İlmin Âfetleri, İyi ve Kötü Âlimlerin Alâmetleri (2)
Dünya âlimlerine gelince; onlar hüküm vermek için bindebir vâkî olan fer'î meselelere dalarlar. Belki hiçbir zaman vâkî olmayan veya hayatta bir defa vukuû mümkün olan meseleler üzerinde çalışarak o meselenin mahiyetini kavramak için yorulurlar. Çünkü üzerinde durdukları meseleler vâkî olacak olsa bile, bu on ların zamanında olacak değildir. Kendi zamanlarında değil, başka zamanlar ve başka insanlar için meydana gelecektir. O halde, bu gibi meseleleri, meydana geldikleri zamanda halledecek nice âlim ler bulunabilir. İşte dünya âlimleri, bu şekilde, vazifeleri olmayan ve kendile rini hiçbir bakımdan ilgilendirmeyen meselelerle meşgul olur da onları yakından alâkadar eden meselelere kulak asmazlar. Gece ve gündüz birbiri ardınca onların üzerinden akıp gittiği müddetçe, kalplerine gelen mânâlar, vesveseler ve amelleri içinde bocalayıp dururlar. Bu hallerine hiçbir çıkar yol da aramazlar. Nefsine ait en mühim bir meseleden kaçar, başkasının vâkî olma ihtimali çok uzak meselelerine kafa yorar. Bu insanlar saadetten ne kadar uzaktır! Bir insanın, kendi üzerine düşen vazifeleri bırakarak, başkasının meydana gelme ihtimali olmayan işleriyle meşgul ol ması, halk nezdinde makbul bir insan kabul edilmek gayretinden başka bir mânâ taşımaz...
Bu acıklı durumdan daha kötüsü, dünyaya bağlı sersem insan ların böyle kimselere fazıl, muhakkik ve müdekkik âlim lâkabını takmalarıdır. Böyle bir kişiye Allah Teâlâ tarafından verilecek en hafif ceza, ilminin dünyadaki halk arasında rağbet görmemesidir. Bu rağbeti bulamayışı bir yana, belki de, zamanın hâdiseleri içinde bulanık bir hale gelerek kaybolup gidecektir. Kıyamet gününde on lar, gerçek âlimlerin kâr ettiklerini ve saadete erdiklerini gördük leri zaman, müflis durumlarından ötürü büyük bir hasret çeke ceklerdir. Bu ne dehşetli bir zarardır!
Hasan Basrî'nin konuşma bakımından peygamberlere, hidayet bakımından da sahabîlere benzediğini bütün ulema ittifakla söy lemektedir. İşte durumu böyle olan bir zâtın konuşmasının çoğu, kalbin şüphesi, amellerin fesadı, nefislerin vesvesesi ve nefis şehvetlerinden gelen çözülmesi zor, gizli sıfatlara aitti. Bir ara kendisine şöyle denildi: 'Ey Ebu Said! (Hasan Basrî'nin künyesi) Sen o kadar yerinde konuşma yapıyorsun ki, bu konuşmayı senden başka hiç kimseden dinlemiyoruz. Acaba bu konuşmaları nereden öğrendin?' O da 'Huzeyfe b. Yeman'dan öğrendim' dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti: - Bir gün Huzeyfe'ye şöyle bir suâl soruldu: 'Seni, hiçbir sahab-înin konuşmadığı şeyleri söyler görüyoruz. Sen bu konuşmaları nereden öğrendin?' Huzeyfe şöyle cevap verdi: 'Bu sözleri Hz. Peygamber sadece bana söyledi. Çünkü sahabe-i kiram, Hz. Peygamberden daima hayır ve fazilet hakkında sorarlardı. Ben ise, şerden çok korktuğum için, Rasûl'e sadece bu hususu soru yordum. Çünkü biliyordum ki, şerri öğrendiğim zaman hayırla il gili ilim, elimden kurtulamaz.252 Huzeyfe sözlerine şunları da ilâve etmiştir: 'Apaçık bildim ki, şerri bilmeyen bir kimse asla hayrı bilemez'.
Başka bir lâfızda şöyle buyurulmuştur: "Sahabe-i kirâm 'Ey Allah'ın Rasûlü! Şu şu amelde bulunan kimseler için ne gibi mükâfatlar vardır' diye amellerin fazi leti hakkında sualler sorarlardı. Ben ise şöyle sorardım: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Şu şu amelleri ne gibi hareketler ifsad eder?' Hz. Peygamber, benim bu şekilde sualler sorduğumu gördüğünden, amellerin âfetlerini hususî olarak bana öğretti. Benim en iyi bildiğim ilim de, böylece bu ilim oldu". Hz. Huzeyfe, amelleri ifsad eden ilmi bildiği gibi, münafıklara ait malûmatı da, o şekilde, hususî olarak biliyordu. Nifak ilmini, sebeplerini ve fitnelerin inceliklerini bilen biricik sahabî o idi. Hz. Ömer, Hz. Osman ve daha birçok büyük sahabî nifak hususunda Hz. Huzeyfe'den faydalanırlardı. Bu konularda onunla daima istişare ederlerdi. Münafıklar, hep ona sorulurdu. O da mü nafıkların adedini söyler ve hatta onlardan ne kadar kaldığını da bildirirdi. Fakat hiçbir zaman isimlerini zikretmezdi. Hz. Ömer birgün kendisinde nifak olup olmadığını sormuştu. Bunun üzerine Huzeyfe (r.a), Hz. Ömer'in nifak ehlinden olmadığını söyleyerek onu tebrik etmişti. Bir cenaze olduğu zaman Hz. Ömer, Hz. Huzeyfe'nin o cenazeye iştirak edip etmediğine dikkat ederdi. Şayet Huzeyfe cenazeye iştirak etmişse o da eder, etmemişse cenaze na mazına katılmazdı. Bu sebeple Hz Huzeyfe'ye sır sahibi denilmişti.
Bu bakımdan kalp makamlarına ve hallerine itina göstermek, âhiret âlimlerinin âdetidir. Çünkü Allah'a varacak olan kalptir. Fakat zamanımızda bu ilim garip oldu ve hatta ortadan kalktı. Zamanımızın âlimlerinden herhangi birine kalp hakkında bir sual sorulduğu zaman, bu sual garip karşılanmakta ve cevap vermek gereksiz kabul edilmektedir.
