Halkın Makbul İlimler Arasında Kabul Ettiği, Fakat Gerçekte Makbul Olmayan İlimler (2)
Hz. Ali Basra mescidinde hikâye anlatan bir adamı kovmuştur. Fakat aynı Hz. Ali (r.a)., Hasan Basrî'nin mescidinde yaptığı va'za mânî olmamıştır; çünkü Hasan Basrî (r.a), âhiret ilmi, ölüm, nefsin ayıplarını gösterme, amellerin âfeti, şeytanın iğvaları ve bütün bunlardan sakındırmak hususunda va'z ediyordu. Aynı zamanda Allah'ın nimetlerini, kulun bu nimetlerin şükründe kusur ettiğini, dünyanın ayıplarını sayarak hakir ve geçici bir yer olduğunu; dünyanın hiçbir şeyinde vefa bulunmadığını, âhiretin tehlikelerini ve şiddetli azâplarını anlatıyordu. İşte bütün bunlar şer'an güzel kabul edilen zikir olduğu için, bunlardan konuşmakta büyük bir fayda vardır. Bu tür bir zikrin gerekli olduğunu Ebu Zer Gıfarî'nin (r.a) rivayet ettiği şu hadîsten anlıyoruz:
Zikir (ilim) meclisinde hazır bulunmak, bin rek'ât nâfile namaz kılmaktan daha hayırlıdır. (Bir zikir meclisinde bu lunmak), bin hastayı ziyaret etmekten daha hayırlıdır. (Bir ilim meclisinde bulunmak), bin cenaze merasiminde hazır bulunmaktan daha hayırlıdır. Allah'ın Rasûlü'ne 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bu meclislere gitmek, Kur'an okumaktan da mı üstündür?' diye soranlara Allah'ın Rasûlü (s.a) şöyle cevap vermiştir: 'İlim olmadan okunan Kur'an'ın bir fay dası olur mu'?134
Atâ şöyle demiştir: 'Bir zikir meclisine iştirâk etmek, yetmiş lehviyat meclisine girmenin kefareti olur'.
Zâhirperestler bu hadîs-i şerifleri nefislerinin tezkiyesine dair bir hüccet kabul etmişler ve zikir ünvanını da, yapmış oldukları kötü hurafelere ad olarak takmışlardır. Onun için güzel ve esas olan Zikr'in asıl mânâlarından uzaklaşmışlar, ihtilâflı kıssalarla meşgul olmuşlar, keyiflerine göre eksiklik veya ziyadelikler icad etmişlerdir. Kur'an-ı Hakîm'de vârid olan kıssaların sebebinden uzaklaşılmış ve o kıssalara kendi hissiyatlarından doğanları ek lemişlerdir. Kıssaların bir kısmını dinlemekte fayda varsa da; bir kısmı da doğru olmasına rağmen zararlıdır. Nefsi için bu kapıyı açan bir kimse, eğri ile doğruyu, yararlı olanla zararlı olanı karıştırır ve bundan ötürü tehlikeli bir duruma düşer.
Hikâyeciliğin menedilmesinin sebebi de bu tehlikeden korunmak tan başka bir şey değildir.
Yine bu sebepten dolayı Ahmed b. Hanbel şöyle buyurmaktadır: İnsanların, doğru hikâyeler anlatan insanlara ne kadar ihtiyacı vardır?'
Şayet bir hikâyeci peygamberlerin kıssalarından bahsediyor ve aynı zamanda kendisini dinleyenlere dinî emirleri bildiriyorsa; kısaca doğru şeyleri hikâye ediyorsa, ben böyle birinin hikâyele rinde hiçbir zarar görmemekteyim. Ancak yalan söylemekten, halkın anlamayacağı bir şekilde peygamberlerin hayatlarından hikâyeler anlatmaktan, çok zararlı olacağı için bu hareketlerden şiddetle kaçınmalıdır. Peygamberlerden hasıl olan zellelerin ardından onların yaptıkları hasenâtı anlayamayacağı için, kendi hatâlarının da affedileceği inancına saplanarak kendisini büyük bir tehlikeyle başbaşa bırakır. 'Bir kısım meşayihten ve ümmetin büyüklerinden şöyle ve böyle rivayet edilmiştir' diyerek kendi düşüncelerini haklı görmek ten şiddetle kaçınmalıdır insanlar... Hikâyeciler kendi fikirlerini delillendirmek için çoğunlukla böyle davranırlar.
Böyle yapan her kes büyük bir günah işlemiş olur. Çünkü bu hareket 'Ben Allah'a isyan etmiş ve kusur işlemişsem eğer, bu kusurları benden çok daha faziletli olan büyük insanlar da işlemişler' demekten başka bir mânâ taşımaz. Bu tür şeylerden bu şekilde bir hüküm çıkarabilirler ve bu hükümle bilmeden kendilerini Allah karşısında cüretkâr bir duruma getirirler.
Bu iki mahzurdan; yani yalan ve rezillikleri anlatmaktan sakınıldığı takdirde hikâye anlatmakta bir zarar yoktur. Bu tak dirde hikâye güzel olur ve Kur'an'ın zikrettiği haber hâlini alır. Nitekim değerli kitaplarda bu tip hikâyelerin çokça yer aldığını görmekteyiz.
Bir kısım insanlar, ibadetlere teşvik edici hikâyeler anlatmayı güzel bulurlar. Çünkü bu hikâyelerin amacının insanları hakka dâvet etmek olduğunu düşünmektedirler. Halbuki bu, şeytanın bir yanıltmasıdır. Zira doğruyu anlatmak kâfidir.
İnsanı yalana sev kedecek hiçbir sebep yoktur. Allah'ın ve Rasûlü'nün emirlerini an latmak kâfi olduğu için va'zlarda uydurmalara hiçbir ihtiyaç yoktur. Söze aslında olmayan ilâveler katmak mekruh bir hareket değil midir?
Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a), kendini zorlayarak ve cümleleri süsle yerek konuşmaya çalışan oğlu Ömer'e şöyle demiştir: 'İşte seni bana hor gösteren hareketin, süslü cümleler kurmak için kendini zorlamandır. Bu huyundan vazgeçmedikçe, hiçbir ihtiyacını karşılamayacağım'. Bu sözü, oğlu kendisinden bazı ihtiyaçlarını karşılamak için bir şeyler istediği zaman söylemiştir.
Hz. Peygamber (s.a) kelimeleri süsleyerek ve kendini zorlaya rak konuşan Abdullah b. Revaha'ya hitaben şöyle buyurmuştur: Ey İbn Revaha! Kelimeleri kâfiyeli söylemekten ve bu ko nuda kendini zorlamaktan sakın!135
Dinen mahzurlu olan seci', iki kelimeden fazla olan seci'dir. Bu sırra binaen ceninin diyeti hakkında 'içmeyen, yemeyen, bağırmayan ve ağlamayan bir parça et için ne diye diyet verelim? Bu, boş yere mal vermektir.. diyen kimseyi Hz. Peygamber (s.a) şöyle azarlamıştır. Göçebelerin kâfiyeli konuşması gibi mi konuşmak istiyorsun? 136
Şiirlere gelince, va'z ve nasihat ederken çokça şiir söylemek çirkin görülmüştür, Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Şairlere ise, sadece sapık kimseler uyar. Görmez misin? O şairler, her vâdide şaşkın dolaşırlar. (Şuarâ/224-225)
Biz ona (peygambere) şiir öğretmedik, ona yaraşmaz da! (Yâsin/69)
Vâizlerin, âdet edinerek okudukları şiirlerin çoğu aşk, mâşukun güzelliği, kavuşmak ve ayrılık acısıyla ilgilidir.
