İrşadın Kademeli Olarak Yapılması ve îtikâd Derecelerinin Tertibi
Akide hakkında söylediklerimizin yeni yetişen çocuğa telkin edilmesinin uygun olduğunu bilmelisin. Böylece çocuk küçük yaşlarda öğrendiği bu bilgileri unutmayacak ve yaşı ilerledikçe de mânâlarını yavaş yavaş anlayacaktır. İlk anda gerekli bilgileri öğretmek, ikinci kademede mânâsını anlatmak, daha sonra inanıp yakîn hasıl etmesini ve doğrulamasını sağlamak gerekir. Bu ise çocuklarda delilsiz ve burhansız meydana gelen bir durumdur. İnsan kalbinin, ilk yetişmesi anında hiçbir delile ihtiyaç olmaksızın imanı kabul etmeye müsait bir fıtratta bulunması Allah'ın bir fazlıdır. Bu durum nasıl inkâr edilebilir? Halk tabakasının bütün inançları, başlangıçta, mücerret telkin ve sade taklitten ibaret değil midir?
Evet, sadece taklitten meydana gelen iman, başlangıçta zaaftan kurtulmuş değildir. Böyle bir imana sahip olan kişinin inancının, zıddının telkiniyle silinip gitmesi mümkündür. Bu bakımdan, bu inancın takviyesi, çocuğun ve halk tabakasının kalbinde sarsılmayacak derecede yerleştirilmesi gerekir. Fakat bu inancın takviyesi ve yerleşmesi için ille de Cedel ve Kelâm sanatı öğrenmek şart değildir. Aksine Kur'ân ve tefsirini hadîs ve mânâlarını okumak, sair ibadet vazifeleriyle meşgul olmak yeterlidir. Kulaklarıyla dinlediği Kur'an'ın delil ve hüccetleriyle hadislerin şahitlik ve faydaları; yaptığı ibadetlerin nurları; meclislerine devam ettiği sâlih kulların feyizleri, güzel konuşmaları, simaları ve Allah Teâlâ ya karşı davranışları sayesinde iman kişinin kalbine kuvvetli bir şekilde yerleşir. Bu bakımdan ilk yapılan telkin kalbe saçılan bir tohum gibidir. Saydığımız sebepler ise, o tohumu terbiye etmek ve sulamak gibidir. Bu terbiye ve sulama ameliyesi, o tohumun gelişip kökü sabit, dalları yukarıya doğru uzanmış kuvvetli bir ağaç olmasına kadar devam etmelidir.
Kendisine imanın telkin edildiği kişinin kulağını cedellerden ve kelâm dedikodularından muhafaza etmelidir. Zira cedelin karıştırması düzenlemesinden, ifsadı ise ıslahından daha fazladır, inançların cedel ile takviyeye çalışılması da tıpkı bir ağacın demirlerle çevrilmesi ve gövdesine demirler sokulmasına benzer. Bu işlem ağacın kuvvetlenmesi ve dallarının daha fazla olması için yapılmaktadır. Halbuki çok defa, demir, gövdede açtığı yara ve bereler sebebiyle ağacı çürütür ve ifsâd eder. Bu konudaki müşahedeler yeterlidir ve bizzat görülen hâdiseler bu hususta ayrıca delil getirmeye hacet bırakmamaktadır. Halk tabakasının salâh ve takvaya erişen fertlerinin inancını, kelâmcıların ve cedelcilerin inancı ile kıyasla! Göreceksin ki avâm inancı, sebat bakımından, koskoca dağlar gibidir; felâket ve şimşeklerle yerinden kıpırdamaz. Fakat inancını cedelin taksimatıyla koruyan kel âmcının akidesi ise, havada asılı bir ip gibi, esen rüzgarların tesiriyle sağa sola sallanıp durmaktadır. Ancak, inançlara ait delilleri dinleyen, akidesini taklidî yoldan aldığı gibi, delilleri de taklidî yoldan alan kişi bu hükmün dışında kalır. Zira delili taklid ile öğrenmekle delilin medlulünü ve mânâsını öğrenmek arasında hiçbir fark yoktur. Bu bakımdan, delilin telkini ayrı, düşünce ile delil bulmaksa daha ayrı bir keyfiyettir. Bunlar birbirlerinden uzak mânâ ve mefhumlardır.