Bir âlim kalp ilimlerinden bahsetse, dinleyenler bunu garip ve anlamsız bularak 'Bu adam yaldızlı laflar ediyor, mücadele ince liklerini ortaya koyan o büyük vâizler nerede?' derler. Şu sözü söyleyen ne kadar doğru söylemiştir: 'Bütün yollar aynıdır, fakat hak yol birdir. Hak yolunun yolcuları ise fertlerdir. O yolcular bilinmez, onların maksatlarını anlayamazsın. Onlar yavaş yavaş yürüyüp hedefe yönelenlerdir. İnsanlar, kendileri için irade edilenden gafildir. Çünkü insanlar hak yolundan gâfildirler.
Kısaca, halk daima kendisine kolay gelen ve tabiatına uygun olana meyleder. Hakikat acıdır ve onu elde etmek hem zor, hem de büyük güçlüklere göğüs germekle mümkündür. Onun yolu işlenmemiş bir yoldur. Hele kalp sıfatlarını bilmek, kalbi, ahlâkî zaaflardan temizlemek; evet bu, ruhu yerinden söküp almaktan daha zor bir iş!.. Hakikatın sahibi, ilâcın acılığına katlanan bir kişi gibidir. Sonunda şifa vardır diye sabreder. Onun sahibi ölüm ânında meleğin müjdesiyle iftar etmek için sıkıntılara göğüs gere rek hayatını oruçlu geçiren bir kimseye benzer... Ne zaman bu yola rağbet çoğalır? Hiçbir zaman... Bu hikmete binaen şöyle de nilmiştir: 'Basra şehrinde, va'z u nasihatta bulunan, yüzyirmi kişi vardı. Bâtın sıfatları, kalp halleri ve yakîn ilmi hakkında, bu yüz yirmi kişiden, ancak üçü konuşuyordu: Sehl et-Tüsterî, Subeyhî ve Abdurrahim. Bu üç kişiyi, on kişiyi geçmeyen bir cemaat dinlerdi ancak... Diğer vaizleri ise binlerce insan... Bu durumun sebebi şudur: Kıymetli mücevherat, ancak hususiyet ve özellik sahibi kişilere mahsustur. Herkeste olan şeyin kıymeti olmaz. Ahiret âlimlerinin özelliklerinden biri de, ilim öğrenirken kal bin saflığı ile idrak ve basiretine güvenmesi, başkalarını taklit et memesidir. Sadece şeriat sahibi emir ve buyrukta taklid edilir.
Bir de sahabe-i kiram! Hz. Peygamberi dinledikleri için fiilleri hadîs mesabesinde olduğundan uyulur. Bu hakîkat böylece bilindikten sonra, Hz. Peygamberin söz ve fiillerini kabul etmek sureti ile taklid eden zata düşen en uygun hareket, bu konunun sır ve hikmetlerini bilmeye çalışmaktır. Zira mukallid, bir fiili, şeriat sahibinin fiilidir diye işler. Halbuki şeriat sahibinin her fiilinde mutlak bir hikmet vardır. Öyleyse mukallid, hiç yorulmadan ve katiyyen yılgınlık göstermeden şeriat sahibinin amelleriyle, söylediği sözlerin hikmetlerini anlamaya gayret sarfetmelidir. Mukallid, söyleneni ezberlemekle kalırsa, ancak öğrendiği ilmin kabı olabilir, fakat katiyyen âlim olamaz. İşte bundan dolayı bazan 'Filân adam ilmin kabıdır* denilir. Şayet bu adam, sadece ezberlemekle iktifa eder, o söz ve fiillerin hikmetlerine nüfuz etmezse, böyle bir kimseye asla âlim denilmez.
Kimin kalbinden perde kalkmış ve hidayetle nürlanmışsa, böyle bir kimse başkalarına önder olur. Artık onun için, başkasını taklid etmek caiz olmaz. Bu hakikati, İbn Abbas şu sözüyle ne kadar güzel ifade buyurmuştur: 'Allah'ın yüce Rasûlü hariç, hiç kimsenin ilmine kayıtsız, şartsız râm olunmaz; hatta ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, çok kere sözleri terkedilir'.253
İbn Abbas, Zeyd b. Sâbit'ten fıkıh, Ubey b. Ka'b'dan kıraat ilmini öğrenmiştir. Sonradan, fıkıh ve kıraatta her iki hocanın fikirlerine muhalefet etmiş ve onlardan ayrılmıştır. Seleften bazıları şöyle buyurur: 'Hz. Peygamberden bize ne gelmişse, onu başımızın üzerine koyar, olduğu gibi kabul ederiz. Sahabş-i kiramdan gelenin bir kısmını alır, bir kısmını terk ederiz. (Bir şarabîden kuvvetli olarak geleni kabul eder, olmayanı terkede-riz). Tâbiîn-i kirama gelince, onlar da erkekti, biz de erkeğiz.254
Sahabîlerin fazileti, Hz, Peygamberin hareketlerinin karine ve delillerini bizzat görmelerinden, kalplerinin karinelerle bilinen birtakım emirlere bağlanmasından ileri gelir. İşte bu emirler, sahabîleri sevaba doğru iten yegâne hakikatlerdir. Bu hakikat ne rivayete ne de ibarelere sığmaz. Nübüvvet nuru sahabenin hatâ etmesini onda ikiye indirmiştir. Nübüvvetin ne olduğunu bizzat görenleri, bu makamın nuru korumakta, çokça yanılmalarına mâni olmaktadır.
Başkasından dinlediklerini taklid etmek pek makbul bir hare ket olmadığından kitaplara ve tasniflere bağlanıp onların mukal lidi olmak, hakikatlerden uzaklaştırıcı bir hareket olur. Çünkü ki taplar ve tasnifler sonradan ortaya çıkmıştır. Sahabe-i kiramın zamanında, tâbiînin ilk devirlerinde kitab ve tasnif diye bir şey yoktu. Ancak bütün sahabîlerin vefatından, tâbiînin ortalıktan çe kilmesinden sonra; yani Said b. Müseyyeb ve Hasan Basrî gibi zat ların ölümünden yani hicretin yüzyirminci senesinden sonra ki taplar telif edilmeye başlanmıştır. Çünkü, daha önceki âlimler, hadîslerin yazılmasını, kitap telif edilmesini, bunları okuyan halkın ezberciliğe alışmak suretiyle Kur'an'dan, tefekkür ve tezek kürden uzaklaşmaması için kerih görmüşlerdir.