Böyle va'zları dinleyen cemaatin çoğunu halkın en ahmak tabakası teşkil eder. Bu ahmakların şehvet duygularından başka hiçbir şeyle ilgilenmedikleri ve kalplerinin ise güzel şekillere bakmaktan başka bir işe yaramadığı bir gerçektir.
Böyle bir cemaatin bu lunduğu yerlerde, yukarıda sözü edilen şiirler okunduğu zaman, bu kişilerin şehvet hislerini gıcıklamaktan başka bir sonuç elde edilmiş olmaz. Bu insanlar, saklı ateşin alevlenmesinden dolayı bağırıp çağırarak raksetmeye çalışırlar. Şiir çoğunlukla dinin ta mamına zarar verici bir fesad âleti olmaktadır. Bu nedenle mev'ize ve hikmetli sözleri ihtiva eden şiirler ancak istidlâl yoluyla nakle dilebilir, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Şiirin bir kısmı hikmettir.137
Şayet meclisi teşkil edenler havasstan kimseler ise ve onlardan başkası da yok ise; o zaman halka zarar veren şiir türleri okunabi lir, çünkü havassa böyle şiirler bir zarar vermez. Çünkü üstün de recelere ulaşmış ve kalpleri arınmış kimseler ne dinlerlerse dinle sinler, dinlediklerini kalplerindeki muhabbete malederler. Bunun hakikatini Sema' adlı bölümde uzun uzun anlatacağız. Bu sırra binaen meşhur Cüneyd-i Bağdâdî, ancak on kişiye hitabda bulunur ve cemaat on kişiden fazla olduğunda konuşmasını keserdi. Cüneyd'in hiçbir zaman yirmi kişilik bir cemaata hitap ettiği gö rülmemiştir. Bir cemaat İbn Salim'in130 kapısına giderek, kendisine 'Arkadaşlarm seni dinlemek için hazırlandılar, çık da onlarla konuş!' dediklerinde İbn Sâlim 'Hayır; bunlar benim ar kadaşlarım değil. Onlar ancak meclisin arkadaşı olabilirler. Benim arkadaşlarım havass insanlardır' diye cevap vermiştir.
Şatahat'a gelince bu terimle bir kısım sûfilerin sonradan ilâve ettikleri iki hususu kastediyoruz: Birincisi, Allah aşkı hakkındaki uzun iddialardır. Yâni zâhirî amellerin yerine geçen kavuşmadır. Hatta bu mevzuda bir grup, Allah ile birleştiğini bile iddia etmiştir. Öyle ki Allah ile ara larındaki perdelerin kalktığını, Allah'ı alenen gördüklerini ve şifahî olarak kendileriyle konuştuğunu iddia etmektedirler! 'Allah bize şöyle dedi, biz de ona şöyle cevap verdik' gibi sözler söylemek suretiyle, kendilerini daha önce bu sözleri söyleyen ve söylediği bu kabil sözlerden ötürü idam edilen Hüseyin b. Mansur el-Hallac'a, (Hallac-ı Mansur'a139) benzetmeye çalışırlar. Hallac'ın Ene'l-Hak sözüyle istişhad etmektedirler.
Beyazıd-ı Bistamî'nin140 'Subhanî, Subhanî; (ben ortaktan münezzehim, benim hiçbir ortağım yoktur) sözüne uyarak bir takım neticeler çıkarmaya çalışırlar.
Bu tür konuşmalar halka çok büyük zarar verir. Öyle ki, çiftçi lerin bir kısmı bu sözleri duydukları zaman çiftlerini, çubuklarını bırakarak bu kuru dâvalar arkasında koşmaya başlamışlardır. Çünkü bu konuşmalar acaip oldukları için insanlara cazip gel mektedir. Zira böyle konuşmalardan sonra insanlar kendilerini birtakım ibadetlerden kurtulmuş sanıyorlar. Bu ne büyük bir felâ kettir! Nefsin yüksek makamlara çıkması ve Allah'la hallenmesi felâketi de bunun çabası.., Ahmak insanlar bu kuru dâvaları ta hakkuk ettirecek kudreti nefislerinde daima görürler ve birtakım mânâsız ve zâhiren güzel görünen içi berbad kelimeleri söylemek ten de geri kalmazlar.
Eğer onlara böyle konuştukları zaman itiraz edilirse, hemen şöyle cevap vermeye yeltenirler: 'Sizin bu itirazınız ilminizden ve tartışmaya merakınızdan geliyor. İlim hakikatlerin önüne çekilen perdeden başka birşey değildir. Cedel ise nefsin hoşuna gittiğinden, hiçbir kıymeti yoktur. Oysa bizim bütün söyledikleri miz bâtın hallerinin dile dökülmesidir. Bunları, bâtınımıza hak nûrunun keşfolunması gösteriyor ve hak, bizim bâtınımızda tecelli ediyor.
İşte bu ve buna benzer iddialar, İslâm memleketlerini tehlikeli bir yangın gibi sarmış ve bu yangın bilhassa halk tabakasını yakıp kül etmeye neden olmuştur. Bu gibi sözleri söyleyen bir kimseyi öl dürmek, Allah indinde on kişiyi diriltmekten daha hayırlı bir iş olur.
Beyazıd-ı Bistâmî'ye mal edilen söz, onun ağzından çıkmamıştır. Böyle bir sözün ona mal edilmesi kesinlikle doğru değildir. Şayet buna benzer bir söz onun ağzından çıkmış ise, o zaman bu sözü kendisine değil, Allah'a ait olarak hikâye edip konuştuğunu kabul etmek gerekir. Allah'ın dininden bahseder ken, ona ait malûmat içinde böyle bir sözü de söylemiş olabilir. Nitekim Allah Teâlâ (c.c) hakkında malûmat verirken şu sözleri söylediği gibi: 'Muhakkak ben Allahım, benden başka ilâh yoktur, O halde bana ibadet edin'. Bu bakımdan Bistâmî, bu kelâmı ancak Allah kelâmı olarak hikaye etmiş olabilir. Yoksa o kelâmı kendi adına söylemiş ol masını mümkün göremeyiz.
