Hoca ve Talebenin Riayet Edeceği Âdab (1)
Talebenin hocaya karşı takınacağı tavırlar ve zahirî vazifeler çoktur. Fakat biz bunları on cümle ile ifade etmek isteriz.
1. Talebenin birinci vazifesi, kalbini çirkin ve rezil sıfatlardan temizlemektir; zira ilim, kalbin ibadeti, namazın sırrı ve bâtını Allah'a yaklaştıran bir sıfattır. Nasıl ki âzaların vazifesi olan namaz, ancak zâhirî necaset ve taharetten temiz olmakla sahih ve câiz oluyorsa; bâtının ibadeti de kalbin ilimle tâmir edilmesinden, necis sıfatlar ve habis ahlâklarından uzaklaştırılmasından sonra caiz olabilir. Hz. Peygamber şöyle buyurmamış mıdır? (Bu) din, nezafet temeli üzerine kurulmuştur.172
Haddi zâtında ister zâhirî olsun, isterse bâtınî, nezâfet dinin temelidir. Allah Teâlâ Kur'an' da şöyle buyurmaktadır: Müşrikler pistir! (Tevbe/28)
Bu hükmü, tahâret ve necâsetten temizlenmenin, sadece bilinen taharet ve necaset mânasında olmadığını anlatmak için buyurmuştur. Zira müşrik kimsenin bazan bedeni yıkanmış, elbisesi temiz olur. Fakat cevheri (bâtını) necistir. İşte Allah Teâlâ bunu kastediyor...
Necaset, sakınılması ve kendisinden uzak durulması gereken şeylerin tamamının adıdır. Bâtınî sıfatların necasetinden korunmak, zâhirî necasetten korunmaktan daha mühimdir; zira bâtınî pislikler dünyada pis oldukları gibi, büyük bir felâket kaynağı olurlar.
Hz. Peygamber (s.a) bu mânâyı şöyle ifade buyurmaktadır: (Rahmet) melekleri, içinde köpek bulunan bir eve girmezler.173
Kalp bir evdir. Meleklerin girip eser bıraktıkları ve yerleşmek istedikleri bir mahâldir. Ucûb, kibir, hased, kin, şehvet, gazab ve benzeri rezil sıfatlar ise, uluyan köpeklerdir. Bu köpeklerle dolu olan bir yere melekler nasıl girer? Halbuki, Allah Teâlâ'nın nûru da insanların kalbine melekler vasıtasıyla ilka edilir.
Hiçbir insan yoktur ki, Allah'ın onunla (doğrudan doğruya) konuşması olsun. Ancak vahiy ile veya perde arkasından; yahut bir peygamber gönderip de kendi izniyle dileyeceğini vahyetmesi suretiyle olur. Çünkü o çok yücedir, hikmet sahibidir.(Şûra/51)
İşte böylece ilim rahmetini, kalplere doğrudan doğruya ilka etmez. O rahmeti, yani ilim rahmetini bu mevzuda vazifeli olan melekler vasıtasıyla gönderir. Melekler her türlü kötü ve çirkin sıfatlardan beridirler; pâk ve temizdirler. Onlar ancak güzeli seyrederler, yanlarındaki Allah'ın rahmetinin hazinelerinden ancak temiz yerleri tâmir ederler. Sakın benim 'Beyt'ten gaye kalptir, Kelb'en (köpekten) de gaye, gazab ile çirkin sıfatlarıdır' dediğim zannedilmesin.
Ben sadece hadîsteki Bey t kelimesinden kalp, Kelb kelimesinden de kötü sıfatların kasdolunduğunu söylemeye çalışıyorum. Sözünü ettiğim terimler, işte bu mânalara işaret ediyor. Zâhirî tâbirleri bâtına mâletmekle, 'Bâtına işaret ediyor' demek arasında büyük bir fark vardır. Zira ikincisinde, zâhirî zâhir olarak kabul ediyor, 'Bunda bâtına işaret vardır' diyorsun. İşte bu incelikten dolayı bâtınîlerden ayrılmış olursun. Çünkü bizim yaptığımız iş, ibret almaktır. Bu ise kâmil âlimlerin mesleğidir.
İbret almanın mânası, zikredilenin öz mânâsında durdu rulması demektir. Nitekim akıllı bir kimse başkasının başına gelen musibeti gördüğü zaman, o musibetten kendisi bir ibret dersi alır. Yani o musibet, kendisinin uyanmasına vesile olur. Çünkü kendisi de bir insandır ve başka insanların başlarına gelen musibetler kendi başına da gelebilir.
Bu dünya inkılâbların arefesindedir. Bu musibetin başkasından sana gelmesi, senden de başkalarına gitmesi daima mümkündür; hatta mukadderdir. Onun için de ibret dersi almak, çok akıllıca ve güzel bir hareket olur. O halde sen de insanın evi olan, Beyt'le tâbir edilen zâhirden, Allah'ın manevî evi olan kalbe geç! Kendisinde bulunan yırtıcılık ve necis sıfatından (suretinden değil) ötürü zemmedilen Kelb tâbirinden kö-pekleşmiş ruhlara geç!
Gazab, oburluk, dünyaya yapışmak ve insanların hayâlarını yırtmaya çalışmak gibi çirkin sıfatlarla dolu olan bir kalp mânen köpektir. O halde basiret nûru, suretleri değil, mânâları arıyor. Bu âlemde suretler, mânâlara galip gelmiş ve mânâlar suretlerin içinde kaybolup gitmiştir. Ahirette ise tam tersi olacak, suretler, mânâların içinde kaybolarak mağlup olacaklardır. O âlemde mânâ tam kemâliyle galip gelecektir. İşte bu sır ve hikmete bİnaendir ki, her şahıs manevî sureti esas alınarak haşrolunur.
İnsanların namus perdesini yırtanlar, saldırıcı bir köpek, insanların mallarına ve mülklerine göz diken oburlar ise, saldırgan kurtların suretine bürün dürülerek haşrolunacaklardır. Dünyada, diğer insanlara karşı gurur ve kibir taslayanlar, ahirette kaplan suretine sokularak haşrolunacaklardır. Riyaset peşinde koşanlar ise, aynı muameleye arslan şeklinde tâbi tutulacaklardır.174
İşte böylece, bu mânâları ifade eden birçok hâdisler vârid olmuştur. Basiret sahibi insanların gözleri de bunları müşahede etmiştir.
Eğer 'Nice bozuk ahlâklı talebeler vardır, bunların hepsi de ilim tahsili yapmıştır?' dersen şöyle cevap veririz: Böyle bir kimse, ahirette kendisine yardım ve saadetini temin edecek hakikî ilimden mahrum kişidir. Bu kişi nerede, hakikî ilim tahsili nerede? Zira hakikî ilim, insana daha başlangıçta günahları öldürücü birer afet olarak gösterir. Acaba bir şeyin, öldürücü zehir olduğunu bile bile o zehiri yutanları hiç gördün mü?
Zâhirî ilimlerin şekilciliğine dalanlardan dinlediğin ilim ise, dilleriyle söyleyip, kalpleriyle reddettikleri bir ilimdir. Bunun, uzaktan ve yakından, ilimle hiçbir ilgisi yoktur.
İbn Mes'ud şöyle demiştir: 'İlim çok rivayetten ibaret değildir. İlim ancak bir nûrdur ve kalbe atılır Bir âlim 'İlim Allah'tan korkmaktan ibarettir' demiştir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Allah'tan kulları içinde, ancak (kudret ve azametini bilen) âlimler korkar.(Fâtır/28)
Sanki Allah Teâlâ bu ayet-i celîlesiyle, ilim meyvelerinin en âlâsına işaret buyurmaktadır. Bu sır ve hikmet, tahkik ehlini şöyle konuşturmuştur: Alimlerin 'Biz ilmi Allah'tan başkası için öğrenmek istedik, fâkat ilim Allah'tan başkası için kimsenin malı olmadı; ancak Allah için olduğu takdirde insana râm oldu' sözünün mânâsı; 'Allah'tan başka bir maksat için öğrenmek istediğimiz ilim bizden uzaklaştı, hakikatini bize göstermedi. Biz onun ancak kabuğunu ve lâfızlarını elde ettik' demektir.
Eğer 'Ben muhakkik ve fakih âlimlerden bir cemaat gördüm, fürû ve usûl ilimlerinde çok derinleşmiş ve hattâ en gözde âlimlerden sayılmışlardı. Fakat onlar çirkin ve kötü ahlâkların hepsinden arınmış değillerdi' dersen şöyle cevap veririz: İlimlerin mertebelerini ve ahiret ilmini bildiğin zaman malûmun olur ki, böyle âlimlerin uğraştığı ilimler, ilim olarak faydasızdır. İlmin zenginliği, bilinenin Allah için tatbik edilmesindendir. İlimle, Allah'a yaklaşmak kastolunduğu takdirde; onda büyük faydalar vardır. Bu meseleye daha önce temas edilmişti. Daha geniş izahât, Allah'ın izniyle, ilerideki sayfalarda verilecektir.
2. İkinci vazife ise, dünyayla ilgili meşgaleyi azaltmak, ehlinden ve vatanından uzaklaşmaktır. Çünkü dünya ile fazla meşguliyet, insanı başka şeyleri yapmaktan alıkoyar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Allah bir adamın göğsünde iki kalp yaratmamıştır.175 (Ahzab/4) Fikirler, başka başka sahalar üzerinde dağıldıkça hakîkatların anlaşılması da o nisbette zorlaşır. Bu hikmeti ifade etmek için şöyle söylemişlerdir. İlim, senin tamamını almadıkça birazını bile sana vermez. Ona tamamını versen bile, onun birazını alabilmen yine şüphelidir'.
Bir çok meselelere yayılmış zihinler, aynen çeşitli arklara dağılmış sulara benzer. Çeşitli arklara dağılmış suları arklar emer, emilmeyen sular da buhar olup uçar. Ekinlere faydası dokunacak olan bu sudan bir damla bile kalmaz.
3. İlim talep eden, ilme karşı kibirlenmemeli ve hocasına karşı her zaman emre âmâde bir tavır içinde bulunmalıdır. Kendisini hocasına teslim etmeli, hocasının söylediklerini can kulağı ile dinlemelidir. Nasıl ki bir hasta, doktorunun söylediklerini can kulağı ile dinleyip, dediklerini harfiyyen yerine getiriyorsa, ilim öğrenen talebenin durumu da aynen bilgisiz bir hastanın bilgin ve şefkatli doktorun önündeki durumuna benzemelidir. Talebe, hocasının önünde birşey bilme ukalâlığına düşmemelidir; yalnız dinleyip öğrenmeye bakmalıdır. Hocasına daima mütevazi davranmalı, hocasına hizmet etmeyi kendisi için en büyük bir şeref bilmelidir. Şa'bî176 şöyle anlatır: Zeyd b. Sâbit bir cenaze namazını kıldırdıktan sonra kendisini bir katıra bindirmek istediler. Orada bulunan İbn Abbas, âlim olan Zeyd'in üzengisini tuttu: Zeyd 'Ey Allah Rasûlü'nün amcasının oğlu! Üzengimi bırak; senin gibi şerefli bir insanın üzengimi tutması bana çok ağır geliyor' dedi. İbn Abbas (r.a) Hz. Peygamber bize, âlimlere hürmet etmemizi emretti' diye cevap verdi. Bunu duyan Zeyd, eğilip İbn Abbas'ın elini öptü ve 'Kendi ehl-i beytinin elini öpmemizi de bize emir buyurmuştur' diye karşılık verdi.177
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Temellik (dalkavukluk) mü'minin ahlâkından değildir. Fakat ilim tahsil eden talebe, hocasına temellük edebilir.178
Bütün bu sözlerden anlaşılıyor ki, talebe hocasına karşı asla başı dik olmamalıdır, saygıda bir an bile kusur etmemelidir.
Hocasından değil de, şöhretli kişilerden istifadeye kalkışmak, talebenin hocaya karşı böbürlenmesidir. Böyle bir hareket, talebenin aynı zamanda bir ahmak olduğunu da gösterir. Zira ilim, kurtuluş ve saadete ulaşma vesilesidir. Bir canavardan kurtulmanın yolunu, ister meşhur bir kişi göstermiş olsun, isterse nâmı şânı duyulmayan bir insan, ikisinin arasında hiç bir fark yoktur.
Ateşin, Allah'ı bilmeyenlere saldırması; canavarın insanlara saldırmasından daha şiddetli olduğuna göre, onu bu ateşten kim kurtarırsa onun en büyük hocası odur. Hikmet (ilim) mü'minin kaybetmiş olduğu malıdır; onu nerede görürse hemen malına sahip çıkar. Onun için o malı ona kim verirse versin, veren teşekküre hak kazanmış kişidir. İşte bu sırrı anlatabilmek için şöyle denildi: 'Kibir sahibi bir gence, ilim savaş açar; aynen suyun kendisini tutmaya çalışan tümseklere savaş açması gibi..
İlme sahip olmak için, hocayı can kulağı ile dinlemek ve mütevazi olmak lâzımdır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Muhakkak ki bunda kalbi olana veya hazır bulunup kulak verene ders vardır.(Kâf/37)
Ayette geçen 'Kalbi olan' tâbiri ile; ilimde anlayışlı ve kabiliyetli olmak kastolunmaktadır. Fakat sadece anlayış ve kabiliyet kifayet etmez; huzur-u kalp ile hocayı dinlemek gerekir. Hocanın sözlerindeki ilmin inceliklerine iyice vâkıf olmaya gayret etmelidir. Hocayı iyi dinler, tevazu gösterir, istifade ettiğinden dolayı teşekkürlerini izhar ederse ve böyle bir hocanın talebesi olmaktan duyduğu şerefi ve hocasına minnettarlığını bildirirse ancak, işte o zaman tam mânâsıyla ilimden istifade edebilir.
Talebe hocaya karşı tıpkı yağmura susamış bir çorak arazi gibi olmalıdır. Çorak bir arazi, nasıl ki üzerine düşen yağmuru hemen emerse, talebe de hocasının ilmini öylece yutmalıdır. Hocası kendisine öğretmek kasdıyla birşey söylerse hocasının sözünü tutmalı, şahsî fikirlerini bırakarak hocasının fikrine sarılmalıdır. Zira hocasının yanlış sözü kendi doğru bilgisinden daha hayırlıdır. Çünkü deneme, insanı garip ve menfaati büyük olan inceliklere vâkıf edebilir. Ateşi çok yükselmiş nice hastalar vardır ki, doktor onun ateşini başka bir ateşle yükseltmeye kalktığı zaman bunu anlamayanlar taaccüb eder ve itiraz etmeye kalkarlar. Halbuki doktorun verdiği hararet vücuttaki hararetle birleşir ve hastanın bünyesi doktorun sonradan vereceği ilâçlara mukavemet edecek kuvveti kazanır. Doktorun böyle bir muameleye girişmesi, tebabet ilminden haberi bulunmayan birine çok tuhaf görünebilir.
Allah Teâlâ, Hz. Musa ile Hızır arasında geçen kıssada şöyle demektedir: Hızır şöyle dedi: 'Doğrusu sen benimle olmaya asla sabredemezsin. İçyüzünü bilmediğin şeye nasıl sabredebilirsin?' (Kehf/67-68)
Daha sonra Hz. Hızır, Hz. Musa'nın kendisiyle arkadaşlık yapabilmesi için şu şartı ileri sürdü: Hızır dedi ki: O halde bana tâbi olacaksan; ben sana birşey söylemedikçe, sen bana hiçbir şey sormayacaksın' (Kehf/ 70)
Fakat Hz. Musa sabredemeyerek yol boyunca Hızır'ı suale tâbi tuttu ve sonunda bu sabırsızlığı ikisinin arkadaşlığına son verdi. Sonuç olarak; hocasının görüş ve iradesinden başka görüş ve iradeye sahip olan talebenin feyizden mahrum olduğunu ve zarara düştüğünü bil! "Allah Teâlâ 'Eğer bilmiyorsanız ehlı-i zikirden sorun' (Nahl/43) buyurarak bizi öğrenmeye teşvik ediyor" dersen doğru bir söz söylemiş olursun. Çünkü bu böyledir, hepimiz öğrenmekle mükellefiz. Fakat bir talebe hocanın izin vermesi hâlinde sorabilir. Zira talebe kendi kendine istediği gibi sual sorma hakkına sahip olursa, henüz kavrama imkânından yoksun olduğu meseleleri sorar, bu ise zararlıdır. Hz. Hızır'ın Hz. Musa'yı, kendisi konuşmadan sual sormaktan men edişi bu hikmeti göstermektedir. Demek ki hoca, hangi ilmi daha iyi kavrayacağını talebeden iyi bilir; talebenin hangi bilgiyi, ne zaman öğreneceğini daha iyi anlar. Eğer hocası daha aşağı bir seviyeden başlatmışsa, daha yukarı bir seviyedeki bilgiyi alma zamanı gelmemiş demektir.
Hz. Ali şöyle demiştir: 'Fazla sual sormamak, sorulan suale râzı olmak, hoca yorulduğu zaman onu cevap vermeye zorlamamak, kalkıp gitmeye çalıştığı zaman eteğine sarılıp onu durdurmaya çalışmamak, gizli yanlarını halka ifşa etmemek, yanında kimseyi çekiştirmemek, yanılmayı kabul ederek, yanıldığı zaman mâzeretini kabul etmek; evet bütün bunlar bir âlim kişiye gösterilmesi lâzım gelen hürmet ifadeleridir. Âlime hürmet etmek, herkesin vazifesidir. Âlim Allah'ın emrini muhafaza ettiği müddetçe senin de ona Allah için hürmet göstermen, önünde diz çöküp oturman, şayet ihtiyacı varsa ona herkesten önce hizmet etmeye koşman senin üzerine vazifedir'.
4. İlim isteyen bir kimse, ilk zamanlarda, ihtilâflı konulara kulak vermekten çekinmelidir. Üzerinde ihtilâf olan şey ister dünya ilmi olsun, isterse ahiret ilmi... Çünkü ihtilâflı konular, ilme yeni muhatab olan talebenin aklını karıştırır, zihnini bulandırır, görüş hususundaki iradesini zayıflatır. İdrâk ve itidal yönünden ümitsizliğe düşer.
İlim denizinin başlangıcında olan kimseye uygun düşecek hareket, hocası yanında makbul bir mertebeye çıkmaktır. Doğru, güzel ve bir tek yolu adamakıllı öğrenmektir. Bunu öğrendikten sonra, mezhepler arasındaki fikir ayrılığına kulak verip, bu ihtilâfların inceliklerini keşfetmeye bakmalıdır. Şayet hocası bir görüşün tek başına savunucusu değilse ve hocasının âdeti, mezheplerin görüşünü olduğu gibi nakletmek, bunların görüşleri hakkında leh ve aleyhdeki delilleri serdetmek ise, böyle bir hocanın sohbetinden sakınmalı ve yanından uzaklaşmalıdır. Zira böyle bir hoca, insanı irşad etmekten ziyade dalâlete sürükler. İki gözü kör olan bir adamın körlere yol göstermesi mümkün müdür? Müstakil görüş sahibi olmayan bir kimse cahildir, cahil bir insanın ilim verebilmesi ise mümkün değildir.
Tahsile yeni başlayan bir talebeyi, ihtilâflı ve şüpheli konu lardan uzak tutmalıdır. Onu böyle konulardan menetmek, tıpkı yeni müslüman olan bir insanı, eski arkadaşları, milleti ve kâfirlerden uzak tutmaya benzer. Aklı ve idrâki sağlam bir talebenin ihtilâflara dalmasını ve şüpheli konulara girmesini teşvik etmek ise, âdeta imanı kuvvetli bir insanın kâfirlerle haşır-neşir olmasını temin etmeye çalışmak gibidir. Bu sır ve hikmete binaendir ki, korkak bir kimsenin kâfir saflarına hücum etmesi yasaklanmış; fakat bahâdır bir kişinin ise, aksine, taarruz etmesi teşvik edilmiştir. Bu incelikten haberdar olmayan zayıf kimseler, imanı sağlam insanlar için yapılması câiz olan ve teşvik edilen kolaylığın kendileri için de caiz olduklarını zannederler. Bunlar bilmezler ki, kuvvetli insanlarla zayıf insanların yapacakları şeyler başkadır. Çünkü kuvvetli ile zayıf arasında büyük fark vardır.
Bir âlim şöyle buyurmuştur: 'Beni ilk gören dost, sonradan gören zındık oldu zanneder'. Çünkü neticede ameller insanı içe yöneltir; farzlar hariç, bedeni ameller tamamen durur. Bu durumu görenler atalet, tembellik ve ihmalkârlık zannederler. Aslında durum onların gördüğü gibi değildir. Belki o, kalbî amellerin en faziletlisi olan zikirle ve müşahedeyle meşguldür.
Zayıf bir kimsenin, zâhirde düşüş gibi görünen büyük insanların hâline ve hareketine kendini uydurması, tıpkı bir miktar necasetin bir testi suya veya bir okyanusa karıştırılmasına benzer. Biraz necaset testideki suyu necis yapar, ama okyanusu asla! İşte zayıf bir kişinin hâli 'Madem ki o necis olmuyor, ben de necis olmam' diyen testinin hâline benzer... Halbuki bu insanda birazcık idrâk olsaydı, azıcık bir necasetin okyanusun istilâsıyla onun sıfatına dönmüş olacağını bilmesi lâzımdı. Kendi testisine düşen necaset ise, testiyi kendi sıfatına dönüştürür; bu çok açık görülen misallerden biridir.
Bu hikmeti ifade etmek için, Allah Teâlâ'nın, Rasûlü'ne vermiş olduğu bazı ruhsatları diğer kullara vermediğine işaret edebiliriz. Başkalarına dört kadından fazlasıyla evlenme mübah kılmmadığı halde Allah'ın Rasûlü'ne bu hususta ruhsat verilmiştir:Hatta dokuz kadınla evlenmesi kendisine mübah kılındı...179
Zira ondaki kuvvet, dokuz kadına âdil davranabilmesi için yeterliydi. Onda bulunan kuvvet kaç kadın olursa olsun, zulme uğratmayacak derecedeydi. Hz. Peygamberden başkaları ise bu kuvvetten yoksun oldukları için; Rasûl'ün tatbik ettiği adaletten birazını bile tatbik etmekten mahrumdular, onun için kadınlar arasındaki geçimsizlik, onları yiyip bitirir; hatta onları memnun edebilmek gayreti, maâzallah insanı Allah'a bile isyan ettirebilir. Melekleri, demircilerle kıyas eden bir kişi hiç felâha kavuşabilir mi?
5. Talebe, faydalı ilimleri, hiç birinden fedakârlık yapmadan öğrenmeli ve her birinden kendi maksadına yardım edecek derecede istifade etmeye bakmalıdır. Şayet ecel kendisine mühlet verirse, o ilimlerde de derinleşmeye bakmalıdır. Şayet onların hepsiyle birden meşgul olmak imkânına sahip değil ise, kendisine daha uygun olan birisinin üzerinde çalışıp, onu elde etmeye bakmalıdır; diğerlerinin de güzel yanlarını almak şartıyla... Zira ilimler birbirine bağlıdır ve biri diğerine yardımcıdır. Tam mânâsıyla meşgul olmak imkânı bulamadığı ilimler hakkında birazcık olsun haberdar olması, en azından onların aleyhinde bu lunmasına mâni olur. Çünkü insanın en kötü tarafı, bilmediğine düşman kesilmesidir. Allah Teâlâ, kişinin bilmediğine düşman kesildiğini şöyle ifade buyuruyor: Bir de kâfirler iman edenler hakkında şöyle dediler: 'Eğer o (peygamberin dini) iyi olsaydı bizden evvel (fakirler ve biçâreler) ona koşmazlardı. Böyle demek suretiyle maksatlarına erişemeyince de (Kur'an'ı inkâr etmek için) şöyle diyecekler: 'Bu Kur'an eski bir yalandır'.(Ahkaf/11)
Şâir, bu hakikati ne güzel dile getirmiş: 'Hasta ve buruk ağızlı birine, en tatlı su bile acı gelir'.
İlimler derecelerine göre, ya insanoğlunu Allah'a götürür veya onun gidişatına bir bakıma yardım ederler ki, bunun da hedefe yaklaştırma ve uzaklaştırma açısından birçok mertebeleri vardır. Bu ilimleri bilenler âdeta hudutta nöbet bekleyen askerler gibidir. Her birinin ayrı mertebesi vardır. Eğer o mertebelerden Allah Teâlâ'yı razı etmek kastediliyorsa ona göre sevaba nail olunur.
6. Talebe birdenbire ilmin herhangi bir dalma dalmaya bakmamalıdır. Derinliklere inebilmek için gerekli tertibe riayet etmeli ve ilk önce en önemli noktadan işe başlamalıdır.
Çünkü insanoğlu bütün ilimleri bir ömre sığdırmaya muktedir değildir; öyleyse akıllıca hareket etmeli ve herşeyin en güzelinden işe başlamalıdır. Başladığı işin azıyla iktifa edip, bütün gücünü kendisine kolay gelen herhangi bir ilme sarfetmelidir.
İlimlerin en şereflisi de ahiret ilmi olduğundan böyle bir kişi, gücünü, bu ilmi öğrenmeye sarfeder. Pek tabii olarak ahiret ilmi ile kasdettiğimiz, muamele ve mükâşefe ilimleridir. Muamele ilminin hedefi mükâşefedir. Mükâşefenin hedefi ise Allah'ı bilmektir. Ben ahiret ilmi derken halkın anladığı itikad meselelerini kasdetmiyorum. Halk tabakasına, o meseleler ister ecdadından intikal etsin, isterse yeni çıkmış olsun netice birdir.
Ahiret ilminden gayem, kelâm ilminin yazışma yolu ile hasımların desiselerinden kelâmı korumak için va'z edilen mücadele yolu değildir. Bu sözdeki gayem, Allah tarafından mücahede vesilesiyle içi kötülüklerden temizlenmiş bir kimsenin kalbine atılan nûrun meyvesi ve semeresi olan yakîn ilmidir. Öyle ki, kişi bu yakîn sayesinde Ebubekir Sıddîk'în mertebesinden payesini alsın. Hz. Ebubekir ki (peygamberler hariç) bütün kâinatın imanı terazinin bir kefesine, onunki öbür kefesine konsa, onunki ağır basardı. Buna Allah'ın Rasûlü bizzat şehadet etmektedir. Benim telâkkime göre, halkın inancı ile kelâncının inancı arasında hiçbir fark yoktur. Fakat "kelâmcılarm tertib ve tahririne kelâm adı verilerek halkın inancından ayrı bir havaya bü ründürülmüştür o kadar...
Şayet kelâmcının gayreti yüksek derecelere çıkmaya vesile olsaydı, bunlardan mahrum olan Ömer, Osman, Ali ve diğer bütün sahabîlerin bu derecelerden mahrum kalmaları gerekirdi. Hz. Ebubekir'i (r.a) diğer sahabîlerden üstün yapan kelâm değil, kalbinde bulunan ve katiyyen sarsılmayan imam elde etmesidir. Bu gerçekleri Hz. Peygamberden (s.a) dinleyip ehemmiyet vermeyenler ve bildiklerini okuyanlar, ne garip in sanlardır!..
Bu garipler 'Bütün bu sözleri sûfîler uydurmuştur, bunların hiçbiri akla uygun düşmüyor, onun için böyle sözler hakkında teenniyle hareket etmeli veya bunlara hiç itibar etmemelisin' diyerek sermayeni zâyi ederler ve böylece işin içinden çıkmış oldukları vehmine kapılırlar. O halde ey hakkı aramaya tâlib olan kişi! Kurtuluşu, fakih ve kelâmcılarm vâkıf olamadıkları sırları aramaya koyulmakla elde edebilirsin. Bilmiş ol ki, bunu bulabilmen için çok gayret sarfetmen gereklidir.
Kısaca, ilimlerin en şereflisi ve bütün ilimlerin hedefi mârifet ilmine sahip olmaktır. Bu mârifet ilmi öyle bir deryadır ki, onun derinliğine hiçbir zaman vâkıf olunamadığı gibi, idrâk ile de ölçülemez... Bu derinliklere ancak en yüce peygamberler varabilir. Sonra veliler, onları tâkiben de bu yüce kişilerin ardından giden âlimler bu derecelere varırlar. Rivayet edilir ki, bir mâbedde iki hâkimin heykeli bulunmuş. Birinin elindeki levhada şunlar yazılıymış: 'Sen her şeyi iyi bildiğini zannediyorsun. Unutma ki, Allah'ı ve herşeyin yaratıcısı ve bütün eşyanın yaratıcısı olan kudreti idrâk etmeden herşeyi tam mânâsıyla bilemezsin!' Diğerinin elindeki levhada da şunlar yazılıymış: 'Allah'ı bilmeden evvel, susaymca herşeyi içerdim; fakat Allah'ı bildikten sonra susuzluğum bir daha geri gelmemek üzere kaybolup gitti'.
7. İlk önce öğrenilmesi gerekeni öğrenmeden bir diğer ilme atlamalıdır Zira ilimlerde tâkip edilmesi zarurî olan tertibler, sıralar vardır. Bir kısmı diğer kısmına yol açıcı mahiyettedir. Tertib ve sıraya riayet eden talebe muvaffak olma yolunda demektir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Kendilerine kitab verdiğimiz kimseler, o kitabı gereği gibi okurlar. İşte onlar tahrif etmeksizin kitaplarına iman edenlerdir. Her kim de kitabı inkâr eder veya değiştirirse, işte onlar dinlerinde ziyan edenlerdendir.(Bakara/121)
Yani bir ilmi veya fenni gereğince öğrenmedikçe başka ilim veya fenne geçmezler. O halde talebenin, okuduğu ilmi güzelce kavrayıp, ondan sonra bir üst derecede bulunan ilme varmaya çalışması gerekir.
Bir talebenin, herhangi bir konuda ihtilâf eden âlimlerin bu ihtilâflarına bakıp böyle bir ilmin fâsid olduğuna hükmetmemesi lazımdır. Çünkü ihtilâf, ilmin kendisinde değildir. Belki o ilim üzerinde âlimlerin yanılmış olduğunu kabul etmek, daha doğru bir harekettir. Fakat âlimlerin, ilmin icablarına uygun hareket etmediklerine karar vermek de doğru değildir. Zira birçok cemiyetleri görürsün ki, aklî ve naklî ilimlerde düşünmeyi bile terketmişlerdir. Kendilerini mâzur gösterecek şöyle bir gerekçe ileri sürmüşlerdi: 'Şayet bu ilimlerin aslı esası olsaydı erbabları ihtilâfa düşmezlerdi...'
Bu şüpheler Mi'yar'ul-ulûm adlı eserimizle izale edilmiştir. İsteyenler oraya bakıp şüphelerden kurtulmaya çalışabilirler. Başka bir grup daha vardır ki, doktorların yanıldığına şahid oldukları zaman tıp ilminden şüphe etmeye başlarlar. Bazı gruplar da, bir müneccimin sözü tesadüfen doğru çıktığı zaman astroloji ilmini en üstün ilim saymıştır. Başka bir grup ise müneccimin yanıldığını görür, topyekûn astrolojiyi inkâra sapar. İşte bütün bu gruplar yanlış görüşlere saplanmışlardır.
En lâyık ve uygun olanı şudur: Bir şeyin her şeyden evvel özü bilinmelidir. Böyle bir bilgi sahibi olunduğu zaman anlaşılır ki, bir kişinin, bütün ilimleri, tek başına ihâta etmesine imkân yoktur. Ancak bu mütearife çapındaki ölçüye sahip olunduktan sonra doğru hükme varılabilir.
Hz. Ali (r.a) ne güzel söylemiştir: 'Hakkı kişilerin şahsıyla değil, hak olduğu için kabûl et. Eğer hakka hak olduğu için değer verirsen, o hakkı kimlerin bildiğini de müşahede edebilirsin'.
8. En faydalı ve şerefli ilimlerin bilinmesine vesile olan unsurları öğrenmelidir. Öğrenilmesi gereken ilimler derken iki unsuru kastediyoruz: a) Tıp ve din ilmi gibi semeresinin şerefi b) Delilin kuvvetli olması Bu ilimlerden birinin gayesi ebedî; öbürünün ise fânî ha yattır. Böyle olunca din ilmi daha şereflidir. Bir de matematik ve astronomi gibi ilimler vardır. Matematik ilmi, delilleri daha kuvvetli olduğu için, astronomi'den daha şereflidir. Fakat tebabeti matematikle kıyaslarsak neticesi bakımından tıp ilminin daha şerefli olduğunu söyleriz. Fakat delil bakımından matematik daha şerefli bir yer işgal eder. Ancak semerenin, delilden daha kıymetli oluşu, şeref bakımından da yüksekliğine delâlet eder. Onun için neticeyi, daha itibarlı kabul etmek., mantıkî ve evlâdır. Bu sebeple daha ziyade nazariye üzerine bina edilmiş olduğu halde tıp ilmi, matematik ilminden daha şerefli sayılmıştır. Bu izahatımızdan sonra iyice anlaşılıyor ki, ilimlerin en şereflisi Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini bildiren ve bu gayeye götürücü yolları gösteren ilimdir. Öyleyse ey ilim talibi! Bu ilimden başka ilimlere, şiddetli bir şekilde talip olma; bütün gayen, bu en şerefli ilmi elde etmek olsun!
9. Talebenin, talebeliğinin başlangıcında, gayesi iç âlemini faziletlerle süslemek, ileride ise Allah'a mânen yaklaşmak ve mele-i âla diye ifadelendirilen melekler; ve dergâh-ı izzete yakın olan varlıkların komşuluğuna yükselmek olmalıdır.
Öğrenci hiçbir şekilde ve hiçbir zaman öğrendiği ilimle, rütbe, servet ve riyaset peşinde koşmamalıdır. Akranlarına karşı böbürlenerek sefihler derekesine düşmemelidir.
Öğrenci, evvelce de belirttiğimiz gibi, hiç şüpheye düşmeden kendisi için makbul olanı talep etmelidir ki, bu talep edeceği de ahiret ilminden başkası değildir. Bu ilmi talep eder, fakat diğer ilimleri de hakir görmez. Yani ahiret ilmini talep ettikten sonra, 'Bundan ötesi fetva, nahiv ve lûgat ilmi imiş, bunların hiçbir kıymeti yoktur' diyerek onlara hakaretle bakmamalıdır.
Talebenin, Kur'an ve hadisle münasebeti bulunan nahiv ve lugat ilmini hakir görmemesi gerektiği gibi, diğer ilimleri de hakir görmemelidir. Biz bu ilimlerin neler olduğunu farz-ı kifaye bölümündeki ilimlerin çeşitlerini bildirirken, ibarelerin başlangıcında ve sonunda zikretmiştik.
Ahiret ilmini fazla övdüğümüze bakıp, diğer bütün ilimleri hakir gördüğümüzü zannetme! Zira ilim taşıyanlar, aynen İslâm devletinin hudutlarını bekleyen askerlere benzerler. Tıpkı Allah yolunda savaşan ve nöbet tutan gaziler gibidirler. Bu gazilerin bir kısmı muharebe meydanlarında harbeder, bir kısmı ise harbedenlere yardımcı olur. Bir kısmı muhariblere su taşır, bir diğer kısmı ordunun ağırlığını; yani hayvanlarını ve yiyeceklerini bekler. Bunların hiçbiri i'lâ-yı kelimetullah'tan ayrılmadıkça, cihad sevabından mahrum kalmaz. Yeter ki, gaye sadece ganimeti elde etmek olmasın! İşte ilimler de böyledir.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Allah, iman edenlerinizi yükseltir. Kendilerine ilim verilenler için ise (cennette) dereceler vardır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.(Mücâdele/11) O emin kimseler, Allah katında derece derecedirler. Allah emin ve hâin kimselerin yaptıklarını hakkıyla görür.(âlu İmran/163)
Demek ki fazilet nisbîdir. Padişahlarla kıyasladığımız zaman hakir gördüğümüz sarraflar, çöpçülerle mukayese edildikleri zaman ne kadar üstün olurlar. Öyleyse en üstün dereceye yükselmeyen birinin kıymetsiz bir kişi olduğunu zannetme! Zira en yüce mertebe peygamberlerin, sonra evliyaların, sonra ilimde rüsuh kesbeden âlimlerin, sonra derece derece sâlihlerindir.
Kim zerre miktarı bir hayır işlerse onun mükâfatını görecektir; kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir. (Zilzal 7-8)
İlmiyle Allah Teâlâ'nın rızasını kastedenin (hangi ilim olursa olsun) ilmi, kendisine menfaat verir ve onu hiç şüphesiz üstün makamlara yüceltip sayısız ecirler kazandırır.
10. Talebe ilimlerin maksada ulaştırıcı olan nisbetlerini bilmelidir ki, yüce ve yakın olanı değersiz ve uzak olana; önemli olanı da önemli olmayana tercih edebilsin. Önemli olan ile kasdettiğimiz mânâ, seni en fazla alâkadar eden, sana en yakın olan şeyler demektir. Seni en yakından ilgilendirmesi gereken şey ise dünya ve ahiretteki durumundur.
Kur'an'ın buyurduğu ve ayn'el-yakîn'e varmış olanların keşiflerinde müşahade ettiği gibi; dünya ile ahireti imtizaç ettirebilmek ve bir araya getirebilmek mümkün olmadığı takdirde, unutma ki bu ikisinden, senin için bir misafirhane olur. Beden bir merkeb, ameller ise maksada doğru atılan adımlardır. Maksat ise, Allah'a mülâki olmaktan başka birşey değildir. Öyleyse bu konuşmamızda zikrettiğimiz şeyler bütün nimetleri içine alır; fakat bu ilmin kıymetini çok az kimse bilmeye muktedir olmuştur.
Allah Teâlâ'nın huzurunu görme saadetine ve cemalini seyretme şerefine göre ilimler üç mertebeye ayrılır. Cemâl-i ilâhînin seyrinden gaye, peygamberlerin istediği ve anladığı seyirdir. Halk tabakasının ve kelâmcılarm anladığı seyir ise bâtıldır. Bu mertebeleri aşağıda vereceğimiz misalle anlatabiliriz: Azâd edilmesi ve mülk sahibi olması için hacca gitmesi istenen bir köleye şöyle denilir: 'Eğer bütün rükünlerini edâ etmek suretiyle hac farizasını yerine getirirsen, hem âzâd edileceksin, hem de mülk sahibiolacaksın. Fakat hac etmek üzere hazırlıklarını tamamlayıp yola koyulduğun zaman, yolda önüne birtakım mânialar çıkarsa sadece âzâd olur ve kölelik felâketinden kurtulursun; fakat mülk sahibi olmak saadetine ulaşamazsın'.
Böyle bir insan üç şekilde çalışmak mecburiyetindedir: A. Bir binek almak; azığını ve su kabını hazırlamak B. Vatanından ayrılarak Kâbe cihetine doğru hareket etmek C. Hacda, haccm rükünlerini arka arkaya yerine getirmek ve bu işleri bitirdikten sonra ihramı çıkarıp geri dönme hazırlıklarını yapmak
İşte bu şartların tahakkuk etmesi için, mülk ve hürriyete götüren sebeplerin hazırlanmasından başlar, tâ sonuna kadar devam eder. Çöllerdeki yolculukla başlar, tâ sonuna kadar...
Hac rükünlerinin evvelinden başlar, tâ sonuna kadar sırayla yapar. Haccın rükünlerine başlayan bir kimsenin kendisini bekleyen saadete yakınlığı, elbette ki helâl azık, binek ve yolculuk tedbirine yeni başlamış bir kimsenin yakınlığından daha çoktur. Elbette ki, yolculuğa yeni başlamış birinin yakınlığından, hacca başlayanın yakınlığı daha fazladır. Bilfiil hac rükünlerini yerine getirmeye başlayan bir kişinin ise, gelecek saadete en yakın olması da bir gerçektir.
İlimler de üç bölüme ayrılır:
I. Azık ve binek hazırlığının yerine geçen kısımdır. Bu kısım tıp, fıkıh ve dünyada bedenin rahatlığını temin eden ilimlerdir.
II. Çölleri ve uzun yolları aşmaya hazırlık yapma devresi yerine geçen ilimdir. Bu da, bâtınını kötü sıfatların bu lanıklığından kurtarmış kimseler hariç; insanı acz içerisinde bırakan o muazzam manevî geçitleri aşmak suretiyle temizle mektir. İşte bu hal, yolun sülûk hâlidir. Bu yolun ilmini tahsil etmek ise, aynen maddî yolun istikametim bilmek ve konak larını tanımak gibidir. Nasıl ki konakları bilmek ve yollara âşina olmak, yola çıkmadan bir fayda temin etmezse, tıpkı bunun gibi temiz ahlâk sahibi olmadan da bahsettiğimiz manevî geçitleri aşmak mümkün değildir.
III. Haccm ve hac erkânının yerine geçen bölümdür. Bu kısım, Allah'ı, O'nun sıfatlarını, meleklerini, fiillerini ve keşif ilmi bölümünde zikrettiğimiz hususların bütününü bildiren ilimdir. İşte bunları öğrenmek ve yapmakta şayet Allah Teâlâ'nın rızası içinse kurtuluş ve saadet vardır. Saadeti elde etmek, ancak Allah'ı bilene, Allah'ın manevî komşuluğuna erene, ebedî rızık ve nimetlere nail olana müyesser olur... Kemâl derecelerinin zirvesine ulaşmaktan menedilenler ise, onlar için ancak mücerred kurtuluş ve selâmet vardır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Ölen o kişi, hayırda ileri geçenlerden ise artık onun için bir rahatlık, hoş bir rızık ve nâim cenneti vardır. Fakat amel defterleri sağdan verilenlerden ise, 'Sana selâm olsun' denir. (Vakıa/88-91)