Halk Kur'an'dan, düşünce ve zikirden uzaklaşmasın diye da ima 'Bizim ezberlediğimiz gibi siz de ezberleyiniz' diyerek ikazda bulunuyorlardı. Hz. Ebubekir ve birtakım sahabe-i kiram, işte bun dan dolayı Kur'an'ı Kerîm'in bir mushafta derlenmesine muha lifti. 'Rasûlüllah'ın yapmadığı bir işi biz nasıl yapalım?' diye te reddüd ediyorlardı. Halk tabakasının yazılı mushaflara güvenip hafızlıktan kaçacaklarından korkmakta idiler ve 'Kur'an'ı olduğu gibi bırakalım, halkın bir kısmı, diğer kısmından telkin ve okut mak suretiyle öğrensinler. Ezberleme, onların meşguliyeti olsun' kararma vardılar. Hz. Ebubekirin bu ısrarı, Hz. Ömer ve bir kısım sahabenin, halkın tembelliğinden korkarak ye Kur'an'ın tek keli mesini veya müteşabih kıraatları bilen kimselerin kökünü kuruta cak bir savaşın çıkmasından endişe ederek, Kur'an'ın yazılmasında ısrar edinceye kadar devam etti. Hz. Ömer ile kendi sini takviye eden sahabe-i kiram, bu mâzereti beyan ettikleri za man; Hz. Ebubekir'in (r.a) göğsü de Kur'a'nı yazmak için inşiraha kavuşup bu işe taraftar oldu.
Bu bakımdan Hz. Ebubekir Kur'an'ı tek bir mushafta topladı. İmam Ahmed, İmam Mâlik'e, el-muvatta kitabını yazdığı için, şiddetle hücum ederek diyordu ki: 'Sahabe-i kirâmın yapmadığı bir bid'atı icad etti'.
Denilir ki: İslâm'da ilk kitap yazan İbn Cüreyc'dir. Bu, hadis lerle ilgili ve Atâ, Mücahid ve İbn Abbas'ın Mekke'de bulunan ta lebelerinden rivayet buyurduğu tefsir harfleri hakkında te'lif ettiği bir kitaptır.
İkinci kitap, Yemen'in San'a şehrinde Ma'mer b. Raşid ta rafından te'lif edildi. Ma'mer, bu kitabında birçok hadîs-i nebevî derledi; Sonra İmam Mâlik, Medine'de Muvatta isimli kitabı yazdı. Bilâhare Süfyan es-Sevrî'nin Câmî adlı eseri yakıldı. Hicretin dör düncü yüzyılında kelâm ilmine dair birçok kitap telif edildi, müca dele başladı. Söylenen sözlerin iptal edilmesi delil ve burhanlarla yapıldı. Bunun üzerine halk kelâm ilmine ve kıssalarla va'z et meye daldı. Böylece yakîn ilmi, hicretin dördüncü asrından itiba ren yavaş yavaş yok olmaya başladı. O tarihten itibaren kalplerin ilmi, nefsin kötü sıfatlarından ve şeytanın desiselerinden sakınmak gibi ilimler garip sayıldı ve azaldı. Küçük bir azınlık ha riç, halk bu ilimlerden yüz çevirdi. O tarihten itibaren cedel yapan kelâmcıya âlim denilmeye başlandığı gibi, konuşmasını secîli ve kafiyeli ibarelerle süsleyen kimseye de âlim denildi. Çünkü bunları dinleyen halk tabakası idi. Bu tabaka ilmin hakikatini hikâyeler den ayırdedecek derecede gelişmiş değildi. Ayrıca sahabe-i ki ramın yaşayışını ve ilmini halk bilmiyordu ki, hakîki âlimleri sah telerinden ayırdedebilsin. İşte böylece âlim olmayana âlim ünvanı verildi ve bu lâkabı halefler, seleflerinden alıp devam ettirdiler. Böylece âhiret ilmi rafa kaldırıldı. Havass hâriç, kelâm ile ilim arasında ayırım yapacak kimse kalmadı. Fakat havasstan, 'Filân adam mı, yoksa şu mu daha âlimdir?' diye sorulduğu zaman, işin hakikatini bilen havass 'O ilim yönünden, bu da kelâm yönünden daha fazladır' derlerdi. Havass ilim ile konuşma kabiliyetinin arasını tefrik edecek kudretteydi. İşte böylece geçmiş asırlarda din, zayıflamıştır. Acaba günümüzde durum nasıldır?
Bugün durum öyle bir raddeye gelmiştir ki, kelâmı inkâr eden bir kişi, mecnun olarak ilân ediliyor. O halde insana düşen vazife; bu zamanda nefsi ile meşgul olmak ve başkaları hakkında susmayı tercih etmektir. Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de yeni ortaya çıkan bid'atlardan şiddetle kaçınmaktır. Sakın insan ların çoğunluğunun yeni ortaya çıkan meselelere olan düşkünlüğü seni aldatmasın! Sahabe-i kiramdan sonra meydana çıkan bid'atlara halkın te veccühü seni kandırmasın. Zira müslümana düşen vazife, sahabe i kiramın durumunu, sîretini ve amellerini arayıp onlara muttali olmaktır. Acaba sahabîler hangi hususlara daha fazla ihtimam göstermişlerdir? Ders okutmak, kitap yazmak, münazarada bulunmak, fetvâ vermek, yönetici olmak vakıf müesseselerinin başına geçmek, onun bunun vasisi olmak, yetimlerin malını ye mek, zâlim yöneticilerle oturup-kalkmakla onlarla iyi geçinmekle mi meşgul olmuşlar, yoksa korkmak, üzülmek, mücâhedede bu lunmak, zâhir ve bâtını murakabe etmek, günahın küçük ve büyüğünden sakınmak, nefsin gizli şehvetlerini, şeytanın hilele rini ve bunlardan başka bâtın ilimlerini öğrenmekle mi meşgul olmuşlardır?