İkincisi, mânası anlaşılmayan birtakım kelimelerden ibarettir. Bu kelimelerin zâhiri, gayet hoş ve dehşetengiz mânâlar taşımaktadır. Fakat hepsi bu kadardır. Bunların ötesinde bir mânâ ifade etmezler. Bu kelimeleri söyleyen mânâlarını bilmez, sadece aklının noksanlığından dolayı kendi içinden geçirdiği saç malıkları bu kelimelere yükler. Hiçbir zaman ağzından çıkan bu kelimelerin mânâsına nüfuz edebilmiş de değildir. Bazıları bu mânâyı anlar, fakat gayesini anlatmaya muktedir olamadığı için, bu ibareleri yerli yerinde kullanamaz. Çünkü ilmi az olduğu için mânâların hangi terimlerle ifade edileceğini bilemez. Bu tür söz lerde bir fayda yoktur. Bu gibi kelimeler kalpleri yaralar, akılları dehşete düşürür ve zihinleri hayrette bırakır ve hiç de kastedilme yen mânâların anlaşılmasına yol açar."işte böyle olduğu zaman herkes arzularının peşine takılır ve bu kelimelerden istediği gibi mânâlar çıkarmaya başlar.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır: Sizden herhangi biriniz bir topluluğa anlamadıkları bir tarzda konuşma yaparsa; bu kimsenin konuşması, dinleyen ler için bir fitne olur.141
İnsanlara anladıkları bir tarzda hitab edin. İnsanlarla an lamadıkları tarzda konuşmaktan salanın. Acaba siz Allah ve Rasûlü'nün tekzib edilmesini ister misiniz?142
Allah Rasûlü'nün menettiği konuşmalar, ancak konuşanın kendisi tarafından anlaşılan, fakat dinleyenlerin anlamadığı konuşmalardır. Bu konuşmaları dinleyenler, anlamadıkları için konuşmayı asla zihinlerine yerleştiremezler. Bir de konuşanın bile anlamadığı kelimelere ne buyurulur? Konuşan kendi sözlerinin mânâsını bilir de, yalnız dinleyenler bu mânâyı anlamasalar bile böyle bir konuşma helâl olmaz.
Hz. îsâ şöyle demiştir: 'Hikmeti, ehil olmayan kimselere ema net etmeyiniz ki, hikmete zulmetmiş olmayasımz. Hikmeti, ehil olan kimselerden kıskanmayınız ki, anlayanlara, idrâk sahiple rine zulmetmiş olmayasınız. Şefkatli bir hekim gibi olunuz ki, he kimler merhemi sadece yaraya sürerler'.
Hz. İsâ'nın (a.s) bu sözü şöyle de rivayet edilmiştir: 'Hikmeti, ehil olmayan kimselere devretmeye çalışan bir kimse cahildir. Hikmeti, ehlinden saklayan bir kimse ise zâlimdir. Hiç kuşkusuz hikmetin bir hakkı vardır ve bir de ehli vardır. Öyleyse her hak sa hibine hakkı verilmelidir'.143
Tamat'a gelince, şatahat konusunun tamamı tamat ile ilgili dir. Bununla birlikte tamatın kendine ait hususî bir vasfı daha vardır. Bu hususî vasıf ise şeriata ait kelimeleri zâhirî mânâ larından ayırarak bu kelimelere zorla hiçbir faydası olmayan bâtınî mânâlar vermeye çalışmaktır. Tıpkı bâtınîlerin Kur'an ve hadîs üzerine yaptıkları te'vil gibi... İşte bunun için tamat da, şatahat da haramdır ve zararı büyüktür. Çünkü şeriat sahibinden gelen bir nakle dayanmayan ve bir zarurete binaen aklî bir delile istinad etmeyen te'vil ile kelimeleri zâhirî mânâlarından başka mânâlara çevirmek, kelimelere olan itimadı tamamen sarsar, bu durumda Allah'ın ve Rasûl'ün sözleri de anlaşılmaz bir hale gelir. Çünkü artık kelimelerin bir mânâsı kalmamıştır veya daha doğru bir deyişle herkes her kelimeye kendi istediği mânâyı vermiş ve hükümler ortadan kaldırılmıştır. Öyle ki artık her kelimeden bâtınî mânâlar çıkarılır olmuştur. İşte en büyük felâketlerden biri budur. Bu zararı çok büyük olan hâl, halk arasında çok yaygın olan bid'atlerdendir. Bu bid'atleri icad edenler, acaiplikler ar kasında koşmak suretiyle şöhrete ulaşmak isteyen kimselerdir.
Zira insanoğlu tabiatı icabı, daima acaipliklere meyletmiş ve acaip likleri temsil ettikleri sanılan kimseleri, büyük adam olarak bilmiştir. İşte insanın garip şeylerden zevk almasını, bu şarlatanlar istismar etmişler ve halkın gözünde birer kahraman kesilmişlerdir.
Bâtınîler, korkunç bâtıl telakkîleriyle şeriatın büyük temelle rini sarsmaya yeltenirler ve şeriatın zâhir olan hükümlerini te'vil ederek, (bunları yıkmak için kaleme aldığımız el-Müstezhir isimli kitabımızda da belirttiğimiz gibi) şeriatın tamamını kendi te'villerine göre bina etmeye çalışırlar. Tamat ehlinin te'viline bir misal olarak şu ayetin te'vilini gös terebiliriz. Haydi artık Firavun'a git, çünkü artık o çok azdı. (Nâziat/17)
Bunlar, ayet-i kerîmede geçen Firavun kelimesini, zalim Firavun'a değil de, kalbin bir hâline hamlederek 'Firavun' dan maksad, insana saldıran kalptir' demişlerdir. Yine bunlar Kasas sûresinin 32. ayetinde geçen 'Ve asânı yere bırak' cümlesindeki asâ kelimesini, insanın güvendiği ve Allah'tan başka itimad ettiği şeylere atfetmişler ve bunları kaldırıp atmanın gerekli olduğunu söylemişlerdir.
Hz. Peygamberin (s.a) 'Sahur yemeğini yeyiniz, çünkü sahurda bereket vardır'144 sözünü şöyle te'vil etmişlerdir: 'Sahur kelimesinden murad, seher vaktinde istiğfar etmektir'.
Bu adamlar o kadar ileri gitmektedirler ki, Kur'an-ı Kerîm'i baştan aşağıya te'vil etmeye kalkışmakta, İbn Abbas'dan itibaren bütün Kur'an müfessirlerini bir yana atarak bütün ayetleri kendi anlayışlarına göre tahrif etmektedirler. (Zaten bunu yapabilmek için böyle bir yola başvurmuştur bu sahtekârlar). Bâtınîlerin ve te'villerinin bir çoğunun bâtıl olduğu apaçık bi linmektedir. Tıpkı Firavun'u kalp ile tefsir etmeleri gibi...
Firavun, elle tutulan ve gözle görülen bir kişidir. Varlığı teva tür yoluyla bize kadar gelmiştir. Gene aynı Firavun'un Hz. Musa tarafından hakka dâvet edildiği de tevatür hâlindedir. Firavun kendisinden sonra yaşamış bir Ebu Leheb, bir Ebu Cehil ve sâir kâ firler gibi bir kâfirdir. Firavun, asâ ve sahur; şeytan ve melek gibi hiss ile bilinmeyen şeylerden değillerdir ki onları teVile çalışalım. Sahurun seherde istiğfar mânâsına tevil edilmesi de büyük bir hatadır. Çünkü sahurun ne olduğunu bizzat efendimiz hareke tiyle bize bildirmiştir. Allah'ın Rasûlü sahur zamanında yemek yer ve etrafındakilere şöyle derdi: Bereketli gıdaya geliniz.145 Tevatür, hiss ve nakil yoluyla gelen bütün ölçülere göre, bu gibi te'viller bâtılın en aşağı derecesidir.
