​Gladıo'nun büyük tuzağı: Paralel Nurculuk

Fetullahçı Terör örgütünün binlerce kurbanlarından biri olan Yazar Mustafa Kaplan, geldiği yer ve yetiştiği kültür harmanı ile Gülenizm'i yani İslam soslu Amerikan köpekliğini en iyi çözümleyecek kişilerden biridir.

Erdal Şimşek

Uzun süre aynı gazetede birlikte çalıştığımız Mustafa Kaplan, Gazeteci, yazar ve nüktedan kişiliğinin yanısıra, Risale-i Nur külliyatına olan vukufuyeti, bu şeytani yapının kodlarının künhüne vakıf bir kişi yapıyor. Kaplan, FETÖ terör örgütü ile mücadelede de farklı alternatifler sunuyor.

1990’ların başında basında yolumuzun kesiştiği Mustafa Kaplan, o yıllarda bu şeytani yapının en büyük muarızlarındandı. Çalıştığımız gazete ağırlıklı olarak Fetullah Gülen ve çetesine mesafeli iken, açık bir şekilde mücadele cephesi de açmamıştı. Ancak Mustafa Kaplan, ta o günlerde herkesin “hizmet, cemaat” dediği bu şeytani yapının bir ‘Amerikan ürünü’ olduğunu fark etmiş ve dillendiriyorduk.

FETÖ terör örgütünün en büyük mağdurlarından biri olan Mustafa Kaplan ile bu şeytani yapıyı ve onun halen farklı isimlerle Türkiye’de faaliyette bulunan bu şeytani yapıyı konuştuk. Ayrıca, GLADIO tarafından oluşturulan Paralel Nurcu Yapılanması (PNY)’nı konuştuk. Okudukça şok yaşayacağınıza eminim. Nice ^Müslüman muvahhid Risale-i Nur talebesi” bildiğimiz isimlerin GLADIO’nun tasmalı iti olduğunu göreceksiniz

Röportajı zaman ve yer sıkıntısı gözetmeden terör örgütünün her yönünü konuştuk. Kelimenin tam anlamı ile “arşivlik” bir röportaj meydana geldi.

Mustafa bey, herkesin "hocam, hocam", "Maşaallah hizmet erleri" diyerek, FETÖ'cüleri neredeyse göklere çıkardığı ilk zamanlardan beri FETÖ'ye karşı fikri bir mücadele içindesiniz. Bu mücadeleniz, 15 Temmuz direnişinden sonrasında da, yani bugün de devam ediyor. FETÖ nasıl bir harekettir ve geçtiğimiz günlerde ölen FETÖ elebaşı Fetullah Gülen kimdir?

Fetö ismiyle açığa çıkan “paralel yapı” gerçeği, toplumun bütün katmanlarında yaşanan bir olgudur. Objektif baktığımızda, Türkiye'de bu yapılanmayı kuran üst akıl ya da NATO Gladio sistemi, sadece Nurculuğun içinden bir grubu çıkartarak FETÖ adlı bir yapıyı oluşturmamıştır. Küresel sisteme entegre “paralel devlet, paralel din, paralel tarikat, paralel Nurculuk, paralel Alevilik, paralel masonluk, paralel liberalizm, paralel Kürtçülük, paralel Türkçülük, paralel solculuk, paralel Atatürkçülük, paralel İsmail Ağa, paralel Menzil ve hatta paralel Tahşiye” şeklinde sıralayabileceğimiz tüm yapıların içinde paralel bir yapı oluşturmuştur. Grup tabanlarının bu oluşumlardan haberi olmamakta, ama grupların eylemleri sâyesinde yönlendiricilerin varlığı anlaşılmaktadır.

Yerli zeminde organik bir fikrî hareket oluşturmak son derece zordur. Eğer mümkün olsa ve organik bir fikir hareketi olsa bile; üst aklın kontrolündeki ekip hemen orada bir paralel yapılanma oluşturarak küresel sisteme entegre etmekte, ülke içinde beşinci kol faaliyetine yarayacak bir yapıyı kısa sürede oluşturabilmektedir. Bu ma’nâda, Türkiye'deki dinî ve gayr-ı dinî yapıların hepsinde paralel yapılanmadan söz etmek mümkündür. Bu da devletin varlığı ve bekası için son derece tehlikeli bir durumu gözler önüne seriyor. Dünyevî hiçbir hedefi olmayan Tahşiye grubunda bile Fetö'nün katmer katmer yapılanmalarını görüp ifşâ ettiğimiz için, karşımızdaki yapıyı sadece FETÖ olarak adlandıramayacağımızı gayet net görebiliyoruz.

Kısa bir ufuk turu yaptığımız zamân görüyoruz ki: Dünyânın dengesini değiştiren 11 Eylül saldırısı, ABD Başkanı Bush’un “Haçlı Seferi” ilân etmesi; Sovyet işgali sonrası Afganistan’da meydana gelen ortam, Somali’deki Ogaden kargaşası, Çeçenistan ve Bosna harbleri dolayısıyla organize olmaya başlayan İslâmî cihâd hareketleri gösterdi ki, artık dünyâyı sarsacak olayların merkezinde “din” olacaktı. Her yeri kontrol altında tutan “üst akıl” da, gelecek planlarını buna göre yapıyordu. Elbette, 2,5 milyarlık insan potansiyeli, 60 ülkelik geniş bir coğrafya ve zenginlik kaynakları ile, bu gelişmelerin en büyük figürü “İslâm” olacaktı. Zâten 2. Dünya Savaşından sonraki stratejiler de buna göre şekilleniyordu.

