Gazali - İhyau Ulumiddin''den irşad ve itikad (2)

Hüccetü’l-İslâm Ebû Hâmid Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed el-Gazali et-Tûsî''nin  İhyâu Ulûmi''d-Dîn eserinin İrşadın Kademeli Olarak Yapılması ve îtikâd Derecelerinin Tertibi (2) bölümünü buradan okuyabilirsiniz. 

İrşadın Kademeli Olarak Yapılması ve îtikâd Derecelerinin Tertibi (2)

Bazı şeyler de zâtından ötürü değil, haricî bir illetten dolayı haramdır. Müslüman kardeşinin, muhayyerlik sınırları içindeki pazarlığına karşı çıkmak, cuma ezanı okunduğu zaman alışveriş yapmak ve çamur yemek gibi... İşte bunlar, başkasına zarar verdiği için haramdır. Haramın bu çeşidi iki kısma ayrılır: a) Çoğu ve azı zarar veren -ki buna haram ismi ıtlak olunur (öldürücü zehir gibi), b) Çoğu zarar veren. Çoğu zarar veren bu ikinci kısma mübâh ıtlak olunur: Bal gibi. Çok yemek, tansiyonu yüksek olan bir kimseye, sıcak memleketlerde zarar verir. Çamurun çoğunu yemek de bal gibidir. Çünkü o da aynen bal gibi, çok yenildiğinde vücuda zararlıdır. Çamura ve içkiye haram, bala da helâl demek, nisbetlere göredir. Bu bakımdan, eğer birşeyde nisbetler eşit görünürse, en uygun ve karışıklıktan en uzak hüküm onu tafsilen açıklamaktır. O halde, bu hakîkat bilindikten sonra Kelâm ilmine dönerek şöyle deriz: Kelâm ilminde hem menfaat, hem de zarar vardır. Bu ilim, menfaat verdiği zaman helâl olur. Bazan mendûb, hatta durumun iktizasına göre vâcib olur. Başkasına zarar verdiği anda da zararlı olmak itibarıyla haram. olur. Zararına gelince, şüpheye yol verir insanı bâtıl inançlara karşı tahrik eder ve kalpleri hak inançların kesinlik ve samimiyetinden uzaklaştırır. Bu Kelâm ilmine ilk defa dalan kimseler için hâsıl olan bir durumdur. Böyle bir insanın, bilâhare, delil ile, bu şüphelerden döneceği de şüphelidir. Bu durum şahıslara göre değişmektedir.

İşte Kelâm'ın hak inanç bahsindeki zararı budur. Ayrıca bid'atçıların inançlarını takviye ederek onları kalplerinde yerleştirir. Öyle ki, bid'atta ısrar eder, onu müdafaa istekleri harekete geçer. Fakat bu zarar, cedelden doğan taassup vasıtasıyla meydana gelir. Bu hikmete binaen, halk tabakasından bazı bid'atçıların bu inançlarını yumuşaklıkla, en kısa bir zamanda kazımak mümkün olmaktadır. Ancak mücadele ve taassup beşiği olan bir memlekette doğup büyümüşse o zaman iş değişir. Bu durumda geçmiş ve gelecek âlimlerin hepsi bir araya toplanarak onu bid'atından caydırmaya çalışsalar yine de muvaffak olamazlar ve bu kötü bid'atı onun göğsünden söküp atamazlar. Bilakis nefsin hevası, taassup ve mücadeleci hasma karşı duyulan nefret ve muhalif grubun buğzu kalbini öyle kaplamış ve onu hakkın idrâkından öylesine uzaklaştırmıştır ki, böyle bir insana "Acaba Allah'ım, kalbinden perdeyi kaldırmak suretiyle hakikatin, gözle görülecek derecede hasmın tarafında olduğunu sana göstermesine razı mısın?' denildiği zaman, hasmının sevinmesinden korkarak, bu hakikate razı olmayacaktır. İşte, memleketler ve milletler arasında yayılan önlenmesi imkansız hastalık budur. Bu, fesadın bir çeşididir ve tartışmacılar taassuba kapılarak bu fesâd tohumunu ekmişlerdir. İşte Kelâm'ın zararları bunlardır.