Bu tevillerin bâtıl olduğunu bâzen zann-ı galib ile biliriz. Bu da hissin müdahalesinin bulunmadığı emirlerde olur. Bütün bu te'viller haramdır, dalâlettir, dinî halk tabakası nazarında ifsad etmektir. Ne sahâbeden ve ne de tabiînden bu te'villere benzer riva yetler nakledilmiştir. Halkı hakka dâvet eden ve halka va'z u nasi hatta bulunan Hasan Basrî'den de böyle te'viller nakledilmiş değildir. (Hasan Basrî, kırk sene durmadan sahâbeyi dinleyerek ilim sahibi oldu. Bütün hayatı boyunca sahâbeden dinlediklerini nakletti. Onun dinledikleri kimseler içinde yetmiş Bedir kahra manı ve diğer üçyüz sahâbî vardı. Buna rağmen o böyle teViller yapmadı. Yaptığına dair en küçük bir rivayet gelmemiştir. Bâtınîlerin elinde buna dair en basit bir delil bile yoktur).
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır: Kur'an-ı Kerîm'i kendi görüşüne dayanarak (kaideleri gö zetmeden) tefsir eden kimse ateşte yerini hazırlasın.146
Bu hadîs-i şerifin mânâsını, bâtınîler gibi kendi görüşleriyle tefsir edenlere hamledersek ancak açıklığa kavuşturabiliriz. Şöyle ki: Yukarıda bahsi geçen tevil ve tefsirlere kaçan bâtınî meşrebli bir kimsenin gayesi ve görüşü bir emrin tahkik ve tesbitidir. İşte o emri bir de te'vil yoluyla Kur'an'ın şehâdetiyle tevsik etmek ister. Ne lûgat ve ne de nakil olarak hiçbir delil yokken Kur'an ayetlerini o mânâlara hamletmek ister. Yukarıda zikrettiğimiz hadîs-i şerif 'Kur'an istihraç ve tefekkür yoluyla tefsire tâbi tutulmasın' demi yor. Zira birçok ayet için sahabe-i kirâm ve müfessirlerden beş-altı ve hatta yedi mânâ naklolunmuştur. Biliniyor ki bu mânâların hepsi Hz. Peygamber'den nakledilmiş değildir. Zira bu mânâların bâzan biri diğerini nakzettiği için bir araya toplanmaları mümkün olmuyor. Demek ki bütün bu mânâlar Hz. Peygamber'den işitilmiş değil, belki uzun tefekkür ve anlayış sonucunda ortaya atılmış mânâlardır. İşte bu sırra binaen Allah'ın Rasûlü, İbn Abbas için şöyle buyurmuştur: Ey Allahım! Onu dinde fakih kıl ve kendisine Kur'an'm te'vilini öğret.147
Tamat ehlinden, bu te'villerin lâfızlardan kastedilen mânâlar olmadığını bildiği halde caiz gören ve bununla halkı hakka çağırdığını iddia eden bir kimse; hakikatte doğru olan bir şeyin is batı için Allah Rasülü'nün söylemediği bir sözü uydurup da söyle yen bir kimseye benzer, Bu ise zulüm ve dalâletin tâ kendisi olduğu gibi, ayrıca bu zulmü irtikâb edeni de Allah Rasûlü'nün şu müba rek sözü tehdit etmektedir: Benim söylemediğim bir sözü bana kasden mâleden ve yalan uyduran bir kimse ateşte yerini hazırlasın!148
Bu kelimelerin tevili, bütün bu tehlikelerden daha korkunçtur. Çünkü bu gibi teviller, kelimelere olan itimadı sarsar. Böyle olunca da hiç kimse Kur'an'dan hiçbir mânâ çıkarma imkânı bu lamaz. Böylelikle Kur'an'dan istifade etmek yolları kapanmış olur!
Şeytanın, halkı hakka dâvet edenleri memdûh ve makbul ilim lerden, mezmum ilimlere nasıl çevirdiği ortadadır. Bütün bu felâ ketler, terimleri hakikî mânâlarında değil, başka mânâlarda kul lanan sahtekâr âlimlerin telbisatı sonucunda meydana gelmekte dir. Şayet meşhur terimlere güvenerek ve asr-ı evvelde bilinen hak ikate bakmayarak bu kişilere tâbi olursan, senin durumun tıpkı hekîm denilen, fakat aslında hikmetle alâkası bulunmayan bir kimseye tâbi olup, şeref talebinde bulunan bir kimsenin durumuna benzer. Böyle bir kimse sadece hikmet teriminin şerefiyle yetinmiş olmaktadır.
Zira hikmet tâbiri günümüzde tabibe, şâire ve münec cime mâledilmektedir. Bu kelimeleri bahsi geçen meslek erbabına mâletmek ise, kelimelerin ifade ettiği mânâları bilmemekten (gafletten) doğmaktadır.
Beşincisi ise Hikmet terimidir. Hakîm sıfatı tabiblere, şairlere ve müneccimlere ait bir sıfat oldu. Hattâ yol kenarlarında kuşların pençeleriyle veya köylülerin eliyle kabak döndüren hokkabazlara dahi Hakîm sıfatıyla hitab edilmektedir. Halbuki hikmet, Allah Teâlâ'nın övdüğü ilme denir.
Allah dilediğine hikmeti ihsan eder. Kime hikmet ve rilmişse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri düşünür.(Bakara/269)
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Hikmet'ten bir kelimeyi öğrenmek, kişi için dünya ve onun içindeki varlıkların tümünden daha hayırlıdır.149
Yukarıda naklettiğimiz ayet ile hadîsi dikkatle tedkik ederek hikmetin ne mânâya geldiğini düşününüz ki, sonraları hangi mânâlarda kullanıldığını anlayabilesiniz. Diğer terimleri de hikmet terimiyle mukayese ediniz. Ancak böyle yaptığınız takdirde sahtekâr âlimlerin hilesinden kendinizi koruyabilirsiniz. Zira kötü âlimlerin dine verdiği zarar, şeytanların verdiği zarardan daha dehşetlidir. Çünkü şeytan, insanların kalbinden imanı bu gibi kimseleri vesile ederek çekip alır. İşte bunun için Allah'ın Rasûlune (s.a) halkın en şerlisi sorulduğu zaman cevap vermek ten kaçınmış ve 'Allahım affet' demekle yetinmişti. Ashab, aynı suâli birkaç kere tekrarlayınca da şöyle buyurmuştu: 'Onlar, kötü alimlerdir'.150
Mahmud ve Mezmum (Güzel ve Çirkin) ilimlerin ve iltibasın nereden kaynaklandığını artık öğrenmiş bulunuyorsunuz. Bu ne denle şimdi muhayyersiniz; ister nefsinizi selef-i sâlihîne uydu rursunuz, ister gurur zincirlerine sımsıkı sarılır, halefin ar kasında gidersiniz. Selef-i sâlihinin kendisine meşgale olarak seçtiği güzel ilimler inkıraza uğramış olduğundan bugünün in sanını meşgul eden ilimlerin çoğu bid'attir ve dine sonradan ilâve edilmiştir. Böylelikle Hz. Peygamber'in (s.a) şu mübarek sözü de yerine gelmiş olmaktadır:
İslâm garip olarak başladı ve sonunda da başladığı gibi ga rip olacaktır. Garipler için cennet vardır.151
Bu hadîsi ifade buyurdukları zaman Hz. Peygamber'e 'Garipler kimlerdir?' diye soruldu. O da şöyle cevap verdi: Garipler o kimselerdir ki, halk tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslah edip düzeltirler. Halk tarafından öldü rülmüş (terkedilmiş) olan sünnetimi de ihyâ ederler.152
Garipler o kimselerdir ki, sizin bugün üzerinde olduğunuz hakîkate sarılırlar.153
Garipler, sayıları pek az olan sâlih kişilerdir. Fakat bu kişiler, sâlih olmayan, fertleri çok olan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğz eden ise çoktur.154
Gerçekten de selef-i sâlihînin ilimleri bugün gariptir. O kadar ki günümüzde bu ilimleri hatırlatanlar sevilmemektedir. İşte bu sırra işaret etmek isteyen Süfyân es-Sevrî şöyle demiştir: 'Bir âli min dostunun çok olduğunu gördüğün zaman bilmiş ol ki, o âlim hak ile bâtılı birbirine karıştırmıştır. Zira hak ile bâtılı birbirine karıştırmamış olsaydı, dostu az düşmanı çok olurdu'.