Binânaleyh, şeklen de olsa son “hılâfet merkezi” olan Türkiye, hareketlenmelerin odağında olacaktı. Üst aklın ve onun kol gücü olan Batı’nın bütün yetişmiş oyuncuları burada cirit atacaktı. Gelişmelerin alacağı şekli, buradaki figürler belirleyecekti. Onun için Türkiye çok mühimdi. Buradaki dinî oluşumlar mercek altına alınırsa, ne demek istediğim daha kolay anlaşılabilir…

FETULLAH GÜLEN, GLADIO TARAFINDAN YETİŞTİRİLMİŞTİR

Ülkemizdeki dinî oluşumların içinde en mühimi, elbette ki adına “Nurculuk” denen ekoldür. Çünkü, eski ta’birle “muharrik-i bizzat” olan, kuruluşunda hiçbir yabancı parmağı bulunmayan belki de tek sosyal oluşumdur. O yüzden, ülkenin Jakoben devlet istibdatı veya devlet adına hareket edenlerin zulmüne rağmen kısa zamanda Anadolu sathına yayılmış, bütün muhafazakâr kesimlerin tasvibini kazanmış, onlara da yol gösterici olmuştur. Geleceği kendi kontrollerinde şekillendirmek isteyenler, yukarıdaki tabloya göre, en uygun zemini bu ekolün içinde bulabilirlerdi.

İşte, “Yeşil Kuşak” projesiyle kendilerine yeni bir alan açan dünyâ güçleri, Türkiye’de de GLADIO vâsıtasıyla dindarlar içindeki en faal grup olan Nurcuların arasında bir paralel yapılanmaya gittiler. Bunan için de “proje” kişiler seçtiler. Bu seçilenlerden en mühimi Fetullah Gülen’dir. Daha 13 yaşındayken NATO’da görevli bir subay eliyle bulunmuş, özel eğitilmiş, sonra da Erzurum’da bulunan Nurcular içindeki aparatları eliyle bu ekole monte edilmiştir.

GÜLEN, PARALEL NURCULUĞU KURMUŞTUR

Baba tarafından Pakraduni olan Gülen, İran’da siyâsî karışıklık çıkarıp Osmanlı topraklarına kaçan bir Yahudi áilesine mensûbdur. Bitlis, Van ve son olarak da Erzurum’da yerleşen áile, Sabetay bir áilenin kızını çocukları Ramize alarak, iki kanaldan da İbrânî bir çocuğa sáhib olmuşlardır. Teferruátı kitâb hacmindeki bir mâcera ile Nurcuların içine sokulan Fetullah, “Erzurum-Edirne-İzmir” hattında özel koruma ile öyle bir konuma getirilmiştir ki; Gladio ancak böyle bir aparat bulabilirdi.

Bütün Paralel Nurcular kendisine kucak açmıştı; MİT Müsteşarı ile finans lordunun evinde sohbet edebiliyordu; siyâsî parti liderleri ile samîmî idi; devletin kendisini aradığı günlerde Ordu mensûblarının yanında görülebiliyordu; kurulan örgüt güçlendikçe de devlet kademelerinin referansıyla yurt dışına dahi taşabiliyordu. “Paralel Nurculuk” olarak başlayan hareket, Gladio kontrolünde “Paralel Devlet” şeklinde yapılanmaya dönüşmüştü. Anadolu’nun zeki çocukları bu örgüt tarafından devşiriliyor, “dindar” olacakları vaadiyle kandırılıp birer “5. Kol aparatı” oluveriyorlardı. Ülkenin para kaynakları da “himmet” adı altında buraya aktarılıyordu.

Biz, bu örgütün “Nurculuk” kısmına bakıyorduk; elimizdeki eserlere uymayan faaliyetlerini görerek karşı çıkıyorduk. 1974’lerden beri ben Fetullah Gülen ve hareketine karşıyım, gücüm nisbetinde aleyhinde bulunmaktayım. 1980’de gazeteciliğe başladıktan sonra da bu muhálefetim devâm etti. Örgütün “Paralel Devlet” yönünü bugünkü gibi göremiyorduk; ama “Paralel Din” ve “Paralel Nurculuk” yönünü net görüyor ve karşı çıkıyorduk. İ’tirâf edeyim ki, bu mücâdelemizde gerek dindar gruplar ve gerekse devlet tarafından yalnız bırakıldık. Örgütün bize kurduğu Kumpas da’vâsı da bunun delilidir.

Fetullah Gülen, dünyâyı kontrol eden güçlerin dindar kesimleri kontrol altında tutabilmek için özel ürettiği “Kâinât İmâmı” bandrollü bir háindir. Detayı çok geniştir, ama özeti budur.

FETÖ elebaşı ile, o, ABD'ye kaçmadan önce, Türkiye'deyken hiç karşılaştınız mı? Karşılaştıysanız, nasıl biri olduğunu anlatabilir misiniz?

Ben Nurcuların arasına 1974’te katıldığımda, Kütahya Tavşanlı’da köy öğretmeni idim. O günlerde Gülen’in adamları da bizimle berâberdi. Fetullah Gülen imzalı “Hitap Çiçekleri” kitabını Yeni Asya basmıştı. Gülen’in vaaz kasetlerini bizim arkadaşlarımız dinliyordu. Lider kadrolar arasındaki sürtüşmelerden bizim haberimiz yoktu.

İzmir İlahiyat’ta okuyan Hüseyin Pembe isimli genç, bizim derslerimize katılıyordu. Bir gün beni İzmir’e davet etti, Gülen ile tanıştırmak istediğini söyledi. Ben henüz cemaati tanımıyordum, Nurculuk tarihinin geçmişini de bilmiyordum. Yazıcıların, Okuyuculardan ayrıldığını bile duymamıştım. Kabul ettim. Ama o günlerde şiddetli Yeni Asya gazetesi taraftarıyım, zaten gazeteye yazılar da gönderiyorum. Birlikte İzmir’e gittik, birkaç gün beni dersanelerinde misâfir etti, gezdirdi, yedirdi, içirdi; ama ne hikmetse Fetullah Gülenle tanıştırmadı. Benim gazete tarafdarlığım ya da yol boyu yaptığım konuşmalar engel oldu sanırım.