Bu hakikatlerden sonra bilmelidir ki, kendisine inanç telkini yapılan çocuk, o inanç üzerine büyür ve bilâhare dünya kesbiyle iştigal ederse, onun için dünyadan başka herhangi bir kapı açılmayacaktır. Fakat o, küçüklüğünde almış olduğu, hakîkat ehlinin inancı sayesinde âhirette kurtulacaktır. Zira şeriat, Hz. Muhammed'in huzurunda imân eden, mektep ve medrese görmemiş Arapları, İslâmî inancın görünür kısmına (zahirine) tereddütsüz inanmaktan başka bir şeyle mükellef kılmamıştır.
Hiçbir şeyden haberi olmayan, sadece Hz. Peygamberin huzuruna gelip kesinlikle iman edenler araştırma ve teftiş, delilleri tanzim ve tertip zorunluğuyla mükellef değillerdi. Eğer insan âhiret yolcularından olmak istiyor, bununla beraber Allah'ın tevfîki de kendisine yardımcı oluyor ve bu tevfîk sayesinde âhiret amellerini yapıyor, takvayı tercih edip nefsinin hevâsından uzak duruyor, riyâzât ve mücâhede ile iştigal ediyorsa kendisi için hidayet kapıları açık demektir. Bu inancın hakikatleri, kalbe atılan ilâhî bir nur sayesinde belirir. Bu nur mücâhedenin yüzü suyu hürmetine ve Allah'ın va'dinin gerçekleşmesi için ihsan edilmiştir. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Bizim uğrumuzda mücâhede edenlere, elbette (kendilerini bize ulaştıracak) yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki, Allah iyilik yapanlarla beraberdir. (Ankebût/69)
Mücahidin kalbine ilka edilen ilâhî nur, sıddîk ve mukarreblerin imanının gayesi ve sonucu olan nefis bir cevherdir Ebubekir Sıddîk'ın (r.a) göğsünde yerleşen ve onun (peygamberler hâriç) bütün insanlardan üstün olmasına vesile olan sır ile bu cevhere işaret buyurulmuştur. Bu sırrın inkişafı, cihadın ve Allah'tan başka her şeyden temizlenen iç âlemin derecesine ve faydalanmasına bağlıdır. Bu tıpkı halkın tıp, fıkıh ve diğer imlerdeki başarı derecelerine benzer. Çünkü bu sahalarda halk, çalışmasına, fıtrî zekâ ve kavrayışına göre çeşitli şubelere ayrılmaktadır. Bu maddî ilimler sahasında halkın sınıflara ayrılması ve şubelerin tekel altına alınması nasıl mümkün değilse, sırlara ait derecelerin muayyen zümrelere tahsisi, çeşitlerinin herhangi bir sayıyla sınırlandırılması da imkânsızdır.
Mesele Cedel ve Kelâm ilminin öğrenilmesinin müneccimlik gibi mezmûm mu, yoksa mübâh veya mendûb mu olduğunu soracak olursanız, bilmiş olunuz ki, halk bu sualin cevabında bazan ifrata, bazan da tefrite kaçmıştır. Bir kısmı €Bu bid'attır veya haramdır' demiş ve şöyle ilave etmiştir: 'Bir kulun şirk hariç bütün günahlarla Allah'ın huzuruna varması, cedel ve kelâmla gitmesinden daha hayırlıdır.