Kelâm'ın yararlarına gelince, zannedilir ki, Kelâm 'ın faydası hakikatleri keşfetmek ve olduğu gibi bildirmektir. Halbuki heyhât! Kelâm ilminde bu şerefli gayeyi hedefleyecek bir durum hiç de mevcut değildir. Aksine onda mevcut olan şey karıştırmaktır; keşfetmek ve bildirmekten daha çok dalâlete götürmektir. Kelâm, muhaddis veya hadîslerin zahirî hükümlerine tâbi olan kimselerden dinlenilirse böyledir. Fakat çok zaman kalbe İnsanlar bilmediklerinin düşmanıdır' hükmü gelebilir. Ama bu hükmü evvelâ Kelâm ilmini denemiş, hakikî tecrübelerden sonra ona düşman olmuş ve bu ilimde zirveye yükselmiş, hatta bu hududları da geçerek Kelâm ilmiyle ilgili çeşitli ilimlerde de derinleştikçe derinleşmiş ve hakikatlerin marifetine bu yönden, yani Kelâm yönünden ulaşmak için yolların kapalı oldugunu kesinlikle öğrenmiş kimselerden işitirsin. Yemin ederim ki, Kelâm ilmi, birtakım meselelerin izahını, tarifini ve keşfini yapmaktan hâli değildir.

Fakat onun bu durumu, Kelâm sanatına dalmadan da kendiliğinden bilinmesi kolay olan apaçık emirler hakkında geçerlidir. Kelâm'ın menfaati tektir ve bu da daha önce izah ettiğimiz gibi halk tabakası nezdinde akidenin bekçiliğini yapmak ve onu cedel çeşitleriyle, bid'atçıların teşvişinden korumaktır.

Çünkü halk tabakası zayıftır. Bid'atçının küçük bir mücadelesine velev ki o, haddizatında fâsık bir insandan gelmiş olsun gönül kaptırabilirler. Fakat fâsık ile muaraza etmek de fışkı bertaraf edebilir. İnsanlar daha önce izah ettiğimiz akide ile mükelleftirler. Çünkü şeriat onları, o inançlarla mükellef kılmıştır ve bunda din ve dünyalarının salâhı vardır. Selef-i Sâlihîn ve âlimler icmâ ve ittifakla, halk tabakasının inançlarını bid'atçıların telbis ve teşvişlerinden korumayı zaruri gördüler. Nasıl ki, devletin de avam tabakasının mallarını, zâlim ve gâsıpçıların tasallutundan korumakla mükellef olduğu gibi...

Kelâm'in zararlarını ve yararlarını böyle geniş bir şekilde bildirdikten sonra diyebiliriz ki, tartışmacı, mâhir doktor gibi, tehlikeyi keşfedip tedaviyi ona göre ayarlamalıdır. Zira mâhir doktor, ilaçları ancak faydalı olabileceği yaralara sürer. Bu da ihtiyaç ânında ve ihtiyaç nisbetindedir.

Bu hükmün açıklaması şöyledir: Halk tabakası çeşitli sanat-' larla meşguldür. Bu bakımdan daha önce zikrettiğimiz hakîkî akideyi öğrenmek şartıyla onları inandıkları akidelerde sapasağlam bırakmak vacibdir. Zira Kelâm'ı bu gibilere öğretmek, katıksız zarardan başka birşey değildir. Çünkü onların saf zihinleri çoğu zaman Kelâm ilminin ayrıntılarıyla karışır, şek ve şüphelere düşer. İnançları sarsılabilir. Delilleri anlayacak iktidarda olmadıkları için de ıslahları mümkün olmaz, Bid'ata inanan halk tabakasına gelince, bunları hakka, taassupla değil, lütuf ve yumuşaklıkla davet etmek, ikna edici ve latif konuşmalar yapmak suretiyle kalplerine tesir etmek, onu Kur'ân ve sünnetin va'z ve korkutma ile karışık delilleriyle ikna etmek en uygun harekettir. Zira böyle bir hareket, kelâmcıların şartı üzerine vazedilmiş cedel ilminden daha yararlıdır. Çünkü halk tabakası Cedel ve Münazara ilmini dinledikleri zaman zihinlerinde şöyle bir inanç belirir: Bu, cedelin bir çeşididir. Kelâmcı bunu, halkı kendi inancına çekmek için öğrenmiştir. Her ne kadar cevap vermekten aciz kalmışsam da benim mezhep ve meşrebimde bulunan kimseler onu susturmaya muktedirdirler. Bu bakımdan, öyle birisiyle ve bid'ata inanan bir kimseyle de mücadele etmek haramdır. Zira şek ve şüpheye düşen bir kimsenin bu şüphesini, yumuşak konuşmalarla, va'z u nasihatlarla ve Kelâm'ın derinliğinden uzak, muhatabca makbul veya yakın görünen delillerle izale etmek vâcib dir.