Bilmek gerekir ki, zamanın en âlimi, hakka en yakını, sahabe-i kiram'a en fazla benzeyen ve selefin yolunu en iyi bilen kişidir. Zira din, sadece sahabe-i kiram'dan alınır. Bu sırra işaret ederek Hz. Ali şöyle buyurmuştur: 'Bizim en hayırlımız bu dine en fazla tâbî olanımızdır'.
Hz. Ali bu sözünü, kendisine 'Sen filân sahabîye muhalefet et tin' denildiği zaman söylemiştir. Bu bakımdan müslüman bir kişiye Rasûlüllah'ın devr-i saadetindeki sahabe-i kirama muhale fet etmekten sakınmak vazifesi düşer. Onlara mutabık olan, kime muhalif olursa olsun zararı yoktur. Çünkü insanlar kendi yaptıklarını tasdik etmeye meyyaldirler. Bir türlü muhalefet ettik lerinden ötürü Allah'ın cennetinden mahrum olduklarını itiraf etmeye yanaşmamaktadırlar. Cennete giden yolun ancak kendi seçtikleri yol olduğu iddiasındadırlar. Bu hakikati belirtmek için Hasan Basrî şöyle demiştir: İslâm'da birçok bid'atlar icat eden iki sınıf bid'atçı vardır: 1. Kötü rey sahibi olup, sadece kendisi gibi düşünenlere cen net verileceği kanaatinde olanlar. 2. Dünyaya tapan, dünya için öfkelenen ve dünya için razı olan ve sadece dünyayı arayan zenginler. Bu bakımdan bu iki sınıfı da terkediniz. Çünkü ikisi de cehenneme doğru, koşar adımlarla gitmektedir. Bir de kendini dünyaya davet eden zenginle, nefsin arzularına davet eden hevasının esiri olanın arasında olduğu halde Allah kendini her ikisinin şerrinden de korur da selef-i salihine meylederek onların yaşantılarını, fiillerini sorup izlerinden yürümek ister. İşte boyle bir insan büyük bir ecre namzettir. Bu bakımdan siz de böyle olunuz'.
İbn Mes'ud'dan mevkuf ve müsned olarak şu hadîs-i şerif ri vayet edilmiştir: İki şey vardır ki biri kelâm, diğeri ise hidayettir. Kelâmın en güzeli, Allah'ın kelâmıdır. Hidayetin (yolun) en güzeli de Allah Rasûlü'nün hidayetidir. Sonradan ortaya çıkan bid'atlardan sakınınız. Zira işlerin en kötüsü, sonradan or taya çıkan hidratlardır. Muhakkak ki her sonradan ortaya çıkan bid'attır ve muhakkak ki her hidrat dalâlettir. Zaman ve hedef size uzak görünmesin. Çünkü bu takdirde kalbiniz katılaşır. İyi bilin ki her gelecek olan yakındır. Yine iyi bilin ki uzak ancak gelmeyecek olandır.255
Hz. Peygamberin bir hutbesinde şu cümleler yer almaktadır: Kendi ayıpları, kendisini başkasının ayıplarını araştırmaktan alıkoyana, meşru bir şekilde kazandığı ser vetten infak edene, fıkıh ve hikmet ehliyle arkadaşlık edene, zillet ve günahtan sakınana cennet vardır. Nefsini zelil edene, ahlâkını güzelleştirene, gizli taraflarını ıslah edene, halktan kötülüğü uzaklaştırana cennet vardır, İlmi ile amel edene, servetin fazlasını Allah yolunda harcayana, sözünün fazlasını kendi nefsinde tutan, sünnet-i seniyye ile iktifa edip, bid'atlara yönelmeyene cennet vardır.
İbn Mes'ud (r.a) şöyle buyurmuştur: 'Âhir zamanda güzel hi dayet çok amelden daha hayırlıdır. Siz öyle bir zamandasınız ki, en hayırlınız emirleri aceleyle yapanınızdır. Fakat sizden sonra bir zaman gelecektir ki, o zamandaki insanların en hayırlısı şüphelilerin çokluğundan ötürü teenni ile adım atanlardır'.
İbn Mes'ud çok doğru söylemiştir. Şu zamanda teenni ile adım atmayan ve halkın yaptığı işlerde onlara uyan ve onların daldığı gibi dalan bir kimse, halkın felâkete gittiği gibi felâkettedir.
Huzeyfe b. Yeman (r.a) herhangi bir şeye işaret ederek: 'Bundan daha garibi, sizin bugünkü iyiliklerinizin, geçmiş za manda kötülük sayılmasıdır ve sizin bugün kötü telâkki ettikleri niz de gelecek bir zamanın iyiliği olacaktır. Siz hakkı tanıdıkça hayırlı kimselersiniz. Siz içinizde bulunan âlime önem verir, ihti mam gösterirsiniz' buyurdu. O da doğru söylemiştir. Şu yaşadığımız asrın iyiliklerinin çoğu sahabe-i kiram zamanında kötülük kabul ediliyordu. Çünkü za manımızın iyiliklerinin başında gelen ve hatta en büyüklerinden sayılan şey; camileri süslemek, çeşitli boyalarla boyatmak, büyük servetleri camilerin ince tâmiratına sarfetmek, yüksek kıymetli halıları camilere sermektir. Halbuki daha evvel camilerde hasırların serilmesi dahi bid'at sayılıyordu. Hattâ 'Hasırların se rilmesi Haccac-ı Zâlim'in yaptığı bid'atlerdendir' denilmekteydi. Çünkü sahebe ve tâbiîn-i kiram, almlarıyla toprak arasında perde olacak herhangi bir maddeyi pek nadir seriyorlardı. Böylece cedel ve münazara ilimlerinin incelikleriyle meşgul olmak, bid'atların revaçda olduğu şu zamanımızda en büyük ilimlerden sayılıyor ve cedel ilminin incelikleriyle meşgul olanlar da Allah'ın rahmetine yaklaştırıcı amellerin en değerlisini yaptıklarını iddia ediyorlar. Halbuki onların bu yaptıkları, sahabe-i kiram ve tâbiîn zamanında kötü sayılıyordu. Zamanımızda esasında münker olup iyi sayılan hareketlerden birisi de; Kur'an ve ezan okumakta lâhin yapmaktır (Yani kısaltılması gereken kelimeleri uzatmak, uzatılması gere ken kelimeleri kısaltmak, izharda ihfa, ihfada izhar yapmaktır).
