Gazali - İhyau Ulumiddin''den hoca ve talebe adabı (2)

Büyük İslam Alimi Ebu Hamid Muhammed Gazali''nin İhyâu Ulûmi''d-Dîn eserinin Hoca ve Talebenin Riayet Edeceği Âdab (2) bölümünü sizlerle paylaşıyoruz.

Hoca ve Talebenin Riayet Edeceği Âdab (2)

Maksada yönelip, hedefe gitmek azminde olmayan veya hedefe doğru gidip bu gidişte gayesi Allah'ın emrini tatbik edip kulluk vazifesini ifa etmek olmayan, aksine, geçici birtakım çıkarların arkasında koşan bir kimse ise, Ashab-ı Şimâl'den olup, dalâlete düşenler zümresinden sayılır. Bu gibiler için kaynar sudan bir ziyafet ve cehennem vardır.

İlimde rüsûh kesbeden âlimler indinde makbûl olan hakk'el-yakîn budur. Yani bu âlimler, Allah Teâlâ'yı maddî gözle değil, maddî gözlerden daha kuvvetli olan manevî gözlerle müşahede ve idrâk edip taklitten kurtulmuşlar, herhangi bir ilmi, sadece dinlemekle iktifa etmeyip, onların mânâlarına nüfuz etmeye çalışarak yüce derecelere ulaşmışlardır. Onların hâli, söylenenleri tasdik eden, aynı zamanda elzem görerek bilen insanların hâli gibidir...

Böyle olmayanların hâli ise, güzellik ve doğruluk sayesinde kabul eden kimsenin hâlidir. Böyle kimseler hakikati müşahede edememişler ve yakîn mertebesine ulaşamamışlardır. O halde saadet, mükâşefe ilminin ötesinde; mükâşefe ise ahiret ilmine talip olduktan sonra elde edilen muamele ilminin ötesindeki geçitleri geçtikten sonra kavuşulan bir nimettir.

Ayrıca çirkin sıfatların silinmesi için gidilmesi gereken yol, sıfat ilminin ötesindedir. Tedavi yolu ve bu yolda nasıl hareket edileceğini bildiren ilim ise, beden selâmeti ilminin ve yardımcısı olan sıhhat sebeplerinin ötesindedir.

Mesken, yiyecek ve giyeceğe götüren yaklaşma ve yardımlaşma ile sadece bedenin sağlığı korunabilir. Bu ise, devletle, insanları siyaset ve adalet yolu üzerinde fıkıh kaideleriyle zapteden devlet kanunlarıyla alâkalıdır. Sıhhat sebepleri tıp ilminin çerçevesi içindedir. O halde ilim ikiye ayrılır: 1. Beden ilmi 2. Din ilimleri Bu sözle, din ilminden fıkıh ilmini kasteden bir kimsenin fıkıhtan gayesi; halk arasında şâyi olmuş zâhirî ilimlerdir. Bâtın ve elde edilmesi çok güç olan ahlâkî ilimler değildir. Eğer 'Neden tıp ve fıkıh ilmini bir yolcunun azık ve ekmeğine benzettin?' diye soracak olursan şöyle cevap veririm: Bil ki, Allah'a yaklaşmak için O'nun yolunda adım atan kalptir, be den değildir. Kalp ile gayem elle tutulan, gözle görülen et parçası değildir. Bahsettiğim kalp, esrâr-ı ilâhiyyeden bir sırdır ve o, hislerle idrâk edilemez. Allah'ın lâtifelerinden bir lâtifedir. Bu lâtife bazan ruh ile ifade edilir, bazan da nefs-i mutmainne (itminan ve sükûna kavuşan nefis) diye belirtilir.

Şeriat buna kalp diyor. Çünkü bu sırrın ilk basamağı kalp diye isimlendirilen bir et parçasıdır. Onun aracılığı ile bütün beden o sırrı yüklenir. Bu sırrın perdesini kaldırmak ancak, mükâşefe ilmiyle mümkündür. Fakat bu ilmin yazılmasına ve söylenmesine izin verilmemiştir. Onun için bundan bahsetmek mecburiyetinde kalan kişi en fazla şöyle diyebilir: 'O çok kıymetli bir cevher ve kâinatta tertib ve tanzim edilen bütün varlıklardan çok daha şerefli ve aziz bir mücevherdir ve o, ancak Allah'ın bir emridir'.

Zaten Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: 'Ruh rabbimin emrindendir'.(İsrâ/85)

Bütün yaratıklar Allah'a nisbet edilir. Fakat ruhun Allah'a nisbeti diğer varlıklardan daha uygun, daha münasib ve daha şereflidir. Hem yaratılması bakımından, hem de emri olması yönünden ruh, Allah'a aittir. Emir, yaratmaktan daha yücedir.