Cedel yoluyla delilleri sayıp münazara etmek, sadece bir yerde yararlıdır. Şöyle ki: Meselâ halk tabakasından birisi, başkasından dinlediği bir cedel ile herhangi bir bid'ata saplanmış ve inanmıştır. İşte böyle bir kimseye karşı hakka dönsün diye kendisini bid'ata inandıran Cedel'in benzeriyle mukabele edilir. Bu da, mücadele ilmiyle ürısiyeti olan ve artık halk tabakasına yapılan va'z u nasihat ve korkutmalardan ibret almayacak dereceye gelmiş bir kimse hakkında icra edilir. Zira böyle bir kimseyi ancak cedel macunları şifaya kavuşturabilir. Bu bakımdan, bu gibilerle müna-zaraya girmek caizdir. Ancak böyleleriyle yapılacak münazara sınırlı olmalıdır.

Bid'atların az bulunduğu ve çeşitli mezheplere sahne olmayan memleketlerde ise sadece İslâmî inançların kendileri söylenebilir, onları ispatlayıcı deliller serdedilemez. Bunun için şüphenin vu-kuu beklenir. Eğer şüphe vâki olursa bunu izâle edecek kadar delil getirilmesine tevessül edilir. Eğer bid'at, memlekette yayılmışsa ve müslüman yavrularının kandırılmasından korkuluyorsa, o vakit, Risale-i Kudsiye adlı kitabımızda hududları gösterilen Kelâm miktarının öğretilmesinde beis yoktur. Böyle bir durumda, müslüman yavrulara o kadarcık Kelâm ilmi öğretilmelidir ki, bid'atçılarla mücadele ânında o mücadelelerden gelen menfî tesirleri defedebilsinler. İşte bu, Kelâm'ın muhtasar miktarıdır. Biz, mezkûr risalemizi, kısa olduğu için, bu kitabımıza dercetmiş bulunuyoruz. Bu risaleyi okuyan talebede; zekâ ve uyanıklık varsa ve zekâsıyla kendisine tevcih edilen sualin yerini biliyorsa veya nefsine herhangi bir şüphe gelmişse, o zaman mahzurlu olan illet başgöstermiştir ve hastalık belirli bir hale gelmiştir. Bu bakımdan el-İktisad fil-îtikâd adlı ve elli sayfadan ibaret bulunan kitabımızdaki Kelâm miktarını öğrenmeye teşebbüs etmesinde herhangi bir mahzur yoktur.

Bu kitabımızda, akaid kaideleri üzerinde düşünmenin hududları aşılmamış, kelâmcıların diğer bahislerine yer verilmemiştir. Eğer kitabımız talebeyi ikna ederse ne âlâ... İkna etmezse, o zaman hastalık müzmin bir hale gelmiş ve şiddeti yükselmiştir.

Bu hastalık bulaşıcıdır. Bu bakımdan kendisini tedavi eden doktor (hocası), imkân nisbetinde, yumuşak bir şekilde hastalığın giderilmesine çalışmalıdır ve bununla beraber hakkındaki ilâhî kaza ve kaderi de beklemelidir ki ya Allah Teâlâ'nın uyarmasıyla hakkı bulsun ya da şek ve şüpheye devam ederek kendisi için takdir edilen sona doğru sürüklenip gitsin.