Yeni Asya’dan ayrılınca, iş bulmak için Zaman’da yazmak istedik, eski yazar arkadaşımız Ahmet Şahin ve Hekimoğlu İsmail’i devreye soktuk; ama kabûl edilmedik. Dolayısıyla, Fetullah Gülen’le yüzyüze görüşme imkânım olmadı. Yeni Asya’dan ayrılıp Vakit gazetesinde yazmaya başladıktan sonra, Fetö ile dirsek temâsında olan eski gazeteci arkadaşlarım beni de oraya çekmek için uğraştılar. İçlerinden bir hemşehrimin hatırı için bir kere Hilton Otelinde tertiblenen ödül törenine gittim. Abdurrahman Dilipak’ların, Toktamış Ateş’lerin, Müjdat Gezen’lerin sahne aldığı gündü. Rahmetli Hasan Karakaya ile oturduk, karnımızı doyurduk ve kaçtık. Gülen’i ilk ve tek def’a o gün uzaktan gördüm. Menhûs yüzünü yakından görmek nasíb olmadı.

FETÖ elebaşı Gülen, Büyük İslam âlimi Said-i Nursi hiç tanıştı mı? Bu konuda bir şeyler biliyor musunuz?

- Hayır, görüşmemiştir. Üstâd vefât ettiğinde en fazla 22 yaşında idi ve Nurcuların içine de sokulmuştu; ona rağmen gitmemiştir. Hátıralarında, “Ben Türk milliyetçisiydim, Üstâd Kürt olduğu için gitmedim” demiştir.

Bediüzzaman Said Nursi Kimdir?

Kronolojik olarak Bedîuzzamân’ın hayât hikâyesi bellidir. O klasik bilgiler o zâtı anlatamıyor. Onu ancak kurduğu ekol üzerinden anlamak mümkündür. Azıcık yazı uzasa da konuyu şöyle özetleyebilirim:

İnancımıza göre, insanlık âleminde hayat mücadelesi çoğunlukla “îmân-küfür” eksenli olmuştur. Gönderilen sayısız peygamber, “Allah’ın mülkünde Allah’ın kanunlarının hâkim olması” için maddî-ma’nevî cihâd etmişlerdir. Kur’ân bize bu mücâdeleyi haber vererek, inanan insanların da aynı mücadeleyi vermeleri gerektiğini anlatır. Yani, İslâm, devletin de bu İlâhî kanunlarla idâre edilmesi gerektiğini emreder. 29 Ekim 1923’te bu ülkede kurulan yeni devlet sisteminin, “Türkiye Cumhuriyeti devletinin dini, din-i İslâmdır” maddesini Anayasa hükmü yapması, bu gerçeğin ifâdesidir. O yılın Ocak ayında, Bedîuzzamân’ın, Mustafa Kemal’e empozesi de bu istikamette idi.

Mülkü Allah’a vermek istemeyen beşer ise, gerek ferdî ve gerek toplum hayatında kendi kanunlarını dikte etmeye çalışmaktadır. Bu çatışma, yeryüzünün yaşanmaz hâle gelmesini netice vermektedir. Canlı misâl olarak, Hz. İsa (as)’ın arkasından kurulan sistemin “Pavlos” tarafından dejenere edilmesi; Asr-ı Saadet’te bizzat yaşanan kutlu sistemin “Abdullah ibn-i Sebe vb” tarafından dejenere edilmesi gösterilebilir . İki bin senedir organize çalışan ve bütün dünyayı kontrol altında tutan o gizli komite ise, hiçbir ekolün kendi hâkimiyetine müdahale etmesine fırsat tanımamaktadır. Konumuz olan “Nurculuk” sisteminde de aynı oyunu görmekteyiz.

Demek, Mülkün Sâhibi olan Allah, kendi mülkünde kendi kanunlarının hâkim olmasını istemektedir. Asr-ı Saadet devresinde bu canlı olarak yaşanmıştır. Medine’de kurulan “şehir devleti”, Allah’ın âlemdeki “tekvînî ve teklîfî” kanunlarını ayırmadan esas aldığı için, 40 sene içinde Çin Seddi’nden Atlas Okyanusu’na kadar yayılmıştır. Dünyadan zulmün, haksızlığın bitmesini isteyenler için model bellidir.

ASRI SAADET MÜSLÜMANI OLMAMIZ GEREKİYOR

İşte Bediuzzamân Said Nursî, hayatının ikinci devresinde, bu Medine sistemini, hizmet tarzının merkezi yapmıştır. Yeryüzünde bu sistemi uygulayan devlet kalmadığı için, o da, hedeflediği sistemi gönülden benimseyen insan yetiştirmeyi esas almıştır. Bedîuzzamân hazretlerini ta’rif için söylenen “Asr-ı Saadet Müslümanı” ta’biri, bu yönüyle doğrudur. Eserlerinde, yeni bir dinî yol açmadığını, “Peygamber-Sahâbe” arasındaki muámelenin iyi incelenip uygulanabilmesi hâlinde, bütün dünyanın kısa sürede İslâm ile şerefleneceğini söylemektedir. Bütün insanlığı Kur’ân çizgisine çağırmaktadır, ama Asr-ı Saadet’teki anlayış ve yaşayış istikametinde bir “Kur’ân çizgisine” çağırmaktadır. Bugün adına “Nurculuk” denen ekole, o, bu yüzden “Sahâbe mesleği” demektedir. 1922 sonunda Ankara’da milletvekillerine hitâben neşrettiği beyânnâmede de bu hususun belirtildiğini görüyoruz.