Kimileri, 'Cedel ve Kelâm ilminin öğrenilmesi vacip ve farzdır' demiş, bâzıları farz-ı kifâye olduğu fikrini savunmuş, bir kısmı da farz-ı ayn olduğunda ısrar etmiştir. Hattâ bu ilim için 'Amellerin ve Allah'ın rahmetine yaklaştırıcı hareketlerin en faziletlisi ve en yücesidir' diyenler de vardır. Çünkü onlara göre Kelâm, tevhidin bilinmesine ve yerleşmesine vesile olduğu gibi, âdeta Allah'ın dininin müdafaası için kullanılan keskin bir silâhtır dâ... İmam Şâfiî, İmam Mâlik, İmam Ahmed b. Hanbel, Süfyan es» Sevrî ve selefin bütün muhaddisleri bu ilmin haram olduğuna kaildirler. İbn Abd'ul-A'lâ şöyle anlatır: "İmam Şafiî'den şunları dinledim: "Bir gün Mutezile kelâmcılarından Hafs elFard ile münazara ettim ve ona 'Kulun şirk koşmak hariç bütün günahlarla Allah'ın huzuruna çıkması, Kelâm ilminin herhangi bir bahsiyle çıkmasından daha hayırlıdır' dedim. Bunun üzerine Hafs'dan öyle bir söz işittim ki, söylemeye dahi cesaret edemiyorum".
Yine İmam Şafiî şöyle buyurmuştur: 'Hiç kimsenin söyleyeceğini ve düşüneceğini zannetmediğini birşeyi Kelâm ehlinden gördüm. Bu bakımdan, Allah Teâlâ'nın bir kulunu, şirk hariç bütün menhiyâtıyla mübtelâ kılması, o kul için Kelâm'a bakmasından ve Kelâm sahasında düşünmesin den daha hayırlıdır',
Kerâbisî şöyle anlatır: "îmanı Şafiî'ye Kelâm'a dair bir mesele sorulduğunda, çok öfkelenerek 'Bu suali bana değil, Hafs el-Fard ve arkadaşlarına sorun; zirâ Allah onları rahmetinden mahrum etmiştir' buyurdu"»
Hafs el-Fard hastalığı esnasında İmam Şafiî'yi ziyaret eder, İmam Şafiî ona 'Sen kimsin? diye sorar. Onun 'Ben Hafs el Fard'ım demesi üzerine de şöyle buyurur: 'İçinde bocaladığın durumdan tevbe etmedikçe, Allah seni ne korusun ve ne de gözetsin!7
İmam Şafiî'nin bir diğer sözü de şöyledir: 'İnsanlar, eğer Kelâm'da ne gibi bir hevâ ve hevesât bulunduğunu bilseydiler, ondan yırtıcı arslandan kaçtıkları gibi kaçarlardı'. Şu söz de kendisine aittir: "Sizler 'İsim• müsemmânın aynı mıdır, gayrı mıdır?' sözünü duyduğunuz zaman, 'emin olunuz ki bunu söyleyen Kelâm ehlindendir ve onun dini yoktur",
Za'farânî'nin rivayet ettiğine göre İmam Şafiî şöyle buyurmuştur:''Kelâmcılar hakkındaki hüküm şudur: Onlar sopa ile dövülmeli, kabîle ve aşiretler arasında gezdirilerek şöyle bağırmalıdır: Allah'ın kitabını ve Rasûlullah'ın sünnet-i seniyyesini terkedip Kelâm1 a dalanların cezası işte budur'.
Ahmed b. Hanbel ise şöyle buyurmuştur: "Kelâm sahibi hiçbir zaman felâh bulamaz. Biz, Kelâm'a daldığı halde, kalbinde İslâmî hakikatlere karşı şek ve şüphe olmayan hiç kimseye rastlamadık'.
İmam Ahmed kelâmcıları şiddetle itham etti ve hattâ zühd ve takvasına ve bid'atçıları reddeden bir kitap yazmasına rağmen Hâris-el Muhâsibî'yi terkederek onunla arkadaşlığına son verdi ve ona şöyle hitap etti: 'Yazıklar olsun sana! Sen önce hidratları anlatıyor ve sonra da onlara hücum ediyorsun. Böylece sen, hidratları tasvir eden kitabınla halkı, onları mütalâa etmeye ve şüpheli mevzularda düşünmeye sevkediyorsun. Bu durum, okuyanları, görüşlerini izhâra ve araştırma yapmaya zorlamaz mı?'