İyilik sayılan münkerlerden birisi de; zâhirî temizlikte zorluk lar çıkarıp, taharette vesveseye düşüp, uzak sebepleri yakîn farze derek elbisenin temizliğine önem vermek, fakat bununla beraber yiyeceklerin helâl veya haram olmasına ve benzeri önemli mesele lere ihtimam göstermemektir. İbn Mes'ud ne güzel söylemiş: 'Siz bugün öyle bir zamandasınız ki, nefsin hevası ilme tâbidir. Fakat bir zaman gelecektir ki, ilim hevaya tâbi olacaktır!'
Ahmed b. Hanbel 'Asrımdaki insanlar, ilmi terkedip garip me selelere daldılar. Onların içindeki ilim ne kadar da azdır. Allah yardım etsin' buyurmuştur. Mâlik b. Enes 'Geçmiş zamanda halk bu işleri sizin bugün sorduğunuz şekilde sormuyordu. O zamanın âlimleri haram, he lâl demiyorlardı. Ben onlara yetiştim. Onlar müstahah ve mekruh diyorlardı' buyurdu. Mâlik bu sözüyle şunu kastediyor: O devrin insanları kerahet ve müstahabın inceliklerine bakıyorlardı. Haramın fâhiş olduğu ise herkesçe biliniyordu ve ona yaklaşan zaten azdı.
Hişarn b. Urve b. Zübeyr şöyle demiştir: 'Siz bid'atçılara bu za manda ortaya çıkardıkları bid'atları sormayınız. Çünkü onlar bid'atlarını müdafaa için, verilmesi gereken cevapları hazırlamışlardır. Fakat onlara, Rasûlüllah'ın sünnet-i seniyyesini sorunuz. Göreceksiniz ki sünneti bilmezler'.
Ebu Süleyman Dârânî de 'Kalbine bir hayır ilham edilen kişi, hemen o ilhama göre amel etmemelidir. Tedkik etmeli, eğer nef sindeki ilham hadîse mutabık gelirse Allah'a hamd-ü senâ etme lidir' demiştir.
Bu sözüyle şunu kasdetmektedir: Asr-ı Saadef'ten sonra ortaya atılan bid'atlar, kulakları aşındırmış, kalplerde istikrar bulmuştur. İşte bundan dolayı çok zaman kalplerin berraklığı bu lanmakta ve bu hastalıktan ötürü bâtıl, hak suretinde hayal edil mektedi, Bu bakımdan bâtılı hak olarak telâkki etmemek için ha dîs-i şeriflerin şehadetine dayanmak gereklidir. Yine bunun için dir ki, Mervan b. Hakem bayram namazında namazgâhta minber yaptığı zaman, o cemaatta bulunan Ebu Said Mâlik b. Sinan el-Hudrî (r.a) ayağa kalkarak şu itirazda bulunmuştur: 'Ey Mervan! Bu bid'at da nedir?' Mervan 'Yaptığım bid'at değildir. Senin bildiğinden daha hayırlıdır. Çünkü cemaat çoğalmıştır. Minberi yapıp onun üzerine çıkıp cemaata sesimi duyurmak istedim' de yince, Ebu Said 'Ey Mervan! Allah'a yemin ederim. Siz hiçbir za man benim bildiğimden daha hayırlısını getiremezsiniz ve yine Allah'a yemin ederim ki, bugün senin arkanda bayram namazını kılmayacağım!' demiştir. Ebu Said (r.a) bu mevzuda.şu hakikatten ötürü itirazda bu lunmuştu: Allah'ın yüce rasûlü, bayram ve yağmur hutbelerinde minbere çıkmaz, aksine elindeki yaya veya asâsına dayanarak hutbesini okurdu.256
Dinimizden olmayan bir şeyi ihdas edip, dine sokanın o yaptığı merduttur, başına çalınır.257
'Ümmetimi aldatanın üzerine Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti olsun' dediği zaman Allah'ın Rasûlü'ne soruldu: 'Ey Allah'ın Rasûlü! 'Ümmetin kandırılması ne demektir?' Rasûl (s.a) 'Dinde olmayan bir bid'atı ihdas edip halkı o bid'atı yapmaya zorlamaktır'258 buyurdu.
Allah Teâlâ'nın bir meleği vardır. O melek hergün şöyle haykırır: 'Rasûlullah'ın sünnetine muhalefet edene, Rasûlullah'm şefaati yoktur.259
Bid'atlar çıkarmak suretiyle sünnet-i seniyyeye muhalefet ederek suç işleyen bir kişinin, sıradan herhangi bir günahı işleyen kişiye nisbeti, devleti yıkmak isteyenin suçunu, muayyen bir hiz mette sultanın emrine muhalefet edenin günahına nisbet etmek gibidir.
Belirli bir vazifede sultanın emrine muhalefet eden kişinin suçu bazen affolunur. Ama sultanın devletini yıkıp sultanlığına son vermek teşebbüsü ise asla affolunmaz.
Bazı âlimler şöyle buyurmuştur: 'Selef, hangi şey hakkında konuşmuşsa onun hakkında konuşmayıp sükût etmek selefe eziyet verir. Selef, hangi şey hakkında susmuşsa onun hakkında konuşmak da fuzulî bir çaba ve tekellüftür'.
Başka bir âlim de şunu söyledi: 'Hak (ve hakîkat) ağır bir yük tür. Onu tatbik etmeyen zulmeder. Ondan geri kalan da acze düşer. Fakat onunla beraber ve onun çizdiği sınırlarda kalan tam isabet etmiştir'.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Devamlı orta yolu tercih edin ki ilerleyenler de, gerileyenler de oraya dönecektir260
İbn Abbas (r.a) şöyle buyurmuştur: 'Dalâlet ehlinin kalbinde dalâletin kendine göre bir tadı vardır'.
Nitekim Allah Teâlâ (c.c) şöyle buyuruyor: Ey Rasûlü, bırak o dinlerini oyuncak ve eğlence edinip de dünya hayatı kendilerini aldatmış bulunan kimseleri... (En'am/70)
Hiç kötü ameli kendisine güzel görünen kimse, hakkı hak ve bâtılı bâtıl gören kimse gibi olur mu?(Fâtır/8)
Bu bakımdan sahabe devrinden sonra zaruret ve ihtiyaç mik tarını aşacak derecede yenilikler icâd edenlerin dinleriyle oy nadıkları muhakkaktır.