Bu sisteme model olan Asr-ı Saadet devresi incelendiğinde, o topluluğun elinde “Kur’ân ve Hadîs” dışında bir kaynak bulunmadığını görüyoruz. O yüzden de o devrede mezhebler yoktu, tarîkatlar yoktu, ekoller yoktu, mektebler yoktu, hizibler yoktu, saltanat yoktu; ayrılık ifâde eden hiçbir unsura fırsat verilmemişti. Zihinler arındırılmış, duyduğu âyetten Allah’ın ne demek istediğini anlayabilecek seviyede idealist insanlar yetişmişti. Devlet reisinin sokaktaki vatandaştan bir ayrıcalığı bulunmuyordu. Herkesin tek hedefi vardı: “Allah’ın rızâsını kazanmak!” İşte o nesil, gözünü kırpmadan üç kıt’aya İslâmı götürmüştü…

Osmanlı zamânında ilmî mücâdelesini devrin sosyal kuruluşları içinde yürüten Bedîuzzamân, devletin çöküşüyle birlikte mücâdele tarzını değiştirir. Herkesin parmakla gösterdiği bir İslâm âlimi iken, hayatın bütün şa’şaasını terk eder, desteklediği Kuvâ-yı Milliyecilerce çağrıldığı Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’nın kendisine birlikte çalışma tekliflerini de kabûl etmez; önce inzivâyı seçer. Devlet zoruyla Van’dan Isparta’ya sürüldükten sonra ise, işte o “Asr-ı Saadet modeli insan yetiştirme” hizmeti için kolları sıvar.

RİSALE-İ NUR, ASRI SAADET MODEİNDE İNSAN YETİŞTİRMEYİ HEDEFLİYOR

Bedîuzzamân’ın târihçe-yi hayatı (1877-1960) bilindiği için, oraya girmeyeceğim. Eğer bu ekolü anlamak istiyorsak, adı “Nurculuk” değildi, “Asr-ı Saadet modeli insan yetiştirme” hizmeti idi. “Nurculuk” yaftası, işte dünyayı kontrol eden o gizli komite tarafından yapıştırıldı ki, konunun muhatabı olan özelde Müslümanlar, genelde ise bütün insanlık bu “yeni hareket”e mesâfeli dursun. Halbuki, bütün insanlığın kurtuluş reçetesi olan ve bizzat Allah tarafından gönderilen mukaddes bir reçete söz konusuydu. Bedîuzzamân da bütün eserlerinde bu gerçeğin altını çiziyordu. “Konuşan yalnız hakikattir” diyor, kendisinin de o mukaddes yolun “dellalı” olduğunu yazıyordu. Nazarları tamamen Kur’ân ve Hadîs’e yönlendiriyordu. Ülkenin yeni rejimi din olgusunu bütün devlet mekanizmalarından çıkarıp “Tapu Kadostro Müdürlüğü” kadar bir yer verirken; Bedîuzzamân bütün gücüyle “Kur’ân” diyor, sistemin mutlaka o mukaddes metne göre dizayn edilmesi gerektiğini savunuyordu.

O artık sıradan bir âlim değildi, “verâset-ı nübüvvet” denilen ma’nevî makamdan insanları irşâda çalışıyordu. O meşakkatli yıllarda çevresine toplanan bir avuç insan, mesajı doğru kavramışlardı. Matbaasız, parasız, imkânsız, bütün dinî hareketlerin durdurulduğu bir zamanda, devlet terörü altında, 6 bin sayfalık bir külliyatın 600 bin nüsha elle yazılması ve bütün Anadolu sathına dağıtılması; mesajın doğru anlaşıldığının göstergesidir. Demek, eğer dıştan müdâhale edilmeseydi, bu ışığın bütün İslâm ülkelerini sarması işten bile değildi. Niye o netice alınamadı? Bugünkü “Nurculuk” ekolü analiz edilince, niçin alınamadığı kolayca anlaşılacaktır.

Demek, anlattığımız şekliyle bu ekolü benimseyen her bir “Nur talebesi”, Kur’ân ve Hadîs esaslı inancın sâhibidir. Bütün teferruatlardan zihnini sıyırmış, birliği bütünlüğü bozacak her türlü ayrımcı ifâdelerden uzak duran, sâdece Allah rızâsı için hizmet eden kişiler, nerede olurlarsa olsunlar, bu ekolün istediği insanlardır. Risâle-i Nurlar da, baştan sona işte bu prototipi yetiştirecek bilgi demetidir.

"Elhâsıl: İnsanlığın hayrına kurulan sistemler, beşerin mutluluğunu istemeyen şer güçler tarafından dejenere edilmekte ve o güzel sistemin tıpkısına benzetilen paralel sistemler oluşturularak insanlığın saadet yolu engellenmektedir. Hıristiyanlık áleminde Pavlos, İslâmın ilk yıllarında İbn-i Sebe, asrımızın insanını Kur'ân çizgisine götürecek Risâle-i Nûr cereyanı içinde de Gladio maşası 6 mutlak vekil, işte o paralel yapılarla bozgunculuk yapan şer mihraklarının prototipleridir."

İslam Alimi Said Nursi'nin mücadelesini sürdürdüklerini iddia eden bir çok grup var. Bu gruplardan tepedeki bazı isimlerin Mutlak Vekil oldukları iddiasındalar. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz? Mutlak Vekil kavramı nedir mesela? Said Nursi'nin eserleri olan Risale-i Nurda tahrifat yapıldığı şeklindeki iddialar hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Risâle-i Nur cereyanı, gelecekte bütün Müslümanların ve bir merhale sonrasında da bütün insanların “tek İslâm devleti” hâlinde yaşayabilmelerinin “ana krokisi” kabul edilebilir. Bedîuzzamân, devirler üstü bir projeye öncülük etmiş; Asr-ı Saadet’te yaşanıp “Medine şehir devleti” modelinden dünyâya yayılan rûhun yeniden diriltilmesinin kapısını açmıştır. Biz buna “mehdiyyet cereyanı” diyoruz. Bütün dünyâ devletlerinin “üst akıl” kontrolüne girdiği bir zaman diliminde bu hareketin düğmesine basılması, metafizik unsurlar düşünülmeden elbette sâdece fizikî sebeblerle îzah edilemez.