Allah'ın emanetini yüklenen nefis ve cevher işte bu ruhtur ve bu emaneti yüklendiği için göklerde ve yerde ne varsa hepsinden yüce ve şerefli olmuştur. Çünkü ondan gayrı bütün varlıklar bu emaneti yüklenmekten kaçınmışlardır. Zira emir âleminden korkmuşlardır. Fakat bu kadar övülüyor diye ruhun kadîm olduğu sanılmasın. Zira ruhların kadîm olduğunu iddia eden kimse, hem mağrur ve hem de ne dediğini bilmeyen cahilin birisidir.

Konumuzun dışında olan bu mesele üzerinde daha fazla durmayalım. Buradaki gayemiz şunu beyan etmektir. İlâhî bir lâtife olan kalp, Allah'a yaklaştırıcı yegâne hassadır. Çünkü Allah'ın emrindendir. Onun çıkışı emirden olduğu gibi, dönüşü de emirdir. Beden ise kalbin bineğidir. Kalp onun vasıtasıyla hareket eder. Şu halde hac yolundaki biri için deve ne demek ise, Allah yolundaki bir kalp için de beden o demektir. Ruh bedenin muhtaç olduğu suyu taşıyan kaba benzer. Onun için bir ilim, bedenin ihtiyaçlarını gidermeye ve onu selâmette tutmaya çalışıyorsa, o ilim ruha yardım ediyor demektir. çünkü beden ruhun hamalıdır, Tıbbın böyle bir ilim olduğu apaçık bir gerçektir. Zira insan, bedenî sıhhatini korumak maksadıyla bazen tıp ilmine müracaat etmek zorunda kalır. Yalnızken bile, insan bu ilme muhtaçtır. Fıkıh ilmi ise, tıp ilminden şu noktada ayrılır: İnsan tek başına olduğu zaman ona muhtaç olmaz. Fakat insan öyle ya ratılmıştır ki, tek başına yaşamasına ihtimal yoktur. Zira tek başına çalışarak yaşaması için gerekli olan bütün vasıtaları elde etmeye gücü yetmez. Tek başına ziraat yapmasına, ekmek pişirmesine, pişirmek suretiyle elde edilen diğer yiyecekleri bulmasına imkân yoktur. Yine elbise, mesken ve bunları meydana getiren bütün âletleri de tek başına meydana getiremez. Öyleyse insanoğlu kendi cinsiyle karıştıkları zaman şehvetler ve arzular da çoğalır. Bu sebepten aralarında münazara ve çekişmeler başlar. Aralarındaki kavgadan zayıf düştükleri için dışarıdan gelen felâketlere karşı koyamazlar. Neticede helâk olur giderler. Nasıl ki içlerinde hayata zıt unsurlar karışan insanlar helâk olup gidiyor ise...

İşte tıp ilmiyle, barışık olmayan bu unsurların aralarındaki itidal muhafaza edilir. Hariçten gelen zıt cereyanların arasındaki itidal de siyaset ve adaletle muhafaza edilir. İç unsurların itidalinin yolunu bilmek tıp ilmidir. Muamele ve fiillerde insanlığın hallerini mutedil bir şekilde korumak yolu ise fıkıh ilmidir. Bütün bunlar kalbin bineği olan bedenin korunması içindir. Kişi, kalbini ıslâh etmek için nefsi ile mücadele etmezse, sadece fıkıh ve tıp ilmine kendini adarsa, böyle bir kimsenin durumu; bineğini satın alan, yediren, içiren, su kabını hazırlayan, fakat bütün hazırlıklardan sonra hacca gitmeyen kimsenin haline benzer. Fıkıh mücadelelerinde, kullanılan kelimelerin incelik lerini bilmeye çalışmakla ömrünü geçiren bir kimse; aynen, hayatını hac yolunda su taşımaya yarayan kabı güzel bir şekilde yapmak için ömrünü geçiren, fakat buna mukabil bütün hayatı müflis bir kimseye benzer.

Bu gibilerin, mükâşefe yoluna götürücü âlet olan kalbin ıslâhına uğraşmaları ve buna nisbet edilmeleri, yukarıdaki insan tipinin hac yolculuğunu ve haccın erkânını bilfiil yapanlara nisbet edilmesi gibidir.

Herşeyden evvel bunu güzelce anlamaya çalış! Sonra, bu zahmetlere katlanan, vakitlerinin yüzde altmışını bunları anlamaya haşreden, avamın ve havassın mücerret şehvetten doğan taklitçiliğinden kurtulan kimsenin nasihatini dinle! Öğrencinin vazifesini anlatmaya bu kadar malûmat yeterlidir.

Muallim ve Mürşid'in Vazifeleri Malı elde etmek için insan dört hâl üzere hareket etmek mecburiyetinde olduğu gibi, ilmi elde etmek için de dört hâl üzere hareket etmek lâzım geldiğini bil! Mal sahibinin hâlleri şunlardır: 1) Sahibi olduğu maldan istifade etmek. Çünkü malı elde etmek için vakit harcamıştır. 2) Malı istemek ve toplamak. Bu itibarla zengin olur. 3) Kendisi için harcama iştiyakı. Bu hâliyle menfaat sahibi olur. 4) Başkasına vermek. Başkasına vermek suretiyle kişi cömert ve fazilet sahibi olur. Bu sonuncusu hâllerin en şereflisidir.