Rivayet olunduğuna göre, şeytan, askerlerini sahabe-i kiram zamanında yeryüzüne yaymış ve bir zaman sonra askerler, ümit siz olarak üslerine dönmüş. Şeytan askerlerine sormuş: - Neden böyle kızgın ve hırçınsınız? - Biz bunlar gibi, hiç kimseye rastlamadık. Bunlar bizi son derece yordukları halde bir tanesinin kılına bile dokunamadık. - Siz bunları yenmeğe muktedir değilsiniz. Çünkü onlar pey gamberleriyle arkadaşlık yapmış, Allah'ın ayetlerinin nüzûlünü müşahede etmiş kimselerdir. Fakat üzülmeyiniz, bunlardan sonra bir kavim gelecektir. Siz ihtiyaçlarınızı ve öcünüzü onlardan alırsınız. Tâbiîn-i kiram zamanı geldiğinde, şeytan yine ordularını se ferber etmiş ama ordular yine mahrum olarak üslerine dönüp şöyle haykırmışlar: - Biz bunlardan daha acaip kimseler görmedik. Kendilerini peyderpey günaha sokup birşeyler alıyoruz. Fakat günün sonunda akşama doğru istiğfar etmeye başlıyorlar. İstiğfarları sayesinde Allah günahlarını sevaba tebdil ediyor. - Siz bunlardan da birşey elde edemezsiniz. Çünkü inançları sıhhatli ve doğrudur. Peygamberlerinin sünnetine tâbî olmakta ciddîdirler. Fakat bunlardan sonra bir kavim gelecektir. Gözleriniz onların gelişi ile aydınlanacaktır. Siz onlarla oyuncak gibi oynaya caksınız. Onları heva ve heves gemleriyle istediğiniz şekilde, is tediğiniz istikamete çekebileceksiniz. Onlar af dilerlerse affolun mazlar. Tevbe de etmezler ki, Allah günahlarını sevaba tebdil etsin.
Râvi diyor ki: 'Birinci yüzyıldan sonra bir kavim geldi. Şeytan, içlerine heva ve heves tohumunu ekti, bid'atları süslü ve câzip gös terdi. Onlar da bid'atleri helâl telâkki ettiler ve bid'atleri din edin diler. O bid'atleri yaptıklarından dolayı Allah'tan af dileyip tevbe de etmezler. Bu bakımdan düşman, onlara musallat oldu ve istediği tarafa sürükledi!' Eğer 'Bu hikâyeyi rivayet eden kişi şeytanın böyle dediğini ne reden biliyor? Şeytanı görmemiş ve onunla konuşmamıştır' der sen, bilmiş ol ki kalp sahipleri melekûtun sırlarını üç yoldan elde ederler; a) İlham yoluyla.,. b) Sadık rüyalarla... c) Bazen de keşif ve ilham ve misallerin müşahedesiyle rüyada olduğu gibi hâdiseleri keşfederler. Keşif yollarının en yüce dere cesi bu sonuncusudur. Bu, aynı zamanda nübüvvetin yüksek dere celerindendir. Nitekim sadık rüya da nübüvvetin kırkaltı par çasından bir parçasıdır. Bu bakımdan dikkatli ol ve anlamadığın şeyleri inkâr etmeye kalkışma. Çünkü aklî ilimlerin tamamını ih âta ettiklerini iddia eden bencil ve hodfuruş âlimler, bu konuda he lâk olmuşlardır. Bu bakımdan sahibini Allah'ın veli kullarına ait bulunan bu işleri inkâr etmeye çağıran akıl'dan, cehalet daha hayırlıdır. Evliyanın ilham durumunu inkâr eden, enbiyayı da in kâr etmek felâketine düçâr olur ve böylece tamamen dinin dışına çıkar!
Ariflerden biri 'Abdalların etrafta gizlenip halk gözünden kay bolmaları, zamanın âlimlerini görmeye tahammül edemedikleri içindir. Çünkü zamanın kötü âlimleri her ne kadar kendi telâkki lerine ve cahil halkın görüşüne göre âlim sayılıyorsa da, abdal ların nezdinde Allah'ı bilmeyen câhillerdir' demiştir.
Sehl et-Tüsterî şöyle der: 'Günahların en büyüğü, kişinin cahil olduğunu bilmemesidir. Halk tabakasına bakıp gaflet sahibinin konuşmasını (dinlemek, abdalların yanında zamanın âlimlerine bakmaktan daha iyidir)'.261
Dünyaya dalıp bağlanan âlimlerin sözüne kulak vermemelidir. Böyle bir âlimin her dediği şüpheyle karşılanmalıdır. Çünkü her insan sevdiğine dalıp ona uygun düşmeyeni reddeder. Bu nedenle Hak Teâlâ (c.c) şöyle buyurur. Bizi anmak hususunda kalbine gaflet verdiğimiz kimseye itaat etme ki, keyfinin ardına düşmüş ve işi de haddini aşmak olmuştur.(Kehf/28)
Halk tabakasının âsîleri, dinin yolunu bilmediği halde kendile rini âlim zannedenlerden daha memnun ve mesuddurlar. Çünkü günahkâr avam, kusurunu itiraf eder. Af dileyerek tevbe eder. Fakat kendisini âlim zanneden şu cahil ise, âlimlik taslamaktadır. Meşgul olduğu ve sadece dünyaya alet olan ilimleri, din yolunun aleti olarak telakki etmektedir. Bu bakımdan af dilemek ve tevbe etmek ihtiyacını duymamaktadır. Belki de, ölünceye kadar bütün insanlar bu belâ ile mübtelâ olmuş ve ıslahlarından ümid ke silmiştir, o halde dindar kişi için en ihtiyatlı hareket, bir kenara çekilip insanları kendi halleriyle başbaşa bırakmaktır. Nitekim bu konu inşaallah Uzlet bölümünde etraflıca izah edilecektir.