Bu ekol, taşıdığı kutsal mesajı, son noktayı koyacak olan ekibe ulaştırmakla mükelleftir. O inanç diri tutulmalı, inananların ümidi aslâ kırılmamalıdır. Bedîuzzamân’ın eserleri ciddî mütâlea edilirse, bu dediğimi görmek mümkündür. Paralel Nurculuk Yapısını kuran Gladio’nun görevi ise, bu inancı kırmaktır.

Ekolün kurucusu Bedîuzzamân Said Nursî’nin hayatının ikinci devresinde tercih ettiği “Asr-ı Saadet modeli insan yetiştirme” hizmet tarzı, o zor şartlar altında kendisine ulaşabilen bir avuç insan tarafından iyi anlaşılmıştı. Ama, bir dağ köyüne sürülüp kontrol altında tutulmakla “unutturduk” zannedilen kişinin eserleri Anadolu’nun her tarafına yayılmaya başlayınca, bu ekolün geleceğini fark eden bir unsur daha vardı: Zındîka komitesi! Bugün “üst akıl” dediğimiz gizli örgüt.

Osmanlının son zamanlarında fark ettikleri, öldürme teşebbüsünde bulundukları, ülke içindeki kolları vâsıtasıyla enterne ettikleri Bedîuzzamân, dünyayı idâre eden güce rağmen nasıl böyle bir faaliyet yürütebilirdi? 1935’te çıkarıldığı Eskişehir Mahkemesince ciddî bir maddî suç delîli bulunamadığı için Kastamonu’ya sürgün edilerek polis gözetiminde tutulan bu zât, yine engellenemiyordu. Burada da bir talebe-sempatizan halkası oluşmuştu. Öldürme, zehirleme ve diğer sûikasdler de başarısız kalıyordu; çünkü Allah istemedikçe kimse kimseyi öldüremezdi! Hapisler, işkenceler de hareketin yayılışını önleyemiyordu.

RİSALE-İ NURLA BAŞ EDEMEYEN GLADIO, İÇERİ KENDİ ADAMINI KOYDU

Bu sefer devreye bizzat “üst akıl” girdi. Üst aklın operasyon kolu olan “Gladio-Vatikan” ortaklığı işe müdâhale etti. Özel yetiştirilmiş elemanlarla bir “hulül-yönlendirme-dağıtma-kendine benzetme” ameliyesi başlatıldı. Bedîuzzamân’ın kurduğu ekol tamâmen mecrâsından saptırılarak bir “Paralel Nurculuk” kurulmalı; bu yeni oluşumda çalıştırılan isimler parlatılmalı, asıl ekolün mensûbları refüze edilerek i’tibarsızlaştırılmalı, eserleri tahrîf ederek yeni gençlere bam başka bir inanç sistemi aşılanmalı idi. “Özel Harb Dairesi” tarafından bu iş için vazifelendirilen “Fetullah Gülen, Bekir Berk, Said Özdemir” isimleri basına ve sosyal medyaya çıkmıştır, bu bilgi tartışılmaz. Yani, “Erzurum, İstanbul, Ankara” merkezli Gladio operasyonunu tam anlayabilmek için, bu merkezleri ve bu kişileri iyi tanıyıp, kimlerle faaliyet yürüttüklerini iyi izlemek gerekiyor.

Çeşitli devşirme usulleriyle elde edilen gençlerin Bedîuzzamân’ın çevresine yerleştirilmesi, 1926’larda bu hizmete katılanlarca kurulan özel haberleşme sisteminin bu gençler tarafından ele geçirilmesi sâyesinde, Üstâd’ın 1960’da vefâtına kadar, Paralel Nurculuk hareketinin temeli oturtulmuştur. Ekolün ana şiârı “sırren tenevveret” denen “Allah rızâsı için gösterişsiz hizmet” iken; Paralel Yapı eliyle artık sosyal sahaya çıkan, basın organlarıyla boy gösteren, devlet içine elemanlarını sokan ve sistem tarafından yardım ve destek gören bam başka bir siyasî figür ortaya çıkarılmıştır. Bugünkü piyasa Nurculuğu, kendi kitabına uymayan bir yapıdır. Ki, ekolün içinden çıkan FETÖ ve ona her konuda destek olan Paralel Nurculuk ekolleri konuyu açıklayan örneklerdir.

ÖHD elemanı Said Özdemir (kamuoyunda KÖZ olarak bilinen Kemalettin Özdemir’in babası), Ankara merkezli bir ağ oluşturmaya başlamış. Fetullah Gülen-Mehmet Kırkıncıoğlu ikilisi Erzurum ve Doğuda bir ağ örmeye başlamış. Bekir Berk de İstanbul merkezli bir ağ oluşturmaya başlamış. Vatikan’ın İstanbul temsilcisi Marovitch ise, Abdullah Yeğin kanalıyla yeni ekolün görünmeyen yönlendiricisi ve finansörü olmuştur.

ÖHD üzerinden PNY’nin Gladio-NATO bağlantıları, Marovitch ve Thomas Michel üzerinden Vatikan bağlantıları, dolayısıyla CIA, MI6, BND, MOSSAD -ve hâliyle de CIA’nin Türkiye seksiyonu gibi çalışan o günkü MİT- vb ile istihbârât bağlantıları izlenebilir. Siyâsî parti liderlerinin, ekonomi baronlarının, medyanın, bürokrasinin, askerî erkânın da bu Paralel Yapı ile ilişkileri ortaya konduğunda, tablo net görülecektir…

Paralel Nurculuk Yapısının bugünkü 40 parçalı hâli de kimseyi yanıltmasın. Hemen bütün grupların düşünce sistemleri, yaklaşık 60 sene önce temeli atılan Gladio örgütlenmesi istikametinde çalışır. 25 senem onların içinde geçti, 30 senedir de dışından izliyorum, kanaatim değişmedi. Şimdi size mukayese imkânı veriyorum.

