk yok olur! Kim bunu kemâl zannederse, o cehalete düşmüştür. Bu bakımdan halkın çoğu bu cehaletin bataklığında helâk olur. Onlar zannediyorlar ki haşmetin kahrıyla bedenlere güç yetirmek, geniş zenginlikle malları ele geçirmek, rütbe sayesinde kalplerde tâzim ve ihtirama sahip olmak kemâldir! Buna inandıkları ve aradıkları zaman, onunla meşgul olurlar. Bunun için de tehlikelere girerler. Allah'a ve Allah'ın meleklerine yaklaşmayı gerektiren hakîkî kemâl -ki ilim ve hürriyettir- onu unuturlar. (Buradaki) ilim, Allah Teâlâ'nın zikrettiğimiz mârifetinden ibarettir. (Buradaki) hürriyete gelince, bu hürriyet, şehvetlerin esaretinden, dünya üzüntülerinden, şehvete zebun olmayan, öfkeye meftun bulunmayan meleklere benzemek bakımından cebren dünyayı istilâ etmekten kurtulmak demektir. Çünkü şehvetin ve öfkenin eserlerini nefisten bertaraf etmek, meleklerin sıfatlarından olan kemâldendir.

Allah Teâlâ için bozulmanın ve tesir altında bulunmanın muhal olması onun kemâl sıfatlarındandır. Bu bakımdan kim ârızî sebeplerden ötürü tağyir ve tesirden daha uzak kalırsa o, Allah'a daha yakın olur, meleklere daha çok benzer, derecesi Allah katında daha büyür. Bu kemâl, ilim ve kudret kemâlinin dışında kalan üçüncü bir kemâldir. Biz bunu kemâlin kısımları bölümünde zikretmedik. Çünkü bunun hakikati, yokluk ve eksikliğe dönüşür; zira tağyir, noksanlık, var olan bir sıfatın yok olmasından ibarettir. Helâk ise, lezzetlerde ve kemâl sıfatlarında eksikliktir. Çünkü kemâlât -eğer biz şehvetlerle bozulmamayı ve şehvetlere itâat etmemeyi ilim ve hürriyet kemâli gibi, kemâl sayarsak- üç kısımdır. Bundan gayem; şehvetlere kulluk yapmamak, dünyevî sebepleri irade etmektir. Kul için kudretin kemâli, ilim ve hürriyet kemâlinin elde edilmesinin yoludur. Fakat ölümden sonra bâki kalacak kudret kemâlini elde etmeye yol yoktur; zira kulun mallara, kalplere ve bedenlere güç yetirmesi ölümle sona erer! Mârifet ve hürriyet ise, ölümle sona ermez. Aksine onlar kulda bir kemâl olarak kalırlar ve Allah'a yaklaşmasına vesile olurlar. Câhillerin ne duruma düştüklerine dikkat et! İki gözden âma olanların düşmesi gibi yüz üstü düşmüşlerdir! Rütbe ve mal ile kudret kemâline yönelmişlerdir Oysa bu sahip olunamayacak bir kemâldir. Eğer sahip olunursa da devamı yoktur. Hürriyet ve ilmin kemâlinden yüz çevirmişlerdir. O kemâl ki insanda meydana geldiği zaman, ebediyyen kalır, ölümle bile kesilmez. "Bunlar o kimselerdir ki dünya hayatını ahirete bedel satın almışlardır. Şüphe yoktur ki onlardan azap hafifletilmez ve onlar yardıma da mazhar olmazlar".

Mal ve evlatlar dünya hayatının süsüdürler. Kalıcı olan güzel ameller ise, Allah'ın katında, sevap yönünden, daha hayırlı, ümit yönünden daha faydalıdırlar.(Kehf/46)

Bu bakımdan ilim ve hürriyet, bâki kalır. Mal ve mevkî ise ça-buk yok olacak kemâldir. Bu, Allah Teâlâ'nın, misâl getirdiği gibidir.

Dünya hayatının misali, tıpkı şöyledir: Gökten bir su indirdik, insanların ve hayvanların yediği arz bitkisi o su ile birbirine karıştı; nihayet yer ziynetini takınıp süslendiği, halk da on(un ürününü toplamaya) kadir olduklarını zannettik-leri sırada birden emrimiz ona gece veya gündüz geldi; sanki dün o hiç şenlenmemiş gibi, onu (kökünden) biçilmiş yaptık.(Yunus/24)

Onlara dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gökten bir su indirdik, yerin bitkisi onunla karıştı ve (sonunda bitkiler), rüzgârların savurduğu çöp kırıntıları hâline geliverdi.(Keh/45)

Ölüm rüzgârlarının saçıp savurduğu herşey dünya hayatının (solması yakın olan) çiçeğidir. Ölümün kökünü kazıyamadığı şeyler, insandan sonra kalan salih amellerdir. İşte bununla anlaşıldı ki mal ve rütbe ile olan kudretin kemâli, vehmî bir kemâldir. Aslı astarı yoktur ve yine anlaşıldı ki vaktini bu çeşit bir kemâle hasreden ve bunu esas hedef sanan, cahilin ta kendisidir. Buna şair Ebu Tayyib el-Mütenebbî Ahmed b. Hüseyin şu şiiriyle işaret etmiştir:

Kim saatlerini mal toplamaya sarfederse, hem de bunu fakirlikten korkarak yaparsa, Kesinlikle onun yaptığı fakirliğin ta kendisidir. Ancak mal ve rütbenin insanı hakîkî kemâle ulaştıracak miktarı, bu hükmün dışındadır. Yarab! Bizi hayra muvaffak kıldığın, lûtfunla hidayete erdirdiğin kullarından eyle!