el-İktisad fi'l-İtikad adlı eserimizde ve ona benzer kitaplarda Kelâm'ın, yarar verecek bir miktarda olması umulmaktadır. Bu kitabın ihtiva ettiği miktardan fazla olan Kelâm ise iki kısma ayrılır: A) Akaid kaidelerinin gayrinden bahseden kısımdır. îtimâd ve idraklardan bahsetmek gibi. Görgü bahsine dalmak, onun men veya amyî diye adlandırılan bir zıddı var mıdır, yok mudur; eğer zıddı varsa birdir, o da görünmeyenlerin tamamından menolmaktır veya görünmesi mümkün olan herşey için âdetleri miktarınca bir men'in sâbit olması ve daha bunlardan başka nice hurafeler, dalâlete götürücü tâbirler ve terimler...17 B) Dinî inançlara ait kaidelerin isbâtında kullanılan delilleri mecrasından çıkarıp daha fazla ve teferruatlı bir şekilde takrir ve mevzuun dışında birtakım sualler ve cevaplarla irâd etmektir. Bu, dinleyenleri daha fazla dalâlete sürükleyen, dinî akidelerle ikna olmayan bir kimseyi daha fazla cehalete sevketmek için sarfedilen bir gayrettir. Çünkü birçok konuşmalar vardır ki, uzatıldıkları takdirde daha fazla karışıklığa sebep olmaktadır.

Eğer birisi çıkar da; 'İdrâk ve itimadlara ait hükümlerden bahsetmekte, okuyucu ve dinleyicilerin zihinlerini geliştirmek gibi bir yarar bahis konusudur; zira kılıcın cihad âleti oluşu gibi, hatırlatmak ve düşünceye sevketmek de dinin âletidir. Bu bakımdan zihinleri böyle bahislerle geliştirmekte bir beis yoktur' şeklinde iddiada bulunursa cevaben deriz ki, bu iddia, tıpkı 'Satranç oynamak, zihnin ve fikrin ufuklarını genişletir. O halde satranç dindendir' demek gibidir. Halbuki satranç, hevâ ve hevesten başka birşey değildir. İnsan zekâsı, sair şerî ilimlerle de gelişebilir. Hem böyle bir gelişmenin zekâya herhangi bir zarar getirmesi de tasavvur olunamaz! Bu kadarcık bir açıklama ile Kelâm ilminin mezmûm ve memduh (övülen ve yerilen) kısımları bilinmiş oldu. Yine Kelâm ilminin hangi durumda kötüleneceği ve hangi durumda övüleceği; bu ilimden kimin yarar veya zarar göreceği keyfiyeti de bu açıklamalarla öğrenilmiş bulunmaktadır.

'Bid'atçıyı reddetmek hususunda Kelâm ilmine ihtiyaç olduğunu söylemiştin. Zamanımızda da bid'atlar yayılmış ve umumî bir belâ hâlini almış olduğundan dolayı Kelâm ilmine ihtiyaç olduğu bir gerçektir; o halde bu ilmin bilinmesini farz-ı kifaye saymak icap eder. Tıpkı mal ve can emniyetini koruyan idarecilik, hükümdarlık ve benzerlerini bilmek gibi...

Diğer taraftan âlimler Kelâm ilmini neşretmek, okumak ve araştırmakla iştigal etmedikçe bu ilim devam etmeyecek ve ortadan kalkacaktır. Halbuki bu ilim olmadan insanların, mücerred tabiatlarında bid'atçıların şüphelerini hall ü fasletmek keyfiyeti mevcut değildir.

Bu bakımdan en uygun yol, Kelâm ilmini okutmanın ve araştırmanın da farz-ı kifayelerden sayılmasıdır. Ama ashâb-ı kiramın zamanı, bu hükmün dışındadır. Çünkü 'o devirde bu ilme şiddetli ihtiyaç yoktu' derseniz, bilin ki, Kelâm ilmi hususunda en hakikî hüküm şudur: Her memlekette bu ilmi bilen, bid'atçıların şüphelerini defetmeye tek başına muktedir olan birisinin bulunması zarurî ve şarttır. Bu durumda ancak Kelâm ilmini tâlim etmekle mümkündür. Fakat Fıkıh ve Tefsir ilimleri gibi, bütün müslümanlara Kelâm öğretilmesi doğru değildir. Zira Kelâm ilmi deva, Fıkıh ise gıda gibidir. Gıdanın zararından korkulmaz. Amma daha önce de söylediğimiz gibi, zararın çeşitleri vardır.

Bu bakımdan bir âlim için en uygun hareket; bu ilmi ancak şu üç vasfa sahip olan bir kimseye öğretmektir: 1- Kelâm ilmini öğrenmek isteyen insan, kendisini ilmi çalışmalara adamış olmalıdır. Zira başka bir sanatla iştigal edenleri, bu meşguliyetleri, ilmin tamamını öğrenmekten ve beliren şüpheleri giderecek derecede yetişmekten men etmektedir.