PNY’nin temeli, “Üstâd Mehdî’dir” inancına dayanır. Bedîuzzamân’ın böyle bir iddiası olmadığı, eserlerinin hiçbir yerinde de böyle net bir ifade bulunmadığı hâlde; Gladio elemanları, “sahte rü’yâlar, sahte belgeler ve sahte hatıralar” yoluyla bu fikri yerleştirmişlerdir. 1974-1992 arasında ben de öyle inandırılmıştım. Üstad’ın Mehdî olmadığına dair beyanlar ise, bir el tarafından eserden çıkarılmıştır.

Bedîuzzamân’ın etrâfına önceden yerleştirilen 6 gencin “Mehdî’nin vezirleri” olarak Üstad tarafından “mutlak vekil” olarak ta’yin edildiği, PNY’nin temel inancıdır. “Zübeyir Gündüzalp, Said Özdemir, Abdullah Yeğin, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Hüsnü Bayramoğlu” isimleri, mukaddes kişiler olarak beyinlere sokulmuştur. Bunlara biat etmeyen kişi ve gruplar ise “kâfir” ilan edilerek dışlanmıştır. Aleyhlerinde büyük bir kampanya başlatılmıştır. 1960-80 arası çalkantılar iyi analiz edilirse, konu daha iyi anlaşılacaktır.

PARALEL URCU YAPILANMASI (PNY) RİSALE-İ NURLARI TAHRİF ETTİ

Halbuki, PNY kurulurken, ekolün büyük isimleri “Hulusi Bey, Mehmed Feyzi Efendi ve Hüsrev Efendi”ler hayatta idiler. Gladio ekibi büyük bir tezvirat kampanyası ile, bu abilerin hizmet tarzlarının değiştiğini, Nurculuktan çıktıklarını, tarîkatçı ve siyâsetçi olduklarını, “Mehdî’nin vezirleri” ilan edilen altı mutlak vekile biat etmedikleri için dalâlette olduklarını her tarafa yaydı. Bu üç mühim doğru isme ulaşabilmek, la’netlenmeyi göze almak demekti. PNY ana gövdesi “Demokrat Parti-Adalet Parti” holiganı gibi hareket etmemeyi “Nurculuktan çıkma” olarak kabul ediyordu.

En mühimmi de Bedîuzzamân’ın yazdığı Osmanlıca orijinal Risâle-i Nur eserleri, bu ekipler tarafından Latin harfine aktarılıp basılırken, okuyanları esasa yönlendirecek ibâreler teker teker tahrif ediliyordu. “Mehdî” konuları tırpanlanıyor; hizmetin asıl takibçisi olan Hulusi beyle ilgili bölümlerin başları-sonları eserden çıkarılıyor; Batıya sempati duyuracak eklemeler konuyor; Hıristiyanlığı kutsal kabul ettirecek değişiklikler yapılıyordu. Yeni jenerasyon da bu metinleri “kutsal” sayıyordu!

PNY’nin Erzurum yapılanmasında, Gladio elemanı bir tabib üsteğmen eliyle, Fetullah Gülen isimli genç, Nurcuların içine sokuldu. “Mehmet Kırkıncıoğlu, Muzaffer Arslan” gibi temâyüz etmiş ve “Üstâdı görmüş” isimler, bu genci dâireye alıp kabul ettirdiler. Fetullah’ın Edirne, İzmir, İstanbul mâcerası, arkasına aldığı o Nurcu rüzgârı ile olmuştur. Kimsenin tanımadığı bu genç imam, Paralel Nurcuların bütün büyük isimleri tarafından birlikte görüntü verilerek yükseltildi. Gülen, Ankara’da “Said Özdemir ve Bayram Yüksel”le, İstanbul’da “Zübeyir Gündüzalp”le, İzmir’de “Ahmet Feyzi Kul”la, Cidde’de “Mustafa Sungur ve Bekir Berk”le buluşuyordu. “Salih Özcan”, Urfa’dan kalkıp onu Edirne’de ziyaret ediyordu.

ÖHD elemanı Said Özdemir, görünüşte Ankara’da din hizmeti yapıyor. İlk olarak orada bir gazete çıkararak basın hayatına atılıyor. Sosyal hayatta o güne kadar görünmemeye çalışan ekol mensublarına gazete çıkarma fikri kabul ettirilince, basın merkezi İzmir’e taşınıp Fetullah Gülen ekibinin yanında yayın yapılıyor. Sonra da asıl merkez İstanbul’a nakledilerek, kontrol Bekir Berk ekibine bırakılıyor. Haftalık “İttihad” adıyla başlayıp sonra günlük “Yeni Asya” ismini alarak bütün okuyucu Nurcuları çevresine toplayan PNY ana omurgası burada şekilleniyor.

Ankara’da “Said Özdemir, Salih Özcan, Bayram Yüksel” merkezli PNY hareketi, kitâb basımı, siyâsî organizasyonlarla ayrı ekipler oldular. İzmir’de “Fetullah Gülen” merkezli PNY hareketi, talebe yetiştirme, sesli neşriyatlarla ayrı ekipler oldular. İstanbul’da “Bekir Berk” merkezli PNY hareketi, gazete, dergi, kitab neşriyatıyla ayrı ekipler oldular. Erzurum’da “Mehmet Kırkıncıoğlu” merkezli PNY hareketi de talebe hizmetleri ve siyâsî hareketlerle iş birliği içinde ayrı ekipler oldular.

Ankara merkezinde “Said Özdemir, Salih Özcan, Bayram Yüksel” ön planda gözüküyor. İzmir merkezinde “Fetullah Gülen” gözüküyor, 6 mutlak vekilin desteği ile sivriliyor. İstanbul merkezinde “Bekir Berk” Gladio güdümünde kendi istihbarat ekibini kuruyor; “Zübeyir Gündüzalp, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel” arkasında duruyor. Bu yeni oluşumu fark edip karşı çıkanların trafik kazâsıyla ölmeleri (Ceylan Çalışkan, Mustafa Nezihi Polat gibi) ve enterne edilmeleri (Üzeyir Şenler gibi) çok dikkat çekicidir. Erzurum merkezindeki “Mehmet Kırkıncıoğlu” ise, ona kurdurulan akademisyen ağı ile bütün PNY gruplarının “akıl hocalığı” ve “lojistik destek merkezi” görevini yürütüyordu.