Yine îmamı Ahmed 'Kelâm âlimleri zındıktır' demiştir. İmam Mâlik ise şöyle buyurmuştur: 'Acaba bir cedelcinin, daha kuvvetli bir cedelci gelip de kendisini mağlûp etse, dinini terketmeyeceğini mi sanıyorsun? Cedelci için her gün yeni bir din meydana gelir'. İmam Mâlik bu sözleriyle dikkatlerimizi cedelcilerin hükümlerindeki farklılığa çekmek istemiştir. Yine kendileri şöyle demişlerdir: 'Bid'at ve hevâ sahiplerinin şâhidlikleri caiz değildir'. Bazı arkadaşları onun bu sözünü 'imam, hevâ sahiplerinden hangi mezhepte olurlarsa olsunlarkelâmcıları kasdetmektedir1 şeklinde te'vil etmiştir.
Ebû Yusuf da şöyle buyurmuştur13: İlmi, Kelâm ile talep eden bir kişi zındıklığı kabul etmiştir'.
Hasan Basrî ise 'Sakın hevâ ehliyle tartışmaya girişmeyin. Onlarla oturmayın ve sözlerini dinlemeyin!' buyurmuştur. Selefin bütün muhaddisleri bu hükümde ittifak etmişlerdir. Bu mevzuda, selef âlimlerinden nakledilen tehditlerin haddi hesabı yoktur. Nitekim selef âlimleri şöyle buyurmuştur: 'Hakikatleri herkesten daha iyi bilmelerine, kelimeleri daha iyi tertip ve tanzim etmelerine rağmen, sahâbei kiram bir konuda .sükût etmişse mutlaka, konuştukları takdirde şer ve fesadın doğacağını bildikleri içindir'. İşte bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Toslaşanlar helâk oldular, Toslaşanlar helâk oldular. Toslaşanlar. helâk oldular.14
Yani cedelde ileri gidenler ve birbirlerinin fikrini cerhedenler helâk oldular!
Selef, bu mücadelenin doğru birşey olmadığına dair şu delilleri ileri sürmüştür: Eğer Cedel ve Kelâm, dinden olmuş olsaydı mutlaka Rasûlullah'ın ehemmiyetle emir buyurduğu ve yollarını gösterip yolcularını ve erbabını övdüğü konular zincirine dahil olurdu.
Hz. Peygamber ashâb-ı kirama istincayı15 öğretmiş, onları ferâiz ilmine teşvik etmiş ve bu ilmi bilenleri övmüştür. Onları kader meselesi hakkında konuşmaktan menederek şöyle buyurmuştur: 'Kader konusunda (münakaşa yapmaktan) sakınınız'!16
İşte ashâb bu minval üzere devam etmişlerdir. Ashâb hoca ve üstad, bizlerse onların talebeleri ve tâbîleriyiz; talebenin hocasından fazlasını yapması ise tuğyan ve zulümdür. Cedel ve Kelâm'ın farz olduğunu savunanlara gelince onlar şöyle derler: 'Kelâm'ın mahzurlu olan tarafı, cevher ve ârâz tabirleriyle ashâb zamanında bulunmayan garip ıstılahlardır' denilirse bunun cevabı gayet kolay ve basittir. Zira hiçbir ilim yoktur ki, anlatılması ve anlaşılması için birtakım ıstılahlara sahip olmuş olmasın. Meselâ hadîs, tefsir, fıkıh bu türdendir ve bu ilimlerde de sayısız ıstılah vardır. Eğer kendilerine, münazara ilminin ıstılahlarından olan nakz, matematiğin kesir, nahvin terkip, sarf ilminin ta'diye ve maânî ilminin ıstılahlarından olan va'z-ı fâsid ile mantığın kıyas üzerine vârid olan daha nice tâbir ve terimler arzolunsaydı, sahabîler bunları anlamayacaklardı. Çünkü onlar bu ıstılahları işitmiş değillerdi. Bu balamdan doğru bir gayeyi anlatmak için herhangi bir ibare ihdas etmek zararlı değildir. Bu tıpkı mübâh bir hizmette kullanmak için yeni kap ya da âlet icat etmeye benzer.