2- Bu ilmi öğrenmek isteyende zekâ, sür'at-i intikal ve fesâhat bulunmalıdır. Çünkü zekâsı müsait olmayan bir kimse, öğrendiklerinden pek fazla yararlanamaz. Sür'at-ı intikale sahip olmayan kişi de, getirdiği deliller bakımından dinleyenlere faydalı olamaz. Bu bakımdan böyle bir insanın konuşmasında, menfaat-tan çok zarar vardır.

3- Kelâm ilmini öğrenenin tabiatında salâh, diyanet ve takva hasletleri bulunmalıdır. Şehvetleri kendisine galip gelmemelidir. Çünkü fâsık bir insan, en ufak bir şüphe ile dininden olur. Zira bu ufak şüphe, kendisiyle günah ve şehvetler arasındaki perdeleri yırtabilir. Böyle bir insan, şüphenin giderilmesine çalışmayıp onu teklifin (sorumlu olduğu şeylerin) ağırlığından kurtulmak için bir ganimet ve fırsat addeder. Elbette ki böyle bir insanın fesadı, ıslahından kat kat fazladır.

Bu ince taksimatları bildiğin zaman, sana gün gibi âşikâr olur ki, Kelâm ilminin medhedilen bu delilleri ancak Kur'an'ın ince, kalpleri tesir altına alıcı, nefisleri ikna edici kelimeleri cinsinden-dir; yoksa birçok insanın anlayamadığı inceliklere ve taksimlere dalmak değildir. Farzedelim ki, insanlar taksimata ve anlaşılamayan inceliklere vâkıftırlar. Böyle de olsa onların birer balon, sahibinin elinde zihinleri karıştırmaktan başka hiçbir işe yaramayan birer konuşma sanatı olduğuna inanırlar. Fakat bu incelikleri bilen bir insan, bu sanatta, kendisi gibi mahir birisiyle karşılaştığı zaman mukavemet gösterir ve çok inatçı bir şekilde mücadeleye devam eder.

Daha önce, İmam Şafiî ve bütün selef âlimlerinin, işaret ettiğimiz zararlardan ötürü Kelâm ilmine dalmayı yasakladıklarını biliyorsunuz. Yine biliyorsunuz ki, İbn Abbas'ın Haricîlerle olan, Hz. Ali'nin ve başka selef âlimlerinin kader hakkındaki münazaraları herkesçe bilinmektedir. Bunların hepsi ihtiyaç anında yapılmıştır.

Böyle bir münazara ise her an güzeldir ve övülmeye lâyıktır. Evet, zaman değişir. Bazan Kelâm ve Cedel ilmine ihtiyaç çok, bazan da az olur. Bu sebeple Kelâm ilmiyle ilgili hükmün değişmesi her an için mümkündür. Halk tabakasının inanmakla mükellef bulunduğu, yolunda mücadele ettiği ve şüphelerden koruduğu hüküm işte bu zikredilendir. Şüphelerin izalesine, hakikatlerin keşfine, eşyanın olduğu gibi bilinmesine, bu kaidenin lâfızlarının zahirden anlaşılan sırlarının idrâkına gelince, onun anahtarı ancak ve ancak mücâhededir. Şehvetlerin yok edilmesi, tamamen Allah'a yönelik bir fikre dalınması, Allah'ın mahzâ rahmetidir. Bu rahmetin güzel kokularına talip olanlar, ondan ancak nasipleri kadar feyz alır. İsteyenler, o rahmeti kabul edecek yerin genişliği ve kalbin temizliği nisbetinde nasibdar olur. Bu rahmet derinliği idrâk edilemeyen ve sahiline varılamayan bir denizdir ...