Bugünkü parçalı PNY yapısı, fikir olarak şu konseptten ayrılamaz: Grup farklılığı, fikir farklılığı değildir. Fetö fikriyatı her gruptadır. Grupların “abi zinciri”ni izlerseniz, karşınıza mutlaka ÖHD elemanlarından biri veya birkaçı çıkacaktır.

PNY’nin bu hareketine, asıl ekolden Isparta’da Hüsrev Efendi kökten karşı çıkıyor. Gladio ekiplerinin ilk mücâdelesi bunlarla oluyor. Hüsrev Efendinin ekibi, “Yazıcılar” olarak ekolden kopuyor, kavga sonunda müstakil kalıyor. O kavga, basını elinde tutan Gladio ekibinin isminin duyulmasına yarıyor.

Kastamonu’da Mehmed Feyzi Efendi tamâmen inzivâya çekilerek “sükûtî” olmayı tercîh ediyor, suskunluğa bürünüyor. Ekolün ikinci adamı olan Hulusi Bey ise, Elazığ’da kendisini bütün bu kavgaların dışında tutuyor, kendi hizmetiyle meşgul oluyor.

1971 Muhtırasıyla güya Fetullah Gülen ve Bekir Berk, İzmir’de hapse konuyor. İki ÖHD elemanı ajan, o mahkeme süresinde sözde ayrışıyorlar. Bekir Berk “Nurcu” olarak kalıyor, Fetullah Gülen ise “Nurcu değilim” diyerek ayrı kollara bölünüyorlar.

Ne garibdir ki, yurt dışına gitmek zorunda kalan Bekir Berk, Cidde’de “Nurcu” Mustafa Sungur’ların evinde, “Nurcu olmayan” Fetullah Gülen’le kanka muhabbeti yapıyorlar! Bekir Berk hastalanıp yurda dönünce, Londra’daki hastane masraflarını Fetullah Gülen karşılıyor, ona Beyazıt’ta bir ev tahsis ediyor; ölünce de cenaze namazını Berk’in vasiyeti gereği bizzat Fetullah Gülen kıldırıyor.

Yine ne garib ki, “Nurcu olmayan” Fetullah Gülen, Nurcu mutlak vekillerin ana omurgası olan “Hizmet Vakfı”nın mütevelli heyetine seçiliyor, “Said Özdemir, Abdullah Yeğin, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Hüsnü Bayramoğlu” isimli mutlak vekillerle birlikte çalışma protokolü imzalıyor. 1990’larda, 4 “mutlak vekil”in imzasıyla neşredilen bir mektûbda, Fetullah Gülen’in bu abilerin yayınevlerinden TIR’lar dolusu kitab satın alıp dağıttığı belirtilmektedir. 15 Temmuz kalkışmasına kadar bu işbirliği açık-gizli devâm etmiştir. Paralel Nurcu grupların hemen tamamı, FETÖ hareketinin arka bahçesi gibi hizmet vermiştir. Detayları ise ayrı birer kitab hacmindedir.

Özellikle, günümüz gençliğinin Risaleleri anlama konusunda karşılaştığı söylenen zorlukların aşılmasıyla ilgili çalışmalarınız var mı? Risâle-i Nûr külliyyâtının bugünkü nesillerce anlaşılamaması bir gerçektir. Ama, bu anlayamama, eserin dilinden kaynaklanmıyor. Eğer sâdece kullanılan Osmanlıca kelimeler bu anlamamaya sebeb olsa idi, eline lügat alanların bu zorluğu aşabilmesi gerekirdi. Buna rağmen aşılamıyorsa, demek sebeb başkadır.

Risâlelerin konusu, İslâm dîninin iki ana temeli olan “Akáid ve Hakíkat” ilimleridir. Yani, dînin “îmân” konularını işleyen Kelâm ile, “metâfizik” konularını işleyen Tasavvuf ilimlerinin Kur’ân kaynaklı gerçek bilgilerini ihtivâ etmektedir. Bu zamânda ise, “akáid” hiç bilinmemekte, “tasavvuf” da tamâmen kuruluş hedefinden saptırılarak 5. Kol aparatlarının yuvalandığı rant merkezlerinin oyuncağı durumundadır.

Harf devriminden bu yana tamâmen kökünden koparılan yeni nesillerin, bu hiç bilmedikleri ilimlerin dilini anlayamamaları elbette normaldir. Çünkü, kullanılan deyimler bu iki ilmin dilini taşımaktadır. İşte anlaşılamayan yer burasıdır. O zamân, bu iki ilmi de bilen uzmanların, Risâlelere “şerh” yapmaları gerekir. Yapılacak açıklamaların ise, o iki ilmin çerçevesi içerisinde temelde Kur’ân kaynaklı olması gerekir. Nurcu câmiada bu vasıfları toplayan uzman maalesef bulunmamaktadır.

Tahşiye Yayınlarında eserlerini neşrettiğimiz Molla Muhammed Doğan, işte bu iki ilimde uzman bir isimdir. Risâlelere yaptığı yetmişe yakın şerhlerle, bugünkü nesle o kıymetli eserlerin mesajını doğru anlatmaya çalışmaktadır. Fetö örgütünün Tahşiye Kumpası ile Molla Muhammed’i ve şerhleri neşreden bizi hapse attırması, işte bu eserlerin anlaşılmasını istememeleri yüzündendir.