Eğer mahzur, Münazara ve Kelâm ilminin terim ve tâbirlerinde değil de murâd olunan mânâlarda ise, bilinmiş olsun ki, biz bu mânâlardan, ancak yaratıcının birliğine ve sıfatlarına ve âlemin sonradan meydana geldiğine işaret eden delillerin bilinmesini kastediyoruz. Nitekim kasdettiğimiz mânâ şeriatta da vârid olmuştur. O halde Allah'ın delille bilinmesi neden haram oluyor?
Eğer Kelâm ve Münazaranın mahzurlu kısmından, münazaracıların arasındaki söz düellosu, taassup, düşmanlık ve buğz gibi yine kendilerinin yol açtığı mezmûm sıfatlar kasdediliyorsa, şüphesiz bunlar haramdır ve her müslümanın sakınması gereken hususlardır. Diğer taraftan hadîs, tefsir ve fıkıh ilminin sebep olduğu riyaset (reislik) sevdası, riyakârlık, kendini beğenmişlik ve kibir de haramdır ve her müslümanın bu sıfatlardan sakınması gereklidir. Fakat hadîs, tefsir ve fıkıh ilimleri, bazı kişilerde kibir, ucub, riya ve baş olma sevdası doğuruyor diye menedilemez. Bu bakımdan hüccet ve delil ile araştırmak ve bilgi istemek mahzurlu olabilir mi? De ki: "Ey müşrikler! Eğer 'Allah ile beraber birtakım ilâhlar vardır' sözünüzde doğru iseniz, delilinizi getirin bakalım". (Neml/64)
Yapılması kesinleşen bir işi yerine getirmek için Allah (sizi böyle buluşturdu) ki helâk olan, açık bir delili gördükten sonra (bilerek) helâk olsun, diri kalan da açık delilden sonra (bilerek) yaşasın. (Enfal/42)
Kâfirler 'Allah çocuk edindi' dediler. Hâşâ! Allah bundan münezzehtir. O, hiç bir şeye muhtaç değildir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Ey kâfirler! (Allah'ın çocuk edindiğine dair) elinizde hiçbir delil yoktur. Siz Allah'a karşı ilimle isbat edemeyeceğiniz birşeyi mi söylüyorsunuz? (Yunus/ 68)
De ki: 'Tam hüccet Allah'ındır, O dileseydi elbette hepinizi birden hidayete erdirirdi'.(En'am/149)
Allah kendisine saltanat ve mülk verdi diye (azarak) İbrahim ile rabbi hakkında mücadele edeni (Nemrud'u) görmedin mi? İbrahim ona 'Benim rabbim (kudretiyle) hem diriltir ve hem de öldürür' dediği vakit, o 'Ben de diriltir ve öldürürüm' demişti. İbrahim 'Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan getir!' deyince, o inkârcı şaşırıp kaldı. Allah zâlim kavmi muvaffak etmez. (Bakara/258)
İşte bu ayette Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'in delil getirmesini, mücadele etmesini ve hasmını susturmasını, onu övmek gayesiyle arz buyurmaktadır.