Mahmud (Güzel) İlimlerin Memduh Olan Miktarı Bu itibarla ilim üç kısma ayrılır: 1. Azı da çoğu da mezmum (çirkin) olan ilim 2. Azı da, çoğu da mahmud (güzel) olan ilim; ne kadar fazla olursa o kadar güzeldir. 3. Kifayet edecek miktarı güzel, kalan kısmı ise güzel olmayan ilim İlmin durumu aynen bedenin hâline benzer. Bedene ait bazı haller vardır ki azı da, çoğu da güzeldir. Meselâ, sıhhat ve güzellik gibi...
Diğer bir kısmı ise, mûtedil davranıldığı zaman güzel, haddi aşıldığı zaman çirkindir. Meselâ malını Allah yolunda vermek gibi. Haddi aşarak verilen şey sadakadır, fakat güzel değildir. Çünkü israftır. Meselâ şecaatin bir dalı olan tehevvür gibi. Tehevvür, şecaatin bir bölümüdür ama güzel değildir. Halbuki şecaat güzeldir. İşte ilim de aynen böyledir. Azı da, çoğu da kötü ve çirkin olan ilim, ne ahirete ve ne de dünyaya bir faydası dokunmayan ilimdi. Ne dünyaya, ne de ahi rete yaramayan ilmin faydasından çok zararı dokunacağı herke sin kabul edeceği bir gerçektir. Sihir, tılsım ve yıldız ilimleri gibi...
Bu ilimlerin bir kısmında hiçbir fayda yoktur. Dolayısıyla bu ilimlerle meşgul olmak insanın en kıymetli sermayesi olan öm rünü boşuna harcaması demektir ki değerli bir sermayeyi boşuna harcamak çirkin ve kötü bir harekettir. Bu ilimlerin bir kısmının zararı, dünyaya yaradığı zannedilen kısmından daha ağır bas maktadır. Zira bu kısmında geçici bir menfaat var ise de, verdiği zarara nisbetle bu menfaat hiç denecek kadar azdır.
Her tarafıyla mahmud (güzel) olan ilme gelince, bu ilim, Allah'ın sıfatlarını, fiillerini, halk arasındaki Sünnet-i ilâhîyesini ve âhireti dünyadan üstün kılmasının hikmetini beyan eden ilim dir. İşte bu ilim bizâtihi istenen ilmin tâ kendisidir. Çünkü ancak bu ilimle insanlar ebedî saadete ulaşırlar. Bu ilmi elde etmek için insanın vargücüyle çalışması bile kendisini kusurdan kurtarmaz. Zira bu ilim idrâk edilemeyecek kadar geniş ve dibi bulunamaya cak kadar derindir. Herkes kendi gücü nisbetinde ancak bu der yanın sahil ve sığ yerlerinde gezebilir. Bu denizin etrafında ve sığ yerlerinde ancak peygamberler, kâmil velîler ve Allah ilminde rü sûh kesbeden âlimler gezebilirler. Elbette ki onlar kendi derecele rine ve Allah Teâlâ'nın kendileri için takdir ettiği derinliklere ka dar dalabilmişlerdir.
İşte kitaplarda yazılı olmayan gizli ilim budur. Bu ilmi insan ancak öğrenmeye çalışmakla ve âhiret âlimlerinin ahvâlini iyi bilmekle elde edebilir. Âhiret âlimlerini tanıtacak alâmet-i fârika lar ilerideki bölümlerde izah edilecektir. İşte bu ilmi bilmek için yapılacak iş budur. Âhirette ise, bu ilmi elde etmeye çalışmak, mü cahede, kalb tasfiyesi, dünya meşgalelerinden kalbin kurtarılması ve bu dünyada peygamberlerin ve kâmil velilerin arkasında gitmek ile onları örnek almak yardım eder.
Evet, bütün bunları yapmak lâzım ki, bu ilmin peşinde olan herkes çalışması nisbetinde değil, ancak nasibi kadar bu ilme sa hip olabileceğini anlasın. Bu sözü, o halde gayrete gerek olmadığı mânâsına almak büyük bir hata olur. Zira gayret, hidayetin anah tarıdır ve hidayetin gayretten başka anahtarı da yoktur.
Bir miktarı güzel, kalanı çirkin olan ilimlere gelince, bu ilim ler farz-ı kifâye bölümünde zikrettiğimiz ilimlerdir. Farz-ı kifâye olan bu ilimlerin her birinde üç mertebe vardır: 1. Lâzım olduğu kadarıyla yetinmek ki bu en azıdır. 2. Ne ifrata ve ne de tefrite sapmaksızın normal bir miktarı elde etmek. 3. Ortalama haddini aşıp ömrün sonuna değin sürekli elde etmeye çalışmak.
Bu duruma göre sen iki halden birine talip ol. Yâni ya nefsinle veya nefsini ıslah ettikten sonra başkasıyla meşgul ol! Sakın kendi nefsini ıslah etmeyip, başkalarıyla meşgul olan kimselerden olma! Nefsinle meşgul olan bir kimse isen, sadece sana farz olan ve du rumunun şartlarına uygun düşen ilmi tahsil etmeye çalış! Namaz, taharet, oruç ve sair ibadetler gibi. Zâhirî amellerinle ilgili ilmi elde etmeye gayret et!
Herkesin ihmal ettiği ilim, kalbin özelliklerini ve bunların gü zelini ve çirkinini bildiren ilimdir. Yeryüzünde yaşayan hiçbir in san çirkin sıfatlardan arınmış değildir. Kötü sıfatlar; hırs, hased, riya, kibir, ucûb ve benzeri sıfatlardır. Bunları terk etmek ve kalp ten uzaklaştırmak vâcibdir.
Bütün bu kötü sıfatlarla malûl olduğu halde zâhirî amellerle meşgul olan bir kimsenin durumu, uyuz bir kimsenin durumuna benzer. Uyuz olan bir kimse, kendisini bu uyuz hastalığından kur taracak ilâçları ihmal ederek, zâhirde görünen yaralarına mer hem sürerse, hiç kuşkusuz saçma bir iş yapmış olur. Bir meselenin dış yüzüyle ilgilenen âlimler, yol kenarında otu rarak, gelene geçene zâhirî merhem tavsiye eden doktorlara ben zerler. Âhiret âlimleri ise, ancak bâtının temizlenmesine, şerri bü tün şekilleriyle ortadan kaldırmaya ve kötülükleri kalplerden sö küp atmaya bakarlar.