2003’te yayınevini kurduktan sonra çıkardığımız kitablar , Risâlelerin doğru anlaşılmasını te’mîn ettiği gibi, aynı zamânda Gülen hareketinin yanlışlarına karşı da panzehirler idi. Gülen hareketinin yaydığı dinî, siyâsî yanlışların dindeki doğrularını delilleriyle ortaya koyuyorduk. “Dinlerarası diyalog, tesettür, zekat, kurban, cihâd, Muhammedün Rasûlullahsız din, faize ve diğer haramlara fetva vermek, vb” temel mes’elelerde nasıl din çizgisinden çıktıklarını isbât ediyorduk.

Binâenaleyh, bütün Paralel Nurcu grupların, birleşerek 2010’da kumpas kurup bizi içeri atmaktan başka çâreleri kalmamıştı. Bizi Vatan Emniyet’e aldıklarında, bir gece beni “beyaz sorguya” çıkarmışlardı. TEM Şube Müdürü Yurt Atayün, “Sizin sözünüz tesir ediyor!” diyerek, bir gerçeği ortaya koymuştu. Evet sözümüz Anadolu sathında tesir ediyordu, FETÖ de bundan son derece rahatsızdı. Fetö ile mücâdelemiz, “Tahşiye Kumpası” da’vası ile taçlandı, mahkeme safahatı bunun delilidir. Risâle-i Nurları anlamak isteyen samîmî Müslüman kardeşlerimizin bu şerhleri okumaları elbette elzemdir.

Sürekli olarak, KÖZ denen bir yapılanmadan bahsediyorsunuz, nedir KÖZ? biraz açar mısınız. KÖZ ile FETÖ arasında bir fark var mı?

Sorunuza bir anektod ile girmek isterim. Adliyeden emekli bir hâkim dostumuz, bir gün yaşadığı bir hâdiseyi aktarmıştı. Konuyu kavrayabilmemiz için bu nokta mühimdir. Hâdise şöyle:

Hâkim bey ve arkadaşları, Fetullah Gülen henüz İstanbul’da ikámet ederken, Altunizade’deki yerde kendisini ziyâret etmişler. Gülen’in, gelen hâkimlere söylediği şu sözler çok dikkat çekicidir:

“Biz öyle bir yapı kuracağız ki; farz-ı muhâl, bir kuruluşa yerleştirdiğimiz adamlar bir gün oradan alınırlarsa, onların yerine getirilecek kişiler de bizim adamlarımız olmalı. Eğer onlar da alınırlarsa, onların yerine gelebilecek olanlar da bizim adamlarımız olmalı!”

İç içe dâireler gibi kurgulanmış bir yapıdan bahsediyoruz. Bilhassa 15 Temmuz’dan sonra yapılan Fetö mücâdelesinin zayıflığı veyâ sâde suya tirit kalması, işte örgütün bu karmaşık yapısı sebebiyledir.

KÖZ’e gelince… Fetö’yü kuran akıl, Gladio ve Vatikan vâsıtasıyla İngiltere idi. 1990’ların sonunda örgüt beynelmilel güce erişince, global sâhada İngiliz hâkimiyetini geri çekilmeye mecbûr eden ABD, medyaya sızan bilgilere göre 55 milyar dolara Fetö’yü satın alıyor. Bu satış sonunda, örgütün içindeki İngiliz ekibi tasfiye ediliyor. Nurcuların mutlak vekillerinden Said Özdemir’in oğlu Kemalettin Özdemir, Mustafa Sungur’un oğlu Muhammed Nur Sungur ile berâber pasifize edilenler arasında kalıyor. İşte KÖZ’ün doğuş hikâyesi budur.

O tasfiye süreci başladığında Kemalettin Özdemir, Fetö’nün “MİT ve Emniyet mahrem imamı” idi. Örgütün bütün arşivi Kemalettin Özdemir’in kontrolünde idi. Emrindeki polis ve istihbârât gücü ile KÖZ ekibini toplayarak görünüşte Gülen aleyhine yeni bir yapılanmaya gitti. İki farklı “antiFetöcü-Fetöcü” görüntülü örgüt ortaya çıkmıştı. Görüntü farklı idi, ama hedefte aynı idiler. KÖZ’ün i’tirâfçılığı da, Fetö aleyhtarlığı da gerçek değildir. Sâdece dış istihbârât kaynaklarına bağlılık farkı vardır.

Fetö’nün bütün dindar gruplar arasındaki yapılanması, KÖZ üzerinden olduğu için; Fetö’nün devlet eliyle tasfiyesinden sonra da bütün cemaatlerdeki Fetö unsurları hep bu KÖZ’ün elemanlarıdır ve hâlâ aktiftirler. Molla Muhammed’e ve bize sosyal medyada saldıran farklı renkte kişilerin ortak noktası, KÖZ’le irtibatlarıdır. Ana grup Fetöcülerden tek farkları “Fetö’ye söven Fetöcü” görüntüleridir.

Kamuoyu tarafından KÖZ'ün lideri olduğu bilinen Kemalettin Özdemir hakkında Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesinde açılan, örgüt suçları davasıyla ilgili olarak ne söylemek istersiniz?

Kamuoyunda medya vâsıtasıyla tanınan KÖZ ve lideri Kemalettin Özdemir, terör örgütü Fetö’de hizmet ettiği yıllarda “MİT ve Emniyet mahrem imamlığı” konumuna yükselmişti. Paralel Nurculuk Yapılanması içinde Gladio adına ajanlık yapan ve “mutlak vekil” olarak lider pozisyonuna getirilen babası Said Özdemir de Nurculuk noktasında “arşiv” sáhibi idi. Gladio bağı áileden gelen Kemalettin Özdemir, mahrem imamlığı döneminde örgütün işlediği bütün kriminal hâdiselerden elbette haberli idi. 2010’de örgütün bize yaptığı “Tahşiye Kumpası” dahi Kemalettin Özdemir’in bilgisi dâhilinde idi. Devlet elbette bunun üzerine gitmelidir, karanlık noktaları hukuk ortaya çıkarmalıdır. Bütün paralel yapıları tasfiye etmek elbette devletin aslî görevidir…