Bu, (gök cisimlerinin batışı), milletine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetimizdir. Biz dilediğimiz kimseyi derecelerle yükseltiriz. Muhakkak ki rabbin tam hikmet sahibi ve (herşeyi) kemâliyle bilendir.(En'am/83)
Nuh'a cevap olarak şöyle dediler: 'Ey Nuh! Sen bizimle mücadele ettin ve bunda da çok ileri gittin. Eğer doğru söyleyenlerden isen bizi korkutup durduğun azabı haydi getir bakalım'.(Hûd/32)
Firavun şöyle dedi: 'Âlemlerin rabbi de kimdir?' Musa dedi ki: 'O göklerle yerin ve bu ikisi arasında bulunan herşeyin rabbidir. Eğer gerçek olarak bilirseniz (durum budur)...'. (Şuarâ/23-30)
Kur'ân, başından sonuna kadar kâfirlerle mücadele ve onlara karşı getirilen delillerle doludur. Bu bakımdan kelâmcıların 'Allah'ın birliği' hakkındaki delillerinin esasını şu ayet teşkil etmektedir:
Eğer yerlerde ve göklerde Allah'tan başka mâbudlar olsaydı, hiç şüphesiz bunların nizamı bozulurdu. (Enbiya/22)
Nübüvvet hakkındaki delilleri de şu ayettir; Eğer kulumuza (Muhammed'e) indirdiğimiz Kur'an'dan şüphede iseniz, haydi siz de onun benzeri bir sûre getirin (Bunu yaparken de) Allah'tan başka ne kadar yardımcılarınız varsa hepsini yardıma çağırın. Şayet sâdık kimseler iseniz (iddianızın gereğini yapınız!) (Bakara/23) Ölümden sonra dirilmeye dair delilleri ise şu ayettir: De ki: Onları, kendilerini ilk defa yaratan diriltecektir. O her yaratılanı hakkıyla bilir.(Yâsin/79)
Kur'an'da bunlar gibi daha nice ayet ve deliller mevcuttur. Allah'ın yüce rasûlleri, durmadan, hak ve hakikati inkâr eden hasımlarıyla mücadele etmişlerdir. Ey rasûlüm! İnsanları rabbinin yoluna güzel söz ve nasihatla dâvet et. Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et. Şüphe yok ki, rabbin yolundan sapanı en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de en iyi bilendir. (Nahl/125)
Ashâb da, peygamberleri gibi, münkirlerle mücadele eder ve onları delillerle sustururdu. Ancak bu mücadele, olur olmaz zamanlarda değil, ihtiyaç görüldüğünde yapılırdı. Fakat ashâb zamanında mücadeleye çok az gerek duyulmuştur. Mücadele metodu ile, bid'atçıları hakikate dâvet etmek ilk önce Ali b. Ebî Tâlib (r.a) tarafından tatbik edilmiştir. Şöyle ki; Hz. Ali, amcazadesi İbn Abbas'ı Haricîlere göndermişti. İbn Abbas ile Haricîler arasında şöyle bir konuşma geçti:
İbn Abbas, Haricîlere 'İmamınıza niçin darıldınız?' diye sordu. Onlar da 'Harp ettiği halde esir almadığı ve mağlûpların mallarını ganimet yapmadığı için...' cevabını verdiler. Bunun üzerine İbn Abbas şunları söyledi: 'Mağlup dediklerinize esir muamelesi yapmak ve mallarını ganimet saymak kâfirlerle olan muharebelerde sözkonusudur. Sizlere soruyorum; Hz. Aişe (r.a) esir edilseydi de herhangi birinizin payına düşseydi, Kur'an'ın nassıyla anneniz olan Hz, Âişe'yi cariyeleriniz gibi helâl sayacak mıydınız?' Haricîler onun bu sözlerine 'Hayır!' karşılığını verdiler.
İşte İbn Abbas'ın tartışması... Bu muhavereden sonra Haricilerden ikibin kişi Hz. Ali'ye yeniden bi'at etmiştir.
Rivayet ediliyor ki, Hasan Basrî (r.a) bir kaderciyle mücadele etmiş ve onu bu fikrinden caydırmıştır. Ali b. Ebi Tâlib (r.a) de kadercilerden biriyle münazara ve mücadele etmişti. Ashabdan Abdullah b. Mes'ud (r.a) Yezid b, Ümeyye ile iman konusunda münakaşa etmişti. Abdullah "Eğer 'Ben mü'minim' diyorsam, 'Ben cennetliğim' de diyebilirim" dedi. Bunun üzerine Yezid b. Ümeyye şunları söyledi: "Ey Rasûlullah'ın arkadaşı! Bu hükmün yanlıştır. Çünkü iman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ölümden sonra dirilmeye ve mizana inanmadır. Yoksa namaz kılmak, oruç tutmak ve zekât vermek değildir. Bizim bazı günahlarımız vardır. Kendimizi ancak bunların affolunduğunu bilirsek cennet ehlinden sayarız. İşte bunun için de 'Biz mü'miniz' der, ama 'Biz cennetliğiz' demeyiz". Bunun üzerine İbn Mes'ud şöyle dedi: 'Ey Ümeyye! Doğru söyledin. Allah'a yemin ederim ki, ben hükmümde yanıldım'.