Kalp amellerinin zorluğu, buna mukabil zâhirî amellerin ko laylığı birçok kimseleri ürkütmüş, onları kalbi temizlemeye çalışmaktan ise zâhirî amellere sarılmaya sevketmiştir. Bu garip lerin durumu, tıpkı hastalığı kökünden söküp atacak olan acı ilâç ları almaktan çekinip, zâhirî yaralara merhem sürmeye rıza gös teren hastaların durumuna benzer.
Bu hastalar bir yandan dıştaki yaralara merhem sürmek için yorulurken diğer yandan o yaraların kökü daha da derinlere git mekte ve hastalık gittikçe azmaktadır. Şayet âhireti ister ve kurtulmayı murad edersen; ebediyyen helâk olmaktan kaçar saadeti elde etmeye çalışırsan, herşeyden önce hastalıkları derinliğine bil diren ve o hastalıkların ilâcını (Mühlikât bölümünde açıkça söy lediğimiz gibi) tavsiye eden ilmi öğren! Bu ilmi öğrenirsen öğrendiğin bu ilim seni Kurtarıcılar bölümünde zikrettiğimiz ma kamlara çeker ve bu şekilde kesin bir bilgiye, ebedî saadete ulaşmaya namzed olursun. Zira kalp kötü sıfatlardan kurtulunca, o sıfatların yerini övülmüş olan sıfatlar doldurur. Aynen toprağın yabanî otlardan temizlenerek, fideleri ve gülleri yetiştirmeye hazırlanışı gibi...
Şayet kalp, kötü sıfatlardan temizlenmezse, oraya iyi sıfatların girmesine imkân kalmaz. Bu bakımdan halk tabakası arasında farz-ı kifâye olan ilimlerle meşgul olan kimselerin çok olduğu bir zamanda, farz-ı kifâyelerle değil, kalp ilimleriyle meşgul ol. Zira başkasının salâhı için kendisini helâk eden kimse ahmak sayılır. Elbiselerinin cepleri yılanla, akreple ve daha başka öldürücü ya ratıklarla dolu olan kimsenin kendi hayatım düşünmeyerek, başkasının yüzüne konmuş sineklerle meşgul olması ne büyük bir hamakat örneğidir! Zira başkasının yüzündeki sinekleri kovması, kendisini akrep ve yılanların sokup öldürmesine mâni olmaz.
Eğer nefsini ıslâh ederek kötülükleri tasfiye etmiş isen, gü nahın açık ve kapalı bütün şekillerini terketmeye gücün yetiyor ise ve bu hâl sende bir tabiat hâlini almışsa ki bu sıfatın elde edilmesi çok uzak bir ihtimâldir o zaman farz-ı kifâye olan ilimlerle meşgul olabilirsin. Fakat bu ilimlerde yine de tedricî bir şekilde yürümeyi unutma!
İşe önce Allah'ın Kitabı'ndan başla. Allah'ın Kitabı'nı öğrendikten sonra Rasûlü'nün sünnetini öğrenmeye çalış. Daha sonra Kur'an'ın nâsih, mensuh, mevsul, mefsul, muhkem ve müteşâbih ilimlerini öğren. Aynı minval üzere sünnet-i seniyeyi de öğrenmeye çalış. Bütün bunları öğrendikten sonra fıkıh ilminin bir dalı olan mezheb ilminin teferruatı ile uğraş. Sakın üzerinde ihtilâf olan konularla meşgul olma. Bunu da öğrendikten sonra usûl-ü fıkıh ilmine dal. Böylece ömrün müsaade ettiği nisbette diğer ilimlere de el atmaya bak. Bütün ömrünü ilmin bir dalma ve o ilmin zirvesine çıkmak için sarfetme; zira ilim çok, ömür ise kısadır. Bu ilimlerin hepsi birer âlet ve başlangıçtır. Bunların biz zat kendileri amaç değildir. Bunların herbiri başka ilimlerin basamaklarıdır. Bu nedenle başka ilimlere basamak olan herhangi bir ilimle meşgul olarak esas amacı unutup, ihmal etmek doğru bir hareket olmaz. O halde lugat ilmini meramını arapça anlatacak kadar öğrenmeye çalış. Kelimelerden ancak Kur'an'ı ve Sünnet-i anlaya cak miktarını öğren yeter...
Daha doğrusu, Kur'an ve Sünnet'te ge çen garib kelimeleri anlayabilecek kadar Arap dilini bilmek kâfi dir. Daha ilerilere gitmek için vakit kaybetmemelidir. Nahiv il minden Kur'ân ve Sünnet-i çözecek miktarını öğren! Çünkü hiçbir ilim yoktur ki onda üç vasıf bulunmasın. 1. İktisar (lüzumlu miktardan az) 2. İktisad (ne ifrat ve ne de tefrit, tam ortası) 3. İstiksa (normalin üzerine çıkmak, en fazlasını bilmeyeçalışmak)
Diğer ilimleri kıyaslamak imkânının elde edilebilmesi için ha dîs, tefsir, fıkıh ve kelâm ilimlerinin bu üç mertebesine işaret ede lim. Tefsir ilminde iktisar, Kur'ân'ın iki misli olmak demektir. Nitekim böyle bir tefsiri Ali el-Vâhidî en-Nisaburî155 yapmış ve isim olarak da el-Veciz ismini vermiştir.
Tefsir ilminde iktisad mertebesi, Kur'an'm üç misli bü yüklüğünde olan tefsirdir. Nitekim böyle bir tefsiri el-Vasit adı ile yine adı geçen şahıs yazmıştır. Bundan daha büyük tefsir ise, pek de lüzum olmadığı halde bir ömrü bitirir, fakat kendisi bitmez.
Hadîste gelince, hadîs ilminde iktisar derecesi Buhârî ve Müslim'in hadîslerinden birer nüshayı, hadîs metninin ilmine vâkıf olan bir kişinin yanında okuyarak tashih ve tahsil etmektir.
Hadîs ricalinin ismini ezberlemek hususunda, daha önceki hadîs âlimlerinin bu sahada yaptıkları çalışmaları tâkip etmek ye ter de artar bile. O âlimlerin kitaplarına her bakımdan güvenilebi lir. Müslim'in veya Buharî'nin metinlerini ezberlemek zaruri değildir. Ancak bu iki kitabı ihtiyaç olduğu zaman, lâzım olan hadislerin bu kitapların neresinde olduğunu bilip, yerini muhatabına gösterebilecek kadar tahsil etmeniz yeterlidir.
Hadîs ilmindeki iktisad derecesine gelince; Müslim ve Buhârî'nin yanında sahih olan diğer hadîs kitaplarını okuyup, on larda fazla olarak bulunan hadîsleri Müslim ve Buharî'ye kat maktır.
Hadîs ilminde en son hadde varmak ise, bu kitapların dışında kalan hadîs kitaplarından, zayıf, kavî, sahih, sakim hadîsleri nak leden ve hadîs ilminde birçok yollar öğreten hadîs ricalinin ahva lini, isimlerini ve vasıflarını bildiren kitapları mütalaa etmektir.