Mesele 'Senin bu konuşman, bu ilimlerin zâhir ve bâtınlarının olduğuna işarettir. Bir kısmı gözle görülür derecede açıktır. Bir kısmı da gizlidir, ancak mücâhede, riyâzât ve fütursuz araştırma, saf fikir, matlubda başka dünyanın bütün meşgalelerinden hâli bulunan sır ile açılıp vuzuha kavuşur. Bu iddia ilk bakışta, şeriata muhalif gibi görünür. Zira şeriatın zahiri ve bâtını gizlisi ve açığı yoktur. Bilakis şeriatta zâhir, bâtın, gizli ve açık hepsi birdir' diyecek olursan, bilmiş ol ki, bu ilimlerin, gizli ve açık diye ikiye taksim edilmesi, hiçbir basîret sahibi tarafından inkâr edilemeyen bir hakikattir. Bu hakikati ancak, çocukluk devresinde birşeyler öğrenmiş ve bilâhare malûmatı donmuş; zirveye, âlim ve velilerin makamına erişmemiş acizler inkâr eder. Bu keyfiyet şer'î deliller,den açıkça anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Şüphesiz ki, Kur'an'ın hem zahiri ve hem de bâtını vardır. Kur'an'ın haddi ve matla'ı vardır.18

Hz. Ali (göğsüne işaret ederek) şöyle buyurmuştur: 'Muhakkak burada çok ilim vardır. Keşke bu ilimleri taşıyıcı kimseleri bulsaydım

Hz. Peygamber başka hadislerinde de şöyle buyurmaktadır: Biz peygamberler, Allah tarafından halk ile akıllarının alabileceği bir şekilde konuşmakla emrolunduk.19

Bir kimse, bir kavme, anlayamayacakları bir konuşma yaparsa, onun bu konuşması, onlar için fitne vesilesi olur.20

Allah Teâlâ da şöyle buyuruyor: Biz bu misalleri, insanlar için açıklıyoruz. Bunları (bu misallerin güzelliklerini ve faydalarını) ancak âlimler anlar. (Ankebût/43)

Hz. Peygamber diğer bir hadîsinde de şöyle buyurmuştur: Şüphesiz, ilmin bir kısmı vardır ki, hazinelere benzer. O'nu ancak Allah'ı bilen âlimler çözer. Çözüldükten sonra da onlara ancak Allah'tan gafil bulunan kimseler hücum ederler.21

Bu hadîs-i şerîfî Kitab'ul-îlim'de de zikretmiştik. Diğer bir hadîslerinde ise şöyle buyurmuştur: Eğer benim bildiklerimi siz de bilseydiniz, mutlaka az güler ve çok ağlardınız.22

Fakat Hz. Peygamber; kendisinin bildiği fakat bizce bilinmeyen bir sırrı Allah tarafından 'İnsanların anlayışı bu sırrın idrâkından âcizdir, onun için bunu ifşa etme emri veya buna benzer birşey bulunmasaydı neden ifşâ etmesindi? Hz. Peygamber bunu ashâb-ı kirama (veya umum halka) niçin söylemesindi? Şek ve şüphe yoktur ki, eğer Hz. Peygamber bildiklerini söyleseydi, dinleyenler kendisini tereddütsüz tasdik edeceklerdi.

İbn Abbas (r.a) 'O Allah'tır ki, yedi gök ve arzdan da onların mislini (yine yedi kat) yaratmıştır. Allah'ın emir ve kazası bütün bunların arasında inip duruyor. Bilesiniz ki, Allah herşeye kadirdir ve ilmiyle herşeyi kuşatmıştır' (Talâk/12) ayeti münasebetiyle 'Eğer bu ayetin gerçek yorumunu söylesem, mutlaka beni taş yağmuruna tutardınız' (Başka bir rivayette ise ".. mutlaka bana 'kâfirsin' derdiniz") buyurmuştur.

Ebû Hüreyre (r.a) şöyle buyuruyor: 'Hz. Peygamber'den iki yük dolusu ilim öğrendim. Birisini neşrettim ve söyledim; diğerini ifşa etseydim mutlaka kafam kesilirdi'.

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Ebubekir size üstün olmasını çok oruç veya çok namazla değil, göğsünde yerleşen bir sır ve hikmet sayesinde sağlamıştır.23

Allah Teâlâ Hz. Ebubekir'den razı olsun! Hiç kuşkusuz üstünlüğüne vesile olan göğsündeki sır, dinî kaidelerle ilgili ve onların dışına çıkmayan bir hakikattir. Halbuki dinî kaidelerden olan birşey, zahirî cephesiyle Hz. Ebubekir'den başka müslüman-larda da görünmektedir.