İşte ilim de aynen bu dört hâl üzere elde edilir. İlmi önce arayacaksın, sonra elde edeceksin. Başkalarından sual sormamak için ilmini tahsil ile zenginleştireceksin, bir de elde ettiğin ilim üzerinde düşünme zevkine varacaksın ve bütün bunlardan daha şerefli bir hal vardır ki; o da başkasına öğretmek, bildiğini başkaları için faydalı hâle getirmektir. Demek ki öğrenmek, öğrendiğiyle amel etmek ve bildiğini başkalarına anlatmaya çalışmak, insanı gökler âleminde büyütür. Çünkü böyle bir insan güneş gibidir. Nefsini aydınlattığı kadar başkalarını da aydınlatır. Misk kokuludur, kendi kokusuyla başkalarını da müstefid kılar...

Öğrendikleriyle amel etmeyen kimse ise, başkasına fayda veren, fakat kendisini, yazıdan fayda görmeyen bir deftere veya çakıyı bileterek kesici bir hâle getiren, fakat kendisi kesmeyen bir biley taşına benzer.. Başkasının giymesi için elbiseyi diken, fakat kendisi çıplak kalan iğneye ve nihayet yanarak başkalarına ışık veren fitilin hâline benzer. Nitekim şâir, bunu ifade ederek şöyle söylemiştir: 'O bir fitile benzer. Fitil yanar ve başkasını aydınlatır, fakat kendisi yanıp kül olur'.

Bir muallim, öğrendiklerini öğretmeye başladığı zaman büyük bir görevi omuzlarına almış olur. Bu büyük vazife de insanın en büyük şerefidir. O halde muallim, bu şerefli vazifenin âdâbını ve icablarını bilmelidir. Bilmelidir ki bu şerefi korumaya muvaffak olabilsin! 1. Bir muallim, öğrencilerine karşı gayet müşfik olmalıdır. Onları öz evlâtları saymalı ve öyle muamele etmelidir.

Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: Ben sizler için, bir baba evlâdı için nasılsa öyleyim.180

Bir muallimin başta gelen vazifesi, öğrencilerini ahiret ateşinden kurtarmaktır. Bu, bir ana-babanın çocuklarını dünya felâketlerinden korumasından daha önemlidir. İşte bu sebebe binaen muallimin insan üzerindeki hakkı, ana babanm hakkından daha üstündür.

Bir baba, varlığın ve fâni hayatın vesilesidir. Muallim ise ebedî hayatın saadetine vesile olan kişidir. Şayet muallim olmasaydı; baba tarafından elde ettirilen cehalet, evlâdı ebedî felakete götürürdü.

Uhrevî ve daimî hayatı insana tanıtan muallimdir. Muallimden gayem, ahiret ilimlerini öğreten veya dünyadaki bütün yaptıkları ahiret için olan muallimdir. Sadece kendisi için dünyayı hedef edinen muallimlerden bahsetmiyorum.

Sadece dünya için yapılan öğretim, felâketin tâ kendisidir ve öğreteni helâke sürükler. Böyle bir niyetle öğretmekten Allah'a sığınırız. Nasıl bir babanın evlatlarına birbirlerini sevmek ve birbirlerine yardım etmek düşüyorsa; aynen bunun gibi, bir muallimin talebelerine de birbirlerini sevmek ve yardım etmek düşer... Onlar da aynen muallimleri gibi, öğrendiklerini ahiret için öğreneceklerdir. Gayeleri ahiretten başka birşey olmayacaktır. Şayet yapılanlar dünya içinse, hased ve buğz sahibi olmaktan kendilerini asla kurtaramayacaklardır.

Âlimler ve ahiret ehli, Allah'a giden yolun yolcularıdır. Yolları bu dünyadan başlar, Allah'a gider. Bu dünyanın sene ve ayları o yolun konakları gibidir. Bir şehre varmak için yola çıkanlar birbirleriyle arkadaş olurlar ve sevgi bağı kurulur aralarında. Demek ki yolculuk, sevgi ve muhabbete vesile olmaktadır.

Acaba firdevs-i âlâ'ya doğru yapılan sefer, o seferdeki beraberlik neden sevgi ve arkadaşlığa vesile olmasın? Âhiret saâdetinin hududu yoktur ki İlle ben ona varayım, başkaları varmasın' denilebilsin. İşte ahiret saadetinin bu ebedîliği sebebiyle o yolun yolcularını birbirleriyle çatışır görmezsin. Dünya saadetleri sınırlıdır. Böyle olduğu için onu elde etmek isteyenler birbirleriyle dalaşır, itişip kakışırlar. İlmiyle riyaset talep edenler veya ilmini riyaset elde etmek için kullananlar, Allah Teâlâ'nın şu ayetinin ifade ettiği mânâ dışında kalmaktadırlar: Muhakkak ki iman edenler kardeştirler. (Hucûrât/10) Bu gibiler şu ayete uygun düşmektedirler: (Küfürde birleşip sevişen) dostlar, o gün birbirlerine düşmandırlar. Takvâ sahipleri ise bundan müstesnadır. (Zuhruf/67) 2. Muallim, Hz. Peygambere (s.a) uymalıdır. Öğrettiği şeyler için kimseden hiçbir ücret istememelidir. Hatta teşekkür bile beklememelidir. Sadece Allah'ın rızasını kazanmak ve O'na mânen yaklaşmak için çalışmalıdır.

Öğrettiği insanları minnet duygusu altında bırakmamalıdır. Gerçi talebeler kendisine saygı besleyecektir, fakat bunu öğreten beklememelidir. Öğrencilerini, kendisin den öğrenmeye azmettikleri için takdir etmeli ve onları kendisinden faziletli görmelidir. Çünkü o öğrenciler kalplerini temizlemek ve Allah'a yaklaşmak için ilim talebinde bulunmakta ve kendisini dinlemektedirler. Muallim kendini, işletmek için tarlasını başkasına veren bir adamın amelesi gibi görmelidir.

Elbette ki çalışan, tarlanın sahi binden daha çok menfaate kavuşur. Eğer tarla sahibi ver memiş olsaydı rençbere çalışma imkânı olmayacaktı.

Öğrenciye nasıl minnet yükleyebilirsin? Halbuki kimseye verilmeyen bedeli Allah nezdinde alacaksın! Şayet öğrenci bulamasaydın bu sevaba nasıl nail olurdun? O halde ey muallim! Sen çalışmanın karşılığını sadece Allah'tan bekle!

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Ey kavmim! Peygamberliği tebliğ işinden dolayı sizden bir mal talep etmiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir. Ben iman edenleri (siz istiyorsunuz diye) kovacak değilim. Elbette onlar rablerine kavuşacaklar.(Hûd/29)

Zira bu dünyada, mal dahil, ne mevcutsa hepsi bedenin hizmetkârıdır. Beden ise ruhun bineğidir. Hizmet edilen sadece ilimdir. Zira insanın şerefi ancak ilimle yükselir.

Öyleyse ilimle mal talep eden kimse, ayakkabısının altını yüzüne sürerek temizlenmeye çalışan bir kimse gibidir. Çünkü bu kimse, hizmet edilmesi gereken şeyi hizmetçi yapmış, hizmetle mükellef olanı da efendi...

Bu durum, ayakları bırakıp başın üzerinde yürümeye benzer. Böyle bir kimse en büyük mahkeme huzurunda mücrimler safında bulunup rabbinin huzurunda başını eğenlerle beraber olacaktır. Minnet duymak, muallime ait bir hâldir. Fakat dikkat et ki, tek din olan İslâm, zamanımızda, fıkıh okutmakla, kelâm öğretmekle kendilerini Allah'ın manevî huzuruna yaklaşmış sayanların elinde kalmıştır. Muallimlik bunların eline geçmiştir. Bu kişiler selef âlimlerinin tam zıddına, mal ve rütbe peşinde koşar ve bunları elde etmek için de zilletin her türlüsüne katlanır. Hemen hemen hepsi bir pâdişâhın maiyyetine girip dünyalık sahibi olmayı kolluyorlar. Çünkü bu kişiler, şayet bu dalkavukluğu terkederlerse başka bir meziyetleri olmadığı için kendilerini insanların terkedeceğini gayet iyi bilirler. Hiç kimse hiçbir konuda kendi lerine akıl danışmaz. Öyle muallimler görüyoruz ki, bir musibete düçar oldukları zaman talebelerinden meded bekliyorlar. Her zaman istiyorlar ki, talebeleri, dostuna dost, düşmanına düşman olsunlar. Yine açıkça talebelerinin kendilerine hizmet etmelerini arzu ediyorlar. Kazara talebe, hizmette kusur eder ve yardıma koşmazsa, onu en büyük suçu işlemiş gibi kabul ederler ve kendisini affedilmez düşman olarak bilirler. Bu zillete râzı olan âlim ne kötü bir âlimdir ve böyle kimseler hiç utanmadan 'Öğretmekteki gayem Allah rızasını kazanmaktır' derler. Alâmetlere bak ki, gururun çeşitlerine muttali olasın! 3. Talebeye yapılması gereken her nasihati yapmalı, fakat katiyyen gurura kapılmamalıdır. Meselâ, talebenin lâyık olmadığı bir mertebeyi istemesine müsaade etmemelidir. Bir talebenin basit ilim bölümlerini öğrenmeden gizli ve nisbeten kapalı sayılan bölümleri öğrenmesine mâni olmalıdır.

Bir talebeye ilim öğrenmedeki gayenin; Allah'a yaklaşmak olduğunu, bundan başka hiçbir gayenin temiz olmadığını öğretmelidir. Talebenin gözünde, mümkün olduğu kadar, ilmiyle dünya malı elde etmeyi çirkin göstermelidir. Bunu mümkün olduğu ve gücü yettiği kadar kendi nefsinde göstermeli ve fiilî bir şekilde ders vermeye gayret sarfetmelidir; zira söylediklerini tatbik etmeyen kişi yalancıdır ve yalancı ıslâhtan çok ifsad etmeye vesile olur.

Eğer muallim, talebesinin, ilimle yalnız dünyayı talep ettiğini görürse, o zaman talebesinin istediği ilme bakmalıdır: Eğer talebesinin istediği ilim, fıkhın ihtilaflı meseleleri, kelâmın cedel metodu, ahkâm ve husûmet fetvaları ise, o zaman, bu ilimlerin ahirette insana bir faydası dokunmadığını söylemeli ve onu îkaz etmeye çalışmalıdır. Bu ikaza, bu ilimler hakkında 'Biz ilmi Allah için değil, O'ndan gayrı şeyleri elde etmek için öğrendik; fakat ilim kendisini bize vermedi. Allah'ı kasdetmediğimiz için bize yâr olmadı5 demek suretiyle devam etmelidir.

Hakkında yukarıdaki sözün sarfedildiği ilimlere gelince; onlar tefsir, hadîs ve selef-i sâlihînin meşgul olduğu ilimlerdir. Yani nefsin ahlâkını ve o ahlâkın kötü yanlarının nasıl temizleneceğini bildiren ilimlerdir. Talebe bu ilimleri öğrendiği zaman, öğrendikleriyle yine dünyayı isterse o zaman talebeyi kendi hâline bırakmak lâzımdır. Çünkü talebe belki de bu ilimlerle va'z etmeyi ve müslümanları peşinde sürüklemeyi düşünmektedir. İlmi de bu gayeyle öğrenmiştir. Fakat bir de bakarsın ki, işin ortasında veya sonunda hatasını anlayarak geri döner ve Allah yolunun sâlikleri arasına karışır. Çünkü öğrenmiş olduğu ilimler içinde dünyadan soğutan ve Allah'tan korkutan nice düsturlar vardır. Onun için böyle bir talebeyi, bu düstûrların, günün birinde uyaracağı ümidi hiçbir zaman kaybolmaz. Başkasına ibret dersi olmak için anlattığı bu düsturlar birgün kendi kalbini de işgal edebilir.

İlim sayesinde dünyalık elde etmek ve halk tarafından kabul edilmek, aynen kuşun yakalanması için tuzağın içine konulan yemlere benzer. Allah Teâlâ, halkı, nesli devam ettirmek için şehvete bağlıyor. Yine görüyoruz ki, ilmi tahsil etmek için, insanın kalbine makam sevgisini ilka ediyor. Öyleyse bu ilimlerde de böyle bir sevgiye meyil olabilir. Sadece hilâfiyat (ihtilâflı ve çekişmeli meseleler) ve kelâm ilmindeki mücadeleler ve yüzde bir ortaya çıkması muhtemel olan teferruat bilgisine gelince, yalnız bu bilgileri elde etmek için uğraşmak ve diğer ilimleri terketmek, insanların kalbini Allah'tan gâfil kılar; kalpleri taşlardan daha katı hâle getirir. Dalâletten dalâlete iter ve sadece dünyayı elde etmenin âleti olur. Ancak Allah Teâlâ kimin kurtuluşunu murad etmiş ise, o kendini bu tehlikeli meselelerle birlikte dinî ilimleri de tahsil etmişse kurtarabilir.

Bu hükmün delili tecrübe ve müşahededir. Bak ve ibret al! Basîret gözünü aç! Sadece bu meselelerle meşgul olanların durumuna nazar et ve memleketin hazin hâlini gör! Yardımcımız sadece Allahdır.

Bir ara Süfyan-ı Sevrî'yi hüzün içinde görenler kendisine bunun sebebini sorarlar, o da şöyle cevap verir: 'Biz, dünyayı isteyenlere birer ticaret malı olduk. Onlardan bazıları yanımıza geldi ve ders aldı. Bizden öğrendikleri şeylerle kadı, vali veya kahraman oldular'.

4. Hoca, talebesinin kötü ahlâkını apaçık bir şekilde değil; mümkün olduğu kadar târiz ve îma yoluyla bildirmeli ve bu ahlâklardan onu menetmeye bakmalıdır. Muallimliğin inceliklerinden birisi de budur. Azarlama şeklinde değil, merhamet ve şefkat hisleriyle hareket ederek onu kötü huylarından vazgeçirmeye çalışmalıdır. Çünkü bir hocanın, talebesini, açık bir şekilde azarlaması, talebenin hocaya karşı duyduğu hürmet hissini iptal eder. Hocanın heybetli görünüp talebenin gözünde silinir. Çünkü aralarındaki perde yırtılmıştır. Bunun için de hocasına muhalefet etmeye cesaret bulur. Zira hırsı kamçılanmıştır. Bu sır ve hikmeti ima etmek için, muallimlerin muallimi olan Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Eğer insanlar bir fışkıyı kırmaktan menedilirlerse, o fışkıyı mutlaka kırarlar. Çünkü kırması yasaklandığına göre o fışkının içinde birşey olduğunu ve o şeyden mahrum edildiklerini zannederler.181

Bu konuda seni en iyi bir şekilde uyandıracak misal Hz. Adem ile Havva'nın yasak edilen nesneye karşı takındığı tavırdır. Sana bu misalleri laf olsun diye getirmiyorum. Bu misalleri uyanman için serdetmeye ve ibret alarak hak yoluna gitmeni temin edesin diye getiriyorum.

Hocanın talebesini îma yoluyla terbiye etmeye çalışması şu bakımdan da isabetlidir: Faziletli insanlar, zeki kişiler târiz yoluyla söylenen sözlerin içindeki mânâları çözmeye meyyaldirler. Bu meyilleri okşamak suretiyle kendilerine târizde bulunmak çok yerinde bir hareket olur. Talebe de, kendisine îma yoluyla söylenen mânâları çözmek için var gücüyle çalışır ve bu sayede zihnî faaliyetlerini artırmış olur. 5. İlimlerden bazılarına vâkıf olan muallimin vazifelerinden birisi de, bilmediği herhangi bir ilmi, talebesinin gözünde küçültmemektir. Günümüzde bir lügat mualliminin âdeti, fıkıh ilmini talebenin gözünde küçültmeye çalışmaktır. Fıkıh mualliminin âdeti ise, hadîs ve tefsir ilmini sadece 'nakle dayandığı' gerekçesiyle küçümsemeye teşebbüs etmektir.

Çünkü ona göre nakle dayanarak ortaya atılan ilim kocakarılara ait bir ilimdir. Onlara göre aklın bu ilimlerde hiç bir dahli yoktur. Bir kelâm muallimi ise halkı fıkıhtan soğutmak için şöyle söyler: 'O, kadınların hayız hâlinden bahseden; fer'î meseleleri ele alan ilimden başka birşey değildir. Allah'ın sıfatlarından bahseden kelâm ilmi ile böyle bir ilim hiç mukayese edilir mi?'

İşte böyle bir ahlâk, muallimler için, en kötü ahlâklardan biridir. Bir ilme sahip olan muallim, böyle kötü ahlâka düşmemek için başka ilimleri küçük görmemelidir. Öğrenciye ilim öğrenmenin yollarını açmalı ve başka ilimlerin de büyük faydaları olduğunu iyice anlatmalıdır. Şayet muallim, birçok ilimleri öğretmekle vazifeli ise, öğrencinin kabiliyetini gözönünde tutarak tedrici bir şekilde tedrise devam etmelidir. 6. Öğrencinin anlayışını iyi tesbit etmek, kaldırabileceği kadar ders vermektir. Aklının eremeyeceği veya kalbine usanç getiren, yahut aklını çok zorlayan konuları, derste tekrar edip durmamalıdır. Öğretme sanatında, beşeriyetin efendisine uymalıdır.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: Biz peygamberler, Allah Teâlâ tarafından, insanları kendilerine uygun derecelerinde tutmakla ve akıllarının yeteceği bir şekilde kendileriyle konuşmakla emrolunduk!182 Demek ki bir muallim, talebenin anlayacağı zamanı kolla malı ve hakikati o anda ona söylemelidir, Akılları ermeyen bir bahsi (hakîkati) bir kavme söyleyen bir kimse, o kavmin bir kısmının sapıtmasına vesile olur.183 Hz. Ali (r.a) göğsüne işaret ederek şöyle buyurdu: 'Burada birçok ilimler var. Keşke bu ilimleri devredebileceğim bir kim seye rastlayabilsem'.184

Ne kadar doğru söylemiştir! Çünkü iyilerin kalbi sırların kabridir. Her âlim, bildiklerini her yerde söylememelidir. Bu durum, talebenin anlayacağı, fakat söylemekle herhangi bir menfaatin bahis mevzuu edilemeyeceği hallerde böyledir. Acaba bir de talebe hiçbir şey anlamazsa nasıl bir durum ortaya çıkmaktadır ve bunun için hüküm nedir?

Hz. İsa (a.s) şöyle buyurur: 'Mücevherleri domuzların boy nuna takmaktan sakının'.185 Hikmet ve ilim, mücevherin en kıymetli olanıdır. Onun için hikmet ve ilme buğzeden kimse domuzların en çirkinidir. Bu sır ve hikmete binaen 'Her kulu aklının ölçeği ile ölç!

Anlayışının miktarı ile tesbit et ki sen ondan emin olasın ve o da senden bir fayda elde edebilsin. Şayet böyle yapmazsan ölçüleriniz ayrı olduğu için sizi inkâr etmeye kalkışırlar', denilmiştir.

Bir âlime bir sual sorulur. Cevap vermeyince suali soran kişi kızarak o âlime şöyle haykırır: 'Sen Allah'ın Rasûlü'nden rivayet edilen şu hadîsi duymadın mı?'

Faydalı bir ilmi gizleyip söylemeyen bir kimse, kıyamet gününde ateşten yapılmış bir gemle gemlenerek Allah'ın huzuruna gelir.186

Bunun üzerine âlim şöyle der: 'Sen gemi bırak ve git! Eğer bu sözün mânasını anlayan biri gelir de, bu ilmi ondan saklarsam Allah beni kıyamet gününde gemlendirsin.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Allah'ın dünya geçimi için sebep kıldığı tasarru funuzdaki yetim mallarını onların akılsızlarına vermeyin. Onları malları ile rızıklandırm, giydirin ve kendilerine tatlı sözler söyleyin.(Nisâ/5)

Bu ayet, ilmi ifsad eden ve ilmi kendisi için zararlı olan bir kimseden gizlemenin daha iyi olduğuna işaret buyuruyor. Müstahak olmayana vermek, müstahak olana vermemekten daha az zulüm değildir.

Ben incileri, otlayan koyunlar arasına mı serpeyim? Bu yüzden otlayan koyunların koruyucusu mu olayım? Onlar ilmin kıymetini bilmez cahiller oldular. Bari ben ilmi hayvanların boynuna takmayayım. Eğer lâtif olan Allah lûtfuyla kerem eylerse; Ben ilim ve hikmete ehil birisiyle karşılaşırsam; Ona fayda vermek için ilmi yayar, onun sevgisini ka zanırım. Eğer böyle birini görmezsem, o ilim yanımda dopdolu ve mektum kalacaktır. Câlillere ilim veren onu zâyi eder. Ehli olandan da ilmi meneden zulmetmiş olur.

7. Zekâsı kıt olan bir öğrenciye açık ilimleri telkin etmek münasiptir. Böyle bir talebeye 'Sana öğrettiğim ilmin daha nice incelikleri vardır, fakat şu anda bunları kavrayacak durumda olmadığın için söylemiyorum' dememelidir. Çünkü böyle bir söz o talebenin açık ilimlerdeki gayretini gevşetir, zihnini karıştırır ve hayalini, daima hocasının kendisinden sakladığı şeyler işgal eder. Çünkü her insan kabiliyet derecesi ne olursa olsun kendini her ilme ehliyetli bulur. Hiç kimsenin kendisine verilen akıldan akılsız olsa dahi şikayet ettiğini göremezsin. Bunların en akılsızı, mevcut olmayan aklının kemâliyle övünendir. Bu hakikatten anlaşılıyor ki, halk tabakasından, şeriat zinciriyle bağlanıp teşbih ve te'vil yapmaksızın selefden (sahabe'den) gelen inançları kalp lerine yerleştiren ve bununla beraber gidişatlarını düzelten ve aklına, kaldıramayacağı yükü yükletmeyen kişi, en iyisini yapmıştır. Böylece gereken vazifeyi yerine getirmiş olur. Dolayısıyla bu anlayışta olan halk tabakasının inancını şüphelere itmek doğru bir hareket olmaz. Bilginlere düşen vazife, bu insanları kendi inançlarıyla ve işleriyle başbaşa bırakmaktır. Şayet bilgin, zâhirî tevilleri bu tip insanlara söy lerse avam kaydını ortadan kaldırmış ve havassa da bağlayamamış olur.

Böyle olunca halk ile günahlar arasındaki perdeler kalkar ve zavallılar inatçı birer şeytan kesilir. Hem kendisini ve hem de başkalarını felâkete sürükler. Halk tabakası ile ilmin ince meselelerine dalmak doğru bir hareket değildir. En uygun hareket onlara ibadetleri öğretmek, yaptıkları işlerde emin birer kişi olmalarını temin etmek, Kur'an-ı Kerîm'in buyurduğu şekilde kalplerini cehennem korkusuyla ve cennet aşkıyla doldurmak için telkinlerde bulunmaktır. Halkı şüphelere itici meselelere girmemelidir. Çünkü avamdan bir kişinin kalbini şüpheler sarabilir. Bu şüphelerden kendisini kurtaracak kabiliyette olmadığı için derin konularda içine yuvarlandığı şüpheler helâkine sebep olur.

Halkın önünde münakaşa kapısı açılmamalıdır. Çünkü böyle bir hareket halkın nizamını bozar ve bütün insanların maişetini tanzim eden ve bunu devam ettiren sanatlar üzerindeki çalışmaları gevşetir ve havassın hayatını köreltir.

8. Muallim ilmiyle âmil olmalıdır. Yani bildiklerini yaşamalıdır. Zira bir insanda bulunan ilim, ancak basiretli kimseler tarafından bilinebilir. Çünkü ilim; kişide, gözle görülen ve elle tutulan bir mal değildir. Amel ise, gözle görülebilen hareketlerden olduğu için insanların değer verdikleri bir hâldir. Öyleyse kişiler, bir âlimin ilmine değil ameline bakmalıdır. Bu nedenle ilmiyle âmil olmayan âlimin ne kendisine ve ne de etrafındakilere bir faydası dokunmaz.

Bir insanın kendi fiilini halka yasaklaması ne kadar gülünç bir harekettir. Böyle olduğu için de, zehir gibi helâk edicidir. Böyle bir kimseyi halk katiyyen ciddiye almaz ve hatta ameliyle sözünü cerhedeni alaya alır. Bu sözü söyleyenleri, dinleyenler daima itham eder. Hatta bizzat aksini yaptığı bir sözü âlimden dinleyenler onun fiillerinden daha kötüsünü yaparlar. Çünkü kendi kendilerine, kuş beyinleri ile 'Eğer bu iş tatlı olmasaydı, onu bir âlim işler miydi?' şeklinde teselli aramaya çalışırlar. İrşad edici bir muallimle irşad edilen öğrencinin durumu, nakış ile çamur, gölge ile ağacın durumuna benzer. Nakış bulunmayan bir kalıba dökülen çamur elbette ki nakışlı olamaz. Eğri bir ağacın gölgesi de mümkün değil ki doğru olsun... Bu mânâyı şair ne kadar güzel ifade etmiştir: Benzerini yaptığın bir fiili, başkalarına yasak etme! Böyle yapmanda büyük zillet yoktur senin için! Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Kitab'ı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?(Bakara/44)

Alime verilen cezanın, cahilin cezasından kat kat üstün oluşunun hikmeti budur, Zira bir âlimin yanlış yola gitmesiyle büyük bir insanlık kitlesi dalâlete düşerek âlime uyabilir, söz ve hareketlerini doğru bulup onlara uygun hareket edebilir! Onun için Hz. Peygamber (s.a) şöyle bu yurmuştur: Kötü bir çığır açanın defterine, açtığı o çığırın günahı yazıldığı gibi, o çığıra uyanların günahı kadar daha ilâve edilir.187

Hz. Ali (r.a) şöyle buyurmuştur: 'Belimi iki tip insan kırmıştır. Bunlar ilmiyle âmil olmayan âlim; ibadetlere dalan cahillerdir. Çünkü cahil, halkı, ibadetiyle aldatır, âlim ise ibadetsizliği ile'.

Ne kadar güzel bir söz!

172) Benzer bir hadîs için bkz. İbn Hibban (Hz. Âişe den); Taberânî 173) Buhârî ve Müslim, (Ebu Talha el-Ensarî'den) 174) Salebi, Tefsir, (Berrâ b. Azib'den) 175) İnsanda iki kalp olmadığına güre, kalbini ya dünyaya veya ilim öğrenmeye hasredecektir. Bir kalbi iki hedefe yöneltmek mümkün değildir. Günümüzde dünya meşgalelerine boğulmuş talebelerin ne büyük felâketlere düçar olduklarını görüyoruz. Bu nedenle ilim tahsil eden talebelere tefekkür ve tedkik dışında başka şeylerle meşgul ol mamalarını tavsiye ederiz. 176) Şa'bî çok müttaki ve kıymetli bir âlimdir. Künyesi Ebu Amr, ismi Amr b. Şurahbil'dir. Hemedanlıdır, H. 100'de seksen yaşlarında iken vefat etmiştir. 177) Taberânî, Hâkim ve Beyhâkî, el-Medhal: Hâkim'e göre senedi sahihtir. 178) İbn Adiy, (Muaz ve Ebu Umâme'den zayıf bir senedle) 179) Buhârî ve Müslim 180) Ebu Davud, Nesâî, İbn Mâce ve İbn Hibban, (Ebu Hüreyre'den) 181) el-Zeria adlı eserde değişik bir ibareyle zikredilmiştir. İbn Şahin bu hadîsi zayıf bir senedle rivayet etmiştir ve İmam Suyutî fışkı yerine diken tâbirini kullanmıştır. 182) Ebubekir b. Salur, (İbn Ömer'den); Ebu Huzeyme, es-Siyase; hadîsin sahih olduğunu söylemiştir. 183) Ukaylî, İbn Sünnî ve Ebu Nuaym, (İbn Abbas'dan zayıf bir senedle) 184) Bu söz değişik ibarelerle el-Gud adlı eserden alınmıştır. 185) Ebu Talib el-Mekkî, Kut-ül Külâh; Suyutî, el-Leâli'il-Mesnua 186) İbn Mâce, (Ebu Said'den zayıf bir senedle); benzeri bir hadîs daha önce Ebu Hüreyre'den de nakledilmişti. 187) Bu hadîs daha önce zikredilmişti.