Fıkıh ilmine gelince, bu ilimde iktisar derecesi İmam Müzenî'nin156 Muhtasar adlı eserinin muhtevasın-ki biz o eseri Hulâsat'ul-Muhtasar adlı kitabımızda tertibe koyduk mütalâa et mektir. Fıkıh ilminde iktisad derecesi Muhtasar isimli kitabın üç misli bir kitap okumaktır ki biz bu miktarı el-Vasit miri el-Mezâhib adlı kitabımızda bildirmiştik. Fıkıh ilminde son derece ise el-Basit isimli kitabımızı ve buna benzer uzun kitaplarda varid olan mal ûmatları okumaktır.
Kelâm 'a gelince, bu ilimden gaye ehl-i sünnetin selef-i sâlihin den naklettiği inançları korumaktır. Kelâm ilminin bundan gayrı bir vazifesi yoktur. Kelâm ilminden bu miktardan fazlasını iste mek, meselelerin sırlarını ve hakikatini başka yollarda aramak demektir.
Ehli Sünnet akâidi, Kelâm'a ait kısa bir kitap okumak suretiyle elde edilebilir. Bu miktar, Kavâid-ül-Akaid adlı eserimizde izah ve beyan ettiğimiz kadardır. Bu kitabımız îhya-i Ulûm'id-Din içeri sinde yer almaktadır. Kelâm'da iktisad derecesi ise yüz sahifelik bir kitabın muhte vası kadardır. Biz bu miktarı el-îktisad fi'l-itikad adlı eserimizde beyan etmiştik.
Ayrıca kelâm ilmine bir de bid'at ehliyle mücadele etmek için ihtiyaç vardır. Bu bid'atlara karşı koymak için müslümanlar Kelâm ilminin savunmalarına muhtaçtır. Çünkü Kelâm ilmi bid'atçının ortalığa yaydığı bid'atları halkın arasından çekip al maya yarar. Fakat Kelâm ilmi, bid'atlar konusunda halk tabakası taassuba saplanmadan önce işe yarar. Bid'atçı eğer cedel ilminden bir şeyler biliyorsa, onu Kelâm ilmiyle hizaya getirmek ve bid'atını kendisine kabul ettirmek pek mümkün değildir. Siz onu sustur sanız bile, o yine kendi mezhebini terketmez, Kendisini sustur manızı nefsinin zaafına hamleder, asla fikrine zaaf düşürmeye yanaşmaz. Yine bu fikre karşı verilecek bir cevap olduğunu, fakat bu cevabı kendisinin vermeye kudreti yetmediğini düşünür. Siz kendisinden kuvvetli oluşunuzla onu teşevvüşe sürükleyen biri olursunuz onun yanında... Halk tabakası bu nevi mücadele şekliyle haktan uzaklaştırılır ise, o sapık itikadında sabitleşmeden önce ha fif bir tartışma ile sapıklıktan çevrilebilir. Fakat bâtılı tam mâ nâsıyla benimsemiş ve kalbinde bu sapıklık sabitleşmiş ise onun dönmesi imkansız değil ise de çok zor bir iştir. Artık onu Kelâm ilmiyle tedavi etmenin bir faydası olmaz. Zira taassub, telâkki ve inançları kalplere yerleştiren bir felâkettir. Esasında bu felâket kötü âlimlerin afetlerindendir. Zira sahtekâr âlimler, hak için if rata saparlar ve taassup gösterirler. Muhaliflerine istihfaf ve is tihkârla bakarlar. Onların bu hâli muhaliflerini de aynı duruma sürükler. Onlar da kendilerine kötü bakmaya başlarlar. O kadar ki mutaassıplara muhalefet etmiş olmak için bâtıla yardım ederler. Onların bu müsamahasız tutumları muhaliflerini bâtıla daha da çok sarılmaya zorlar. Eğer kötü âlimler, lütûf, merhamet ve nasi hati güzel bir şekilde yapsaydılar ve kimsenin bulunmadığı bir yerde muhaliflere hakikati güzel bir dille ifrata kaçmaksızın an latsaydılar, elbette başarı kazanabilirlerdi. Muhaliflerini hakka döndürmeye muvaffak olabilirlerdi. Fakat dünya nimetleri edine bilmesi, halk arasında kendisine çok taraftar bulmasına bağlıdır. Halkı elde edebilmek için de hasımlara şiddetle saldırması gerek mektedir. Ne kadar küfür yağdırırlarsa, halkın o kadar hoşuna gi der ve elbette bunu yapana itibar ederler. İşte bunun içindir ki kötü âlimler kendilerine taassubu meslek edinmişler ve bunu yüksel melerinin vasıtası bilmişlerdir. Bu taassuba da dini müdafaa adını takmışlardır. Şiddetli taassub halkı helâk eden bir felâkettir. Çünkü taassub, bid'atları kalbe yerleştiren en büyük vesiledir.
Son asırlarda ortaya çıkan ve hakkında sayısız kitaplar telif edilen ihtilaflara gelince ki bunların hiçbiri selef'i Sâlihîn za manında görülmemiştir bu ihtilafların yanına dahi yaklaşmaktan sakın! Seni öldürecek bir zehirden kaçındığın gibi ihtilaflardan kaçın. Çünkü bu, Ümmet-i Muhammed'in kökünü kurutan bir hastalıktır. Bu hastalığın tehlikeleri ve afetleri, ileri deki bölümlerde tafsilâtlı bir şekilde izah edilecektir.
Kendilerini temize çıkarmak için İnsanlar, bilmediklerinin düşmanıdır' darb-ı meselini söyleyenlerin sözlerine aldanma! Zira bu sahada iyice bilgi sahibi olan bir kimsenin nasihatini dinliyor sun. Sana bu nasihatları, ömrünün uzun yıllarını bu sahada tüke ten ve kendisinden önceki kelâmcılardan çok daha fazla kitap ya zan, tahkikat yapan, cedel ve beyana dalıp büyük mücadeleler ve ren biri yapmaktadır. Allah Teâlâ şu anda sana nasihat eden âciz kula, doğru yolu göstermiş ve o da Allah'ın bu lûtfuna lâyık ola bilmek için eski ve kötü âdetlerini tamamen terketmiş ve nefsinin kusurlarını gidermeye çalışan biridir. 'Fetva, şeriatın direğidir. Şeriatın gizli illetleri ise ancak ihti laflı meseleleri bilmekle bilinir' diyenlerin sözüne sakın aldanma! Zira mezheplerin incelikleri hilâfiyatla değil, bu konuda yazılmış olan kitapları okumakla bilinir. Sözünü ettiğimiz bu kitaplar mez hepler hakkında en küçük meselelere değin malûmat vermekte dirler. Bu kitaplardan fazlası ise cedele dayanır. Selef-i Sâlihîn ve sahabe devrinde fetva ilminin incelikleri çok daha iyi bilindiği halde, hilâfiyata ait hiçbir bilgi sahibi değildi onlar. Cedel sanatını da bilmiyorlardı. Bu hilâfiyat bilgilerinin mezhep ilmine hiçbir fayda temin etmedikleri bir yana, fıkhın da zevkini öldürürler ve ifsad edici bir özellik taşırlar. Çünkü fetva ilminin şartları içinde hareket etmesi mümkün değildir. Gedele meyleden kimsenin zihni cedelin isteklerine boyun eğer. Dolayısıyla Fıkh'ın zevki böyle bir insandan uzaklaşır. Cedel ilmiyle sadece şöhret olmak isteyen kişiler meşgul olur lar. Bu kimseler mezhebin inceliklerini bilmek için cedele girdik lerini iddia ederler. Halbuki ömürleri bittiği halde, kendilerini ce del ilminden kurtarıp bir türlü mezhep ilmine verememişlerdir.