Sehl et-Tüsterî şöyle der: 'Âlimin ilmi üç kısımdır: 1- Zâhir ilmi; bu ilmi, zâhir ehline verir. 2- Bâtın ilmi; bunu da ancak bâtından anlayanlara izhar eder. 3- Kendisi ile Allah arasında bulunan ilim ki bu ilmi hiçbir kimseye izhar etmeye me'zun değildir'.

Ariflerin bazıları 'Rubûbiyetle ilgili sırrı ifşa etmek, küfrün tâ kendisidir' buyurmuştur. Bazıları da şöyle dedi: 'Rubûbiyetle ilgili bir sır vardır. Eğer iz-har edilirse, nübüvvet iptal edilir. Nübüvvetin de bir sırrı vardır. Eğer o sır keşfedilirse, ilim iptal edilir. Allah'ı bilen âlimlerin de bir sırrı vardır. Eğer o âlimler bunu izhar ederlerse ahkâm-ı diniyye iptal olunur'.

Eğer bu sözü söyleyen zat, peygamberliğin, zayıf kimselere verilmeyeceği için iptal olunacağını kastetmemişse bu söz yanlış ve hilâf-ı hakikattir. Sahih ve doğru hüküm şöyledir: O gizli ve rubûbiyetle ilgili sır ile nübüvvet arasında hiçbir şekilde tenakuz mevcut değildir ki, izharı ile nübüvvet iptal edilsin. Kâmil insan, kalbindeki nurun marifet ve takva nuruyla çelişmediği ve sönmediği bir kimsedir. Takvanın zirvesi ise nübüvvettir.

Mesele "Zikrettiğin bu rivayetlerin ve hadîslerin birtakım te'villeri vardır. Bu bakımdan zâhir ile bâtının ihtilafını beyan ediniz. Çünkü eğer bâtın, zahirle çelişiyorsa, o vakit bâtında şeriatın iptali sözkonusudur. Bu 'Hakîkat, şeriatın hilafıdır' diyen bir kimsenin iddiasıdır. Böyle bir iddia ise küfrün tâ kendisidir. Çünkü şeriatın zahirden, hakikatin ise bâtından ibaret olduğu iddia ediliyor. Eğer zâhir ile bâtın arasında tenakuz ve ihtilâf yoksa o vakit bâtın, zahirin tâ kendisi demektir. Bu bakımdan ilmin, zâhir ve bâtın olarak taksim edilmesi keyfiyeti de ortadan kalkmış olur. Bu keyfiyet ortadan kalkınca da şeriatın ifşa edilmeyecek herhangi bir sırrı kalmaz. O vakit hafî ile celî (zâhir ile bâtın) aynı şey olur" dersen, bilmiş ol ki, bu sual büyük bir felâketi tahrik etmekte, dolayısıyla insanı, Mükâşefe ilimlerini inkâr etmeye sürüklemektedir. Bu da Muamele ilminin maksûdunun dışına çıkmaktır. Halbuki kitabımızın hedefi muamele ilminin dışına çıkmamaktadır. Çünkü daha önce zikrettiğimiz inanç ve akideler, kalbin vazifelerindendir. Biz bu inançları, kalben tasdik ve kabulle mükellefiz; hakikatlere varacak derecede incelemekle mükellef değiliz. Böyle bir mükellefiyet halkın umumuna yüklenmemiştir. Eğer zikredilen inançlar, amel kısmına dahil olmasaydı, onları bu kitaba dersetmezdik. Eğer onlar, kalbin zahiriyle ilgili amellerden olmayıp sadece bâtını ile alâkadar olsalardı, biz onları kitabımızın birinci kısmında irâd etmezdik. Hakîkî keşfe gelince: O, kalp sırrının sıfatı ve bâtınıdır. Fakat hayali, zâhir ile bâtının mütenakız olduklarına dair bu sualde olduğu gibi tahrik etmeye dalındığı zaman bu meseleyi hall u fasl edecek veciz bir kelâma ihtiyaç vardır.

'Hakîkat, şeriata muhaliftir veya bâtın zahire mün'akizdir' diyen bir kimse imandan çok küfre yakındır. Mukarreblerin özelliği bulunan sırlar ki bunları mukarreblerin dışında çoğu kimseler idrâk edemez ve işlemeye de yeltenmez.