Sahabenin tartışma yaptığı bir vakıadır. Fakat sözün en uygunu 'Onlar mücadeleye çok az ehemmiyet verdiler. Uzun değil de kısa gittiler. Münazara ve Kelâm ilimlerini, ders vererek, kitap yazarak sanat edinmiş değillerdi. Ancak ihtiyaç ve zaruret ânında mücadeleden de geri kalmıyorlardı' demektir.
Bu bakımdan deniliyor ki, sahâbe-i kiramın Münazara ile az meşgul olmaları, zamanlarında bid'atların bulunmayışı sebebiyle buna ihtiyaç hissetmeyişlerindendir. Münazara ve münakaşaları kısa kesmeleri, münazaradaki gayenin hasmı susturmak ve itirafa mecbur etmek olmayıp aksine hakîkati olduğu gibi göstermeyi ve şüpheyi gidermeyi istihdaf etmesidir. O halde, ashâb-ı kiram ile mücadele edenler çeşitli zorluklar çıkaran inatçı kimseler olsalardı haliyle onlar da şiddetli mücadele ve münakaşalara gireceklerdi. Çünkü sahâbei kiram, münazaraya başladıktan sonra, bunun ne kadar devam edeceğine dair belli ölçülere sahip değildi. Münazara ilmini tedvine ve bu konuda kitap yazmaya teşebbüs etmemeleri ise âdetlerinin öyle oluşundan ileri gelir.
Nitekim fıkıh, tefsir ve hadîs ilimleri hakkında da herhangi bir telif ve tedrisleri mevcut değildir. Bu bakımdan, eğer fıkhı tasnif etmek ve ancak yüzde bir ihtimalle vâki olabilecek meseleleri yazmak ki bu tip meseleler ancak vâki olacağı zaman için veya bu nadir mevzularda okuyucuların zihinleri açılsın diye hazırlanır caizse, biz, ilerdeki şüpheleri ve bid'atçıların heyecanından doğacak ihtiyaçları gidermek veya okuyucunun zihnini geliştirmek; eline, ihtiyacı anında açık ve irticâlî bir şekilde hazırlıklı olması ve hasmının karşısında ezilmemesi için delil vermek üzere mücadele yollarını ve metodlarmı tertip etmiş bulunuyoruz. Bu tıpkı çıkmadan önce harp için silâh hazırlanmasına benzer. İşte Münazara ve Kelâm ilminin caiz olmadığını veya farz olduğunu ileri süren iki grubun söyleyebilecekleri, bu yazdıklarımızdan ibaret olsa gerektir.
'Kelâm ve Cedel ilmi hakkında menfî ve müsbet düşünenlerin fikirlerini olduğu gibi bize aktardın. Fakat sen hangi görüşü tercih ediyorsun?' dersen, bilmiş ol ki, bu mevzudaki hakîkat şudur: Her hâlükârda Kelâm ilmini zemmetmek gibi mutlak şekilde övmek de doğru değildir. Bu konuda biraz tafsilâta ihtiyaç vardır.
Herşeyden evvel bilmelisin ki, bazı şeyler zâtıyla haramdır: İçki ve kesilmemiş et gibi. Bu sözün mânâsı şudur: Haramlığı icap etti-ren vasıf onun zâtındadır. İçkinin sarhoş etmesi ve kesilmemiş etin mundarlığı gibi. Biz, bu gibi şeyler hakkında sual sorulduğu zaman kesinlikle ve te'vil götürmez bir şekilde haram olduğunu söylüyoruz. Zaruret ânında, murdar etten, ölmeyecek kadar yenilmesinin; insanın boğazında kalan lokmayı, başka meşrubat bulunmadığı takdirde, içki ile yutmasının mübâh olduğuna bakmayarak, haramlık hükmünü kesinlikle veriyoruz.