Ey hak arayıcısı! Cin şeytanlarını belki de kolaylıkla yener ve onların şerrinden emin olabilirsin. Fakat ins şeytanlarından ken dini şiddetle koru! Zira ins şeytanları insanları ifsad etme işini, cin şeytanlarından devralmış ve onları bu zahmetten kur tarmışlardır.
Akıllı insanların indinde makbul olan hâl, insanın kendisini dünyada Allah ile beraber başbaşa kalmış farzetmesidir. Önünde ölümün, Allah'ın mahkemesine varışın, hesabın, cennetin, ce hennemin olduğunu düşünüp zihninde canlandırmalısın. Sana yardım eden ve saadetini temin edecek olan şeyler üzerinde düşünmeli ve ötesini büsbütün terketmelisin!
Ermiş insanlardan biri rüyasında başka bir âlimi görür ve o âlimden sorar: 'Dünyada iken tartışmalar yapıp münazaralara daldın. Bunlardan elde ettiğin şey ne oldu?' Âlim elini açarak avu cuna üfler ve der ki: 'Bütün o ilimler bir kasırganın önündeki toz gibi uçup gittiler. Bize sadece gecenin geç saatlerinde ihlâs ile kıldığımız iki rek'ât namaz fayda verdi...'
Bir hadîste şöyle buyurulmuştur: Bir kavmin hidayetten dalâlete sapması, cedel yapmasından ileri gelmiştir.157
Bu hadîsi söyledikten sonra Hz. Peygamber şu ayeti okudu: '(Ey Rasûlüm! Hakikati anlamak için değil) bunu sana sırf bir müca dele olsun diye (ve seni cevap vermekten âciz bırakmak için) misal veriyorlar. Doğrusu onlar çok tartışmacı kimselerdir'. (Zuhruf/58)
İşte kalplerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve te'vile gitmek için Kur'an'ın müteşabih ayetlerine uyarlar' (Âlû İmrân/7) ayetini yorumlayan Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:
'Onlar cedel ehlidirler, onlardan sakınınız' demekle Allah Teâlâ bizi onlardan sakındırıyor.158
Selef'ten bir âlim şöyle demiştir: 'Âhir zamanda bir kavim ge lecek ve o kavme amel etmek için bütün kapılar kapanacak, yalnız cedel kapıları açık kalacaktır.
Bir kısım haberlerde şöyle vârid olmuştur: Öyle bir zamandasınız ki, size amel etmek ilham olunuyor. Sizden sonra öyle bir kavim gelecektir ki onlara sadece cedel yapmak ilham olunacaktır.159
Allah'ın en çok buğzettiği kul, cedelde en sedid olan kül dur.160
Hangi kavme cedel verilmişse, mutlaka o kavim amel et mekten menedilmiştir.161
Allah Teâlâ herşeyi bütün insanlardan daha iyi bilir!
114) Buhari ve Müslim, (Hz. âişe'den) 115) Taberânî, (İbn mes'ud'dan); Hatib, kitab-ul Kavm fi ilm'in-Nücûm,İbn 116) İbn Abdilberr ve İbn Asakir, (Ebu Mahcen'den) 117) İbn Abdilberr (Ebu Hüreyre'den) 118) Ebu Dâvud, İbn Mâce, (Abdullah b. Ömer'den) 120) Ebu Davud, (Hz. Büreyre'den) 121) Deylemî, (Ebu Derdâ'dan) 122) Hatib el-Bağdadî 123) Ebu Nuaym, Hilye; Beyhaki, Zühd ; Hatib,Tarih, (Süveyk b. el-Hars'dan) 124) Künyesi Sa'd b. İbrahim b. Abdurrahman b. Avfdır. Hicretin 127. yılında vefat etmiştir. 125) Ebu Bekir b. Lâl, Mekârim-ül Ahlâk) Ebu Bekir b. Seni, Hidâyet-ul Müteallimîn; İbn Abdilberr, İlim, (Hz. Ali'den) 126) Ebu Dâvud 127) Taberân, (Ebu Ümame'den) 128) Tirmizî, (Enes'den) 129) Buharî ve Müslim, (Ebu Hüreyre'den) 130) Tertuşî, Camiin; İbn Mâce, (İbn Ömer'den) 131) Zümre b. Rebia künyesi Ebu Abdulah'dır. Süfyan-ı Sevrî zamanında Şam müftüsü idi. 132) İbn Avı'ın adı Muhammed'dir. Horasan âlimlerindendir. İbn Sîrin devrinde yaşamıştır. 133) İbn Şîrînin künyesi Ebu 3ekr, adı ise Muhammed'dir. 134) Bu hadîs, kitabın başında İbn Gevzî'nin rivayetinde zikredilmiştir. 137) Buharî, (Ubey b. Ka'b'dan) 138) Künyesi Ebu'l-Hasan, adı Muhammed b. Sâlim'dir. Basralıdır. Kut'ul Kulûb'un müellifi Ebu Tâlib el-Mekkî'nin hocalarındandır. 139) Künyesi Ebu Abdullah1 dır. Güneydi Bağdâdîye, Süfyan es-Sevrî'ye talelelik yapmıştır. 140) Adı Tayfur b. İsâ'dır. Hicri 261 (veya 264'de) vefat etmiştir. 141) Ukaylî, Ebu Nuaynı, (İbn Abbas1 dan) 142) Buharî, Beyhâkî, Deylemî 143) Ebu Talib el-Mekki, Kut'ul kulûb 144) Buharî ve Müslim (Enes'den) 145) Ebu Dâvud, Nesâî ve İbn Hibban, (irbâd b, Sâriye'den) 146) Tirmizî, (İbn Abbas'dan) 147) Müslim, İmam Ahmed ve Hâkim 148) Buharî ve Müslim, (Ebu Hüreyre, Hz. Ali ve Enes'den) 149) Bu hadîsin benzeri İlim bölümünde geçmişti. 150) Darimî, (Ehvaz b. Hekim'den); Bezzar, Müsned, (Muaz'dan) 151) Müslim, (Ebu Hüreyre'den); Tirmizî, (Amr b. Avfdan) 152) Tirmizî, (Kesîr b. Abdullah b. Amir b. Avfdan) 153) "Bu lhadisin kaynağına rastlanmmıştır. 154) İmam Ahmed, (Abdullah b. Amr'dan) 155) Bu zat İmam Ebu'l-Hasan Ali b. Ahmed b. Muhammed b. Ali el-Vâhidî en-Nisaburî'dir. Tefsir ilminde zamanının en önde gelen âlimi idi. Hicretin 468. yılında vefat etmiştir. 156) Künyesi Ebu İbrah