Bu sırra binaen Ebu Muhammed Yusuf b. Esbat (H. 190), Mer'aşlı Huzeyfe'ye (H, 207) şöyle yazar262; 'Tek başına kalan, beraberce Allah'ı zikretmek için bir arkadaş bulamayan, yahut bulduğu ar kadaşı günahkâr olan veya aralarındaki konuşma ve müzakere günaha götüren bir kimsenin hakkında tahminin ve hükmün ne olabilir? Çünkü bu zat, esas arkadaşını bulamamaktadır'. Yusuf ne de doğru söylemiş... İnsanlarla ihtilât etmek, mut laka ya gıybete veya gıybeti dinlemeye veya herhangi bir münkere karşı sükût etmeye götürür. Oysa insanın en güzel durumu ya ilmi ifade veya ondan istifade etmektir. Fakat bu miskin, tam mâ nâsıyla düşündüğü zaman görecektir ki, ilim öğretmesi, riyadan, halkı arkasına takmaktan ve riyaset peşinde koşmaktan ibarettir. Bunun böyle olduğunu kestirdiği zaman, yine bilecektir ki ilmi öğrenen de, o ilmi dünyevî arzularına alet ve şerre vesile etmek için istiyor ve öğreniyor. Oysa böyle bir istekçiye ilim verildiği tak dirde ona arka ve şerrin sebeplerini hazırlayıcı olur. Böyle bir in sana ilim öğreten, tıpkı yol kesicilere kılıç satan gibidir. Bu bakımdan ilim, kılıç gibidir. İlmin hayır için salâhı, kılıcın harb için salâhı gibidir. Durumunun karineleriyle kılıçla yol kesmek is tediğini bildiğin bir kimseye kılıç satmak caiz değildir.
Buraya kadar saydığımız oniki alâmet, âhiret âlimlerinin ayrılmaz alâmetidir. Bu alâmetlerin herbirisi selef âlimlerinin bir takım güzel vasıflarını içine almaktadır.
Ey okuyucu! Sen de iki kişiden biri ol; ya bu sıfatlarla vasıflan veya kusurunu itiraf et. Sakın üçüncü gruptan olma. Zira bu grup, dünyaya yarayan âletlere dini fedâ etmiştir. Tembel kimselerin sî ret ve gidişatını, râsih âlimlerin gidişatına benzetmek suretiyle nefsini aldatma. Böyle yaptığın takdirde cehalet ve inkârın yüzün den gaflete düşüp ümitsiz ve helâk olan kimselerin zümresine ilti hak etmiş olursun. Şeytanın kandırmasından Allah'a sığınırız; zira halk sırf böyle desiselerle helâk olmuştur. Allah'tan dileğimiz; bizi dünya hayatı ile aldanmayan ve şeytanın maskarası olmayan lardan eylesin. Âmin!
188)Bu hadis daha önce geçmişti. 189) İbn Hibban, Ravzatu'l Ukalâ 190) Hâkim-i Tirmizî, en-Nevâdir, İbn Abdilberr, (Hasan Basrî'den sahih birsenedle) 191) Hâkim, (Enes'den zayıf bir senedle) 192) İbn Mâce, (Câbir'den) 193) Ahmed b. Hanbel, (Ebu Zerden) 194) Deylemî 195) Hâtib, iktizaul-ilm ve'l-Amel 196) Basra'nın Feraid nahiyesindendir. Nahiv ve aruz ilminin büyük otoritelerindendi. H. 100 senesinde doğmuş, H. 160 (veya 170-175) senesinde vefatetmiştir. 197) Künyesi Ebu Ali'dir. Dedesi Mansur b. Bişr et-Temimî el-Mervezî el-Mekkî'dir. H.187 senesinde Mekke'de vefat etmiştir. Cennet-ul-Muaila denen Mekke mezarlığında defnedilmiştir. 198) Bu hadîs, kendisinden sonra gelen Usame hadîsine mânâ bakımından benzemekte ise de muhaddisler bu ibare ile rivayet etmemişlerdir. 199) Buhâri ve Müslim,(ibarede alim kelimesi yerine racûl kelimesi mektedir). 200) Zinnun-i Mısrî'nin talebesidir. H. 283 yılında vefat etmiştir. 201) Künyesi Ebu Süleyman Abdurrahman b. Ahmed b. Atiyye'dir. H. 215 yılında vefat etmiştir. Sbu Süleyman ed-Dârâni iki kişinin künyesi olarak kullanılır. Genellikle bu iki kişi birbirine karıştırılmaktadır. Diğerinin künyesi Abdürrahman b. Süleyman b. Ebu Cevmi el-Anasî ed-Dimeşkî'dir. 202) Hz. Peygamberin (s.a) hadîslerini arayıp ortaya çıkarmak en büyük cihad sayılmıştır. Bu yolda gayret sarfedenler cennetle müjdelenmiştir. Bu nedenle hadîs aramak dünyaya meyletmek sayılmaz. Nasıl sayılabilir? Evlenme ve ticaret için yola çıkmak hususundaki sözün de te'vile ihtiyacı vardır. 203) Bazı ibarelerde Kisan yerine Hasan yazılmıştır, el-Basri yerine de en-Nazarî yazılıdır. Bu zat aslen Medinelidir. Bilâhare Basra'ya gelmiştir. İmam Müslim Mukaddime de zikreder. Doğum ve vefat tarihi belli değildir. 204) İbn Abdilberr, (zayıf bir isnadla) 205)Teberânî el-Evsat, [zayıf bir ısnadla) 206) Ebu Nuaym, İbn CevzÎ, Mevzuât 207) Ebu Talib el-Mekkî Kut'ul'Kulûb) Irâkî böyle bir metne rastlamadığım söylemiştir. Ancak Buhârî ve Müslim'de farklı lafızlarla yer almıştır. 208) Ebu Nuaym, el-Hilye ; İbn Cevzî bu hadîsin uydurma olduğunu söy lemiştir. 209) İbn Hibban, (Enes'teıı) 210) Darimî, (Ahvas b. Hâkîm'den) 211) Evzaî'nin künyesi, Ebu Amr Abdurrahman b. Amr b. Ebî Amr'dır. EL 257) yılında vefat etmiştir. 212) Künyesi Ebu Amr Âmir b. Şurahbil'dir ve hicretin birinci yüzyılının sonlarında seksen yaşlarında iken vefat etmiştir. 213) Künyesi Ebu ishak'tır, Belh şehrinde doğmuştur. Zâhid ve âlim bir zattır, H. 162 yılında vefat etmiştir. 214) Künyesi Ebu Abbas Muhammed b. Sebîh'dir. H. 183 yılında vefat etmiştir. 215) Künyesi Ebu Abdullah'tır, kendisi Şamlıdır. Hicrî 110'iu yıllarda vefatetmiştir. 216) İbn Abdilberr, İlim, (Muaz, İbn Ömer ve Enes'ten) 217) Hz. Ömer'in işaret buyurduğu üç şey Hz. Muaz'dan nakledilen bir hadîste şöyle bildirilir: 1. Âlimin günaha sapması, 2. Kur'an'ı bilen bir münafığın tartışması, 3. Kapılarını insana ardına kadar açan bir dünya... 218) Sünen sahipleri, (Büreyde'den) 219)Ka'b. Mâ'm, Himyer kabılesindendir. Meşhur lâkabı Ahbar, künyesi Ebu İshak'tır. Hz. Osman'ın hilâfetinin son senelerinde vefat etmiştir. 220) el-Câmi, (Enes'ten zayıf bir senedle) 221) Taberânî,(Ebu Derdâ'dan); İbn Hibban (İmrAn b. Hüseyin den) 222) İbn Sünnî; Ebu Nuaym Riyad ; İbn Abdilberr, (Abdullah b. Müsavver'den zayıf bir senedle) 223) Künyesi Ebu Kasım'dır. Ebu Muhammed künyesiyle de anılır. Hicretin birinci asrından sonra vefat etmiştir. 224) Kureyşlidir. H. 165 yılında vefat etmiştir. 225) İmam Ahmed, Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce ve Beyhakî 226) Müslim, (Ümmü Seleme'den) 227) Ukaylî, (zayıf senedle); İbn Cevzî uydurma olduğunu söylemiştir. 228) İbn Mâce, (Ebu Hüreyre'den zayıf bir senedle) 229) Semnun'un babasının adı Hamza'dır, Sırrî es-Sakatî'nin talebesidir. Cüneyd-i Bağdadiden önce vefat etmiştir. İmam Suyutî'ye göre Semnun'un adı İshak'tır. 230) Hatib, (İbn Ömer'den mevkuf olarak); Ebu Davud ve İbn Mâce, (İbn Ömer'den merfû olarak) 231) Künyesi Ebu Hafs Ömer b. Salim'dir. H. 260 sonrasında vefat etmiştir. 232) Künyesi Ebu Sema İbrahim b. Yezid b. Şerik Teymî'dir. H. 192 yılında ve kırk yaşına gelmeden vefat etmiştir. 233) İsmi Nüfeyl'dir. Beni Riyah b. Yerbû kabilesine mensuptur. İbn Abbas ve başka sahabîlerden hadîs rivayet etmiştir. 234) Ebu Dâvud ve Hâkim, (Ebu Hüreyre'den); Hâkim hadîsin sahih olduğunu söylemiştir. 235) Ahmed b. Hanbel, Ebu Ya'lâ, Bezzar vc Hâkim; (Hâkim sahih olduğunu söylemiştir). 236) Bu hadîs daha önce geçmişti. 237) Tirmizî ve İbn Mâce, (Ümmü Habîbe'den); Tirmizî hadîsin garib olduğunu söylemiştir. 238) Künyesi Osman b. Asım b. Hasin el-Esedî'dir. H. 128 yılında vefatetmiştir. 239) İbn Mâce, (İbn Hallad'dan zayıf bir senedle) 240) Câbir b. Zeyd, tâbiin-i kirâmdandır. H. 93 yılında vefat etmiştir. 241) Hadîs-i kudsî'deki 'tereddüt ettiğim kadar3 ibaresi esasında ölümden kaçan ve tereddüt eden bir kişinin durumuna göre vârid olmuştur.. Yoksa te reddüt fiili Allah'a izafe edilmez, O'nun zât-ı ulûhiyetine yakışmaz. Müteşâbih ayetlerde olduğu gibi bu ibare de tevil edilmelidir. Türkçe'de bu 242) Buhari, Müslim, Ebu Hüreyreden); Ebu Nuaym, (Enesten zayıf bir se nedle) 243) Beyhakî Zühd; Hatip Tarih, (İbn Mes'ud'dan hasen bir senedle) 244) Ebu Nuaym, (İbn Yezid'den mürsel olarak) 245) Hâkim-i Tirmizî, Nevadir, (Enes'ten) 246) Irâkî, bu hadîsin aslına vâkıf olamadığını ve fakat aynı anlamda başka bir hadîsi İbn Abdilberr'in Muaz'dan rivayet ettiğini söylemektedir. 247) Hâkim, Müstedrek; Beyhakî, Şuab'ul-iman. 248) Irakî bu hadîsi bu şekilde toplu olarak görmediğini söylemektedir. Bu hadîs birkaç hadîsten alınmış parçalardan meydana gelmiştir. İbn Mübarek, Zühd ve Rekaik'de Muhammed b. Adiy'den, Yunus b. Hasan'dan bu hadîsin bir kısmını rivayet etmektedir. Diğer parçalar da başka hadîslerdenalınarak eklenmiştir. 249) Ebu Talib el-Mekki. (Amr b. Abdullah el-Makberî'den) 250) İbn Mâce, (Cündebe'den) 251) Hâkim, Beyhakî, Zühd , (İbn Mes'ud'dan) 252) Hâkim, Beyhakî 253) Taberânî, Kebir, (İbn Abbas'dan) 254) Bu söz İmam-ı A'zam Ebû Hanife'ye nisbet edilir. 255) İbn Mâce 256) Taberânî, (Berra b. Azib'den); Ebu Dâvud, (Şuayb'dan) 257) Buhârî, Müslim, (Hz. Âişe'den) 258) Dârekutnî, Efrad, (Enes'ten zayıf bir senedle) 259) Ebu Talib el-Mekkî, Kut'ul-Kulub ; Irâkî hadîsin aslına rastlamadığınısöylemektedir. 260) Ebu Ubeyde, (Ali b. Ebi Tâlib'den mevkuf ve garîb bir senedle); Irâkî, bu hadîsin merfû bir senedini bulamadığını söylemiştir. 261) Parantez içindeki ibare Zebidî'ye aittir. 262) Bu iki zat da ariflerin büyüklerindendir. Bu görüşün bütün müslüman lara teşmil edilmemesi gerekir, Çünkü cihad farzdır.