Halkın İlm-i Hilâfa Yönelmesinin Nedenleri, Cedel ve Münazaranın Âfetleri ve Mübah Olmasının Şartları (1)
Allah'ın Rasûlü'nden sonra hilâfet makamına, râşid halifeler geçtiler. Onlar Allah'ı bileqn âlimlerin önderleri idiler, ahkâm il minde birer büyük fakihtiler. Karşılarına çıkan meseleler hakkında tek başlarına fetva verecek güçteydiler.
İstişare edilmesi lâzım gelen konularda istişareye ehil olan sahabîlerle istişare ederler ve sahabenin fakihlerinden yardım isterlerdi.
Böyle olduğu halde o devrin âlimleri tamamen âhiret ilmine yönelmiş kişilerdi. Daima bu ilmi tahsil etmeye çalışırlardı. Fetva istendiği zaman kendisinden fetva istenen kişi, isteyeni başkalarına gönderirdi. Dünya ile ilgili bir sual soranı, biri diğerine havale ederdi. İctihadda tamamen Allah'a yönelmişlerdi.
Nitekim sîretleri (biyografileri) ile ilgili kaynaklarda bu şekilde bil dirilmektedir.
Hilâfet makamı, râşid halifelerden sonra haksız bir şekilde başkalarının eline geçtiği zaman, bu kaide değişti. Çünkü bu ma kama yeni geçenler fetva ve ahkâm ilminde tek başlarına hareket etme imkânından mahrum kimselerdi. Böyle olduğu için bu kişiler fakihlerden yardım istemek zorunda kaldılar.
Hükümleri uygulayabilmek için onlardan fetva almaya ve onlarla arkadaşlık yapmaya mecbur kaldılar. Fakat o devirde sahabe-i kirâma benze yen insanlar vardı. Tâbiîn-i kirâmdan birçok âlim, dinin saf ta rafına yönelir, seleften dinlediklerini olduğu gibi naklederlerdi. Tâbiîn-i kirâmdan olan âlimlere fetva sorulduğu zaman fetva vermekten kaçınırlardı.
Öyle ki, sultanlar bu zatları kadılık ve hâ kimlik yapmaya zorlarlardı. O günün insanları, bu âlimlerin ne denli aziz kimseler olduklarını, sultanların kendilerine nasıl ihti yaç duyduklarını ve onların buna rağmen makam ve mansıbdan nasıl kaçındıklarını gayet iyi bilirlerdi. Fakat ne yazık ki, onlardan sonra gelenler, fetva ve ahkâm ilmini izzet ve ikbale, rütbe ve mansıba ulaşmak için elde etmeye başladılar.
Bütün vakitlerini ömürlerini feda etmek pahasına fetva ilmine vakfettiler ve kendilerini bu ilimle sultanlara takdim ederek onlardan rütbe ve atiyeler istediler. Bazıları bu isteklerine nail olma imkânı buldular. Bazıları da bu arzularını tahakkuk ettir meye muvaffak olamadılar. Fakat ilim sahibi olanlar da kendile rini atiyeler istemek zilletinden kurtaramadılar.
Bir zamanlar sultanlar tarafından aranılan fakihler, bu sefer sultanları aramak zilletine düştüler. Tam tersi bir durum hâsıl olmuştu. Sultanlardan yüzçevirmekle aziz olan fakihler, bu sefer makam mansıb istedikleri için zillet içine yuvarlandılar. Allah Teâlâ'nın kendilerini muhafaza ettiği âlimler ise bu hükmün dışında müta laa edilmelidir. O asırlarda kaza ve hükümlerde fetva ve ahkâm ilimlerine şiddetle ihtiyaç duyulduğu için o devrin birçok âlimleri, bu ilimlere daha çok sarılmak mecburiyetinde kaldılar. Onlardan sonra bazı yöneticiler ortaya çıktılar. Bunlar akâidin esasları hakkında sarfe dilen sözlere kulak verip, bu sözleri ispatilayıcı deliller aramaya başladılar. Yöneticilerin, Kelâm ilmindeki tartışmalara eğilim duydukları herkes tarafından anlaşılmıştı.
İşte bunun için halk da kelâm ilmine yöneldi. Bu sahada birçok kitap telif edildi. Bu ilmin tartışma yolları tesbit edildi. Karşılıklı konuşmalarda, sözleri değiştirme, tersyüz etme yöntemlerine ulaşıldı ve böylece bir başka ilim ihdas edilmiş oldu. Bu işlerle uğraşanlara soracak olsanız, size Allah'ın dinini müdafaa ettikle rini, Sünnet-i seniyyeyi ihya etmek, bid'atçıları susturmak için çalıştıklarını söyleyeceklerdir. Kendi seleflerinin de fetva ilmiyle meşgul olduklarını ve böylece müslümanların dinî işlerini üzerine alarak halka nasihat edip, onlara büyük iyilikler yapmış olduk larını ileri süreceklerdir.
Daha sonra gelen yöneticiler, kelâm ilmine dalmayı ve insan lara münazara kapılarını açmayı hoş görmeyip, doğru bul madılar. Çünkü kapı açıldığı zaman büyük taassublar doğduğunu, bu taassubun insanları birbirine düşürdüğünü ve masum kan ların dökülmesine sebep olacak husûmetler meydana getirdiğini gördüler...
Bunlar da fıkhı konularda münakaşa etmeye; Şâfiî mezhebinin mi, yoksa Hanefî mezhebinin mi üstün olduğu konu sunu tartışmaya eğilim duyuyorlardı. Böyle olunca, bu sefer halk da aynı havaya girmiş, kelâm ve onunla ilgili bütün ilim dallarını bırakarak Şâfiîler ile Hanefîler arasındaki ihtilâflı meselelere dalmışlardı.
İmam Mâlik, Süfyân es-Sevrî, İmam Ahmed ve diğer büyük âlimlerin arasındaki ihtilâflı meselelere de el attılar. Kendilerine bu hatalı tutuma niçin girdikleri sorulduğunda da 'Bunu yapmak taki gayemiz, şeriatın inceliklerini ortaya çıkarmak, mezhebin in celiklerini bildirmek ve fetva usûlünün yayılmasını sağlamaktır' diyerek kendilerini haklı çıkarmaya çalışmışlardır.
Bu konuda sayısız eser telif edilmiş, birçok istinbatlar yapılmış, mücadele ve telifât çeşitleri yazılmıştır. Günümüzde de bu durum hâlâ devam edip gitmektedir. Bundan sonraki asırların daha neler getireceğini ise henüz bilmiyoruz. İşte ihtilaflı meselelere ve tartışmalara dalmanın tüm sebep leri yukarıda saydıklarımızdan başkası değildir. Eğer dünyevî gücü elinde tutanlar; yani yöneticiler fakihlerden İmam Şâfiî ile imam Ebu Hanife'den başkalarının ihtilâflarını tartışmaya eğilim duysalardı veya başka ilimlere yönelselerdi, onlardan dünyalık bekleyen âlimler, onların tarafına meyleder ve çalışmalarını bu isteğe göre değiştirirlerdi. Onlar yine kendilerini haklı göstermek için, meşgul oldukları ilmi, dinî ilimlerden sayacaklar ve asla susup yerlerinde oturmayacaklardı. Yine bu ilimleri elde etmekle Allah'ın rızasına ulaştıklarını, çünkü bundan başka bir gaye taşımadıklarını ileri süreceklerdi...
Bu Tartışmaları, Sahabe-i Kirâmın Meşvereti ve Selefin Müzakeresi ile Karıştırmak
Bu kişiler halka 'Bizim gayemiz bu tartışmalarla hakkı ara mak ve vuzûha kavuşturmaktır. Zira hakkın aranması gerekir, ilmî görüşlerde yardımlaşma ve birkaç kişinin hatırındaki fikirle rin aynı hedefe yönelmesi fayda verici ve tesir edicidir. Ashabın âdetleri de meşveretti. Meselâ ölenin dedesiyle kardeşlerin feraiz deki durumlarını bildiren, içkinin cezasını beyan eden ve imamın (devlet başkanının) hatasının malî mesuliyeti icab ettirdiğini belir ten meşveretleri gibi... İmamın hatasının malî mesuliyeti icab et tirmesine misal Olarak, Hz. Ömer'den korkarak karnındaki çocuğu zâyi eden kadının diyetini, Hz. Ömer'in ödediği naklolunmuştur. Feraiz meselelerinde ve başka konularda da aynı şekilde sahabenin istişarelerine ilişkin birçok olay rivayet edilmiştir.
Yine İmam Şâfiî, İmam Ahmed, Muhammed b. Hasan eş-Şeybanî ve başka âlimlerden de bu şekil münazaralar, münakaşalar ve meşveretler nakledilmiştir. Bu sözün, bir telbis (hakkı bâtılla karıştırmak veya bâtılı hak olarak göstermek) olduğunu göstermeye çalışacağım ki hakikatler malûmunuz olsun!
Dinin hak olan meseleleri üzerinde yapılacak araştırmalarda yardımlaşma vardır. Fakat bunun sekiz şart ve alâmeti vardır: 1. Farz-ı aynları yerine getirmeyen bir kişi farz-ı kifâye olan münazaraya girişmemelidir. Farz-ı ayn olarak yapması gereken vazifeleri bulunan bir kimse 'Benim gayem hakkın bilinmesidir'diyerek farz-ı kifâye ile meşgul olursa, bu kişi yalan söylüyor demektir. Böyle bir kimse, tıpkı namazı terkettiği halde, başkalarına giymek için elbise imal eden bir kişinin 'Benim bu elbiseleri imal etmemin sebebi, şayet çıplak insan varsa onun örtünmesini temin ederek namaz kılmasına vesile olmaktır' deyip kendisini temize çıkarmasına benzer.
Böyle bir kimsenin iddiası pek ender hallerde doğru olabilir. Tıpkı nadir de olsa vukûu mümkün meseleler hakkında ihtilâflara dalan fakihin iddiası gibi... Münazara ilmiyle iştigal edenler, bü tün ulemanın ittifakla varmış olduğu hükme göre, farz-ı ayn olan birçok hususları ihmal ederler... Yerine verilmesi gereken bir emaneti elinde bulunduran bir kimse, insanları Allah'a yaklaştırmakta en müessir âmil olan namaza başlayıp, emaneti yerine teslim etmeyi ihmal ederse Allah'a isyan etmiş olur. Kişinin taat nev'înden bir iş yapması, onun Allah'a itaat eden bir kul olduğunu ispatlamaz.
Fakat o fiillerde, şartlarda, zamana ve tertibe riayet ediyorsa, o zaman iş değişir.
2. Kişinin münazaradan daha önemli bir farz-ı kifâyeyi yerine getirme mecburiyeti yoksa münazara edebilir Şayet kişi münazaradan daha önemli bir farz-ı kifâyeyi yerine getirmesi gerektiğini bildiği halde, gerekeni yapmaz ve münazaraya dalarsa, yapmış olduğu iş Allah'a isyandan başka bir mânâ taşımaz. Böyle bir adamın durumunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Bir kişi, ölecek derecede susamış bir topluluk görür. Herkes bu topluluğu içine düştüğü feci durumla başbaşa bırakmıştır. Bu vaziyeti gören kimse de onlara su vererek yardım etmeye muktedir iken, bunu yapmaz da, meselâ hacamat (kan aldırma) sanatını öğrenmekle meşgul olur. Kendi zannına göre kan aldırmak farz-ı kifâye olan bir ilimdir. Bir memlekette bu sanatı bilen olmadığı takdirde halkın helâk olacağını söyleyerek kendisini haklı göstermeye çalışır. şayet kemlisine 'sen bu hacamat işiyle çok meşgul olma, çünkü bu işi yapan daha birçok kimse var; bunun yerine sen o su samış insanların derdine çare bulmaya çalış' denilecek olursa, o yine kendi fikrinde ısrar eder ve "Kan alıcıların bulunması, bu ilmi farz-ı kifaye olmaktan çıkarmaz. Dolayısıyla bu sanatı öğrenmem farz-ı kifayeyi yerine getirmektir' der. İşte aslî vazifesini ihmal eden böyle bir kimsenin hâli, tıpkı ülke çapındaki farz-ı kifayeleri ihmal edip, münazara yapmakla meşgul olan kimsenin haline benzer.
Fetva ilmine gelince, bu ilimle meşgul olan topluluklar da vardır. Fakat hiçbir memleket yoktur ki, orada farz-ı kifaye hük münde olan birçok ilim ihmal edilmiş olmasın. Fakihler, bu farz-ı kifayelere dönüp bakmayı bile bir külfet sayarlar, biraz olsun uğraşmaya tenezzül etmezler. İhmal edilen farz-ı kifaye hükmün deki ilimlerin en başında tıp ilmi gelir. Günümüzde, İslâm di yârının birçok yerlerinde tıbbî meselelerde fikrine itimad edilecek, tavsiyesine güvenilecek bir müslüman doktor mevcut değildir. Buna rağmen hiçbir fakihin bu ilimle meşgul olduğunu göremez sin. Emr-i bil-maruf, nehy-i an'il-münker de böyledir. Bu vazifeyi yerine getirmek de farz-ı kifaye hükmündedir. Tartışmacı çok za man münazara meclisine iştirak edenlerin ipekli kumaşlardan elbiseleri olduğunu, yine ipeklilerden yapılmış minderler üzerinde oturulduğunu görür. Buna rağmen susar ve hayatta olması ihti mal dahilinde bulunmayan bir mesele üzerinde münazaraya da lar. Şayet meydana gelme ihtimali çok az olan tartışma konusu mesele, meydana gelecek olsa onu halledecek fakihler oldukça bol dur. Buna rağmen münazara eder. Ondan sonra da kalkıp yapmış olduğu münazara farz-ı kifaye olduğu için Allah'a mânen yaklaştığını iddia eder. Bu münazarayla Allah rızasını kasdettiğini ileri sürer,
Hz. Enes şöyle rivayet etmektedir: Allah'ın Rasûlü'ne emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i anil-mün ker'in ne zaman terkedileceği sorulduğunda, Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap verdi: 'Ne zaman iyilerinizde müdahene (yağcılık), kötülerinizde fahşa başgösterir; yöne tim küçüklerinizin eline geçer ve fıkıh da en rezillerinizin malı haline gelirse, işte o zaman terk edilir'.162
3. Tartışmacı müctehid olmalı, Şâfiî, Hanefi veya diğer mez heplere uygun değil, kendi ictihadıyla fetva verebilmelidir. Hanefî mezhebinin bir meselede haklı olduğunu görürse, o meselede Şafiî mezhebine bağlanmaktan vazgeçip (sahabenin ve büyük imam ların yaptığı gibi) haklı gördüğü şekilde fetva vermelidir.
İctihad mertebesine çıkmayan bir kimse ise ki asrımızdaki bü tün tartışmacıların durumu budur bunlar sorulan suallere kendi imamlarının mezhebinden nakiller yaparak cevap verebilirler an cak. Kendilerine bağlı oldukları imamın görüşü sağlam görün mese bile, imamlarının görüşünden ayrılmaları doğru olmaz.
Böyle bir insanın münazarasında ne fayda olabilir? Çünkü böyle bir adamın mezhebi malûmdur ve bağlı olduğu mezhebin fetvaları dışında bir hüküm vermeye yetkisi yoktur. Böyle bir adam kendine müşkil görünen bir mesele hakkında 'Ümid ederim ki bu mesele hakkında bağlı bulunduğum imamın bir cevabı vardır. Şayet yoksa, ben Şer'î meselelerde tek başıma ictihad etme kudretine sa hip olmadığım için bu soruya cevap veremem' demelidir. Herhangi bir meselede bağlı olduğu imam iki çeşit görüş ileri sürmüşse, bu görüşler üzerinde münazara yapması hakikate daha uygun bir hal olur. Zira kendisi bu iki görüşten birine meyyal olabilir. Münazara ederken öbür tarafın daha kuvvetli olduğunu görerek belki de istifade eder. Kendisinin meylettiği hükmün doğruluğu hakkında münazaraya girişini yersiz ve lüzumsuz bulur. Aşağı yukarı bütün tartışmacılar iki taraflı meseleleri terke dip hakkında kesin ihtilâflar olan meselelere dalıyorlar ki bu sa yede çok konuşabilme imkânı bulabilsinler ve muhalifleriyle mü cadele edebilsinler.
4. Ancak vukûu çok olan veya her an ortaya çıkması muhtemel bulunan meseleler hakkında münazara edilebilir. Zira ashab-ı kiram sık sık ortaya çıkan meseleler üzerinde müşavere eder ve fikirlerini beyan ederlerdi.
Biz ise, günümüzdeki tartışmacıların halkın ihtiyacı olan ko nularda ve halka umumi bir belâ getiren meselelerde fetva vermek için gayret gösterdiklerini pek de göremiyoruz. Onlar sadece kendi lerini şöhrete ulaştıracak meseleleri araştırıyorlar. Bunun için de halledilmesi elzem meseleler üzerine eğilmek imkânını bu lamıyorlar ve arkasından da diyorlar ki; 'Bu mesele imamlar ta rafından kesin nasslardan alınan bir meseledir veya bu mesele üzerindeki konuşmalar ancak tenhalarda yapılabilir. Bu mesele toplanarak üzerinde tartışma yapılacak bir mesele değildir'.
Ele alınması gereken bir mesele olsun da daha önce hakkında söz söylenmiş olduğu için ele alınarak üzerinde durulmasın... Hakikatini bildirmek için hiçbir gayret gösterilmesin...
Bu kadar saçma bir iddia olabilir mi? Bunlar şunu diyemiyorlar:'Biz şöhrete ulaştırmayan, uzun konuşma imkânı vermeyen meseleler üze rinde tartışma yapmayız. Uzun konuşmalara sebep olmayan me seleler bizi ilgilendirmiyor'.
Bunu söyleseler ne kadar acaip bir du ruma düşeceklerini gayet iyi bilirler. Halbuki hak ve hakikati bil dirmek için kısa konuşmak ve kestirme yollardan hedefe varmak lâzımdır. Sözü uzatmak hiçbir zaman doğru değildir.
5. Bir tartışmacı yapmış olduğu münazarayı mümkün olduğu kadar az bir cemaat önünde yapmaktan haz duymalı, münazaraya çok insanın dinleyici olarak katılmasından zevk almamalıdır. Zira tenha yerlerde münazara yapmak, sultanlar ve sair büyükler yanında münazara yapmaktan daha faydalıdır. Çünkü tenha yerlerde tartışmacı düşündüklerini daha iyi toplar; daha iyi anlatmaya muktedir olur, idrâki daha berrak ve kavrayışı yüksek olur.
Cemaat huzurunda yapılan münazara, tartışmacıları riyaya itebi lir. Çünkü cemaat huzurunda münazara yapanlar mağlub olmak korkusuyla yanlışlarında direnmeyi sonuna kadar götürür ler. İster haklı olsun, isterse haksız hep kendilerini haklı çıkarmaya bakarlar. Bu tartışmacıların kalabalık huzurunda tartışma yapmak istemeleri, Allah rızasını kazanmak niyetiyle değildir. Çünkü bu tartışmacılar kendi başlarına kaldıkları zaman kalabalıkta tartıştıkları konuyu katiyyen aralarında tartışmıyor lar. O kadar ki, çok zaman arkadaşı kendisinden sual sorduğu zaman cevap bile vermiyor. Fakat bir cemaat huzurunda oldukları zaman hile yayında, ne kadar ok varsa birbirlerinin göğsüne sap lamaya çalışıyorlar ki konuşmada üstad kabul edilsinler!
6. Münazara sadece hakkı bulmak ve anlamak için yapılmalıdır. Aynen kaybolan malını arayan bir insanın duru muna benzer bir durum.. O kaybolan mal bulunsun da ne olursa olsun. Bunu kendisinin veya arkadaşının bulması önemli değil, önemli olan malın bulunmasıdır. Demek ki bir tartışmacı kendi siyle münazara eden arkadaşını hasım değil, bir yardımcı olarak görmelidir. Kendisine hakkı bildirdiği için arkadaşına teşekkür et meyi bir borç bilmelidir. Nasıl ki inalını kaybetmiş bir insan, kay bolan malını arayıp bulamadığı ve geri dönmeye karar verdiği bir anda; bir arkadaşı kendisine gelip kaybetmiş olduğu malını bu yolda değil, şu yolda araması gerektiğini söylediği zaman kendisine teşekkür etmesi lâzım geliyorsa, böyle bir adamı azarlamayı düşünmüyorsa, kendisine malını bulmak için yol gösterene ik ramda bulunuyorsa... Birbirini hak namına ikaz eden sahabe-i kiramın meşvereti de zâten böyle idi.
Bir kadın, Hz. Ömer'e itirazda bulunmuş ve ona hak yolu gös termiştir. Cemaat huzurunda hutbe irad eden Hz. Ömer, kadının yaptığı bu ikazdan sonra cemaata şöyle der: 'Bu kadın hakkı söy ledi, Ömer ise yanıldı'.
Bir kişi Hz. Ali'ye (r.a) bir sual sorar: Hz. Ali, sorulan suale ce vap verdiğinde, suali soran kişi şöyle söyler: 'Ey emîr'ul mü'minîn! Verdiğin cevap yanlış! Bence bu suale şöyle cevap veri lebilir... Bunun üzerine Hz. Ali: 'Sen haklısın, ben ise yanıldım' diyerek adamın hakkını itiraf eder ve kendisini ikaz ettiği için ona teşekkür ederek sözlerini şöyle sürdürür: 'Her ilim sahibinden daha büyük bir ilim sahibi çıkabilir.
İbn Mes'ud, Ebu Musa el-Eş-'ar'ı'ye yanıldığım hatırlatınca Ebu Musa cemaate şöyle hitab eder: 'bu büyük âlim aranızda iken bana sual sormayın'.Kûfe valisi Ebu Musa'ya, Allah yolunda savaşıp öldürülen bir kimsenin hali sorulur, o da cennetlik olduğunu söyler. Bunun üze rine mecliste hazır bulunan Abdullah b. Mes'ud ayağa kalkar ve sual sorana hitaben şöyle der: 'Valiye sualini ikinci kez tekrarla! Sualini iyi anlamamış olmalı'. Bu ikaz üzerine adam sualini tek rarlar ve Ebu Musa yine aynı cevabı verir. İbn Mes'ud ise şöyle der: 'Ben sizin verdiğiniz cevabı doğru bulmuyorum. Bence böyle bir kimse Allah yolunda hakkı bularak öldürülmüşse cennetlik olur'. Bunun üzerine Ebu Musa İbn Mes'ud doğru söylüyor' der. Esasında hak arayıcıları da böyle insaflı olmalılar...
Buna benzer bir itiraz zamanımızın en düşük fakihine yapılsa, kendisine itiraz edilen fakih hiddete kapılır ve yapılan itirazı hiçbir suretle kabul etmez. Kendisinin yanılma ihtimalini katiyyen kabul etmeyerek der ki; "Ayrıca İsabet etmişse' demeye gerek yoktur. Çünkü Allah yolunda öldürülen bir kişinin hakka isabet ettiği herkesçe malûmdur".
Günümüzün insafsız tartışmacılarının haline bir bakınız! Şayet hak, hasımlarının elinde ise ve onun dilinden ifade edilmişse, yüzü nasıl kızarır ve nasıl mahcub olur? Böyle olunca da son haddine kadar hakkı kabul etmemek için nasıl direnir? Bütün hayatı boyunca kendisim mağlup eden insan hakkında nasıl kötü konuşur ve onu küçük düşürmeye çalışır? Bütün bun lardan sonra da kalkıp kendini hakkın ortaya çıkması için yardımlaşan sahabîlere benzetmekten hiç de utanmaz.
7. Karşısındaki kimseyi; yani kendisiyle münazara edeni bir delilden diğer delile, bir müşkilden diğer bir müşkile geçmesini engellemeye çalışmamalıdır. Zira selefin aralarındaki münazara lar bu şekilde cereyan ediyordu. İster lehinde olsun, ister aleyhinde, bid'at olan cedelin bütün inceliklerini, konuşmasının dışında tutmalıdır. 'Bu söz beni bağlamaz, tenakuza düştün' gibi sözlerden kaçınmalıdır. Önceki sözünü nakzediyor diye, doğru sözü reddetmek yanlıştır. Halbuki sen tartışmacıların bütün toplantılarının mücadele ve münakaşa içinde geçtiğini görürsün. Hatta delil getiren bir insan, bilinen bir kaidenin üzerine zannettiği bir illete dayanarak kıyas etmeye kalkıştığı zaman, derhal karşıdaki mücadeleci tarafından kendisine, asıldaki hükmün hangi illetle mâlül olduğuna dair delil sorulur. Delil getiren zat 'Ben bu şekilde düşünüyorum. Şayet sen bundan daha isabetli bir görüşe sahip isen, delillerini söyle de birlikte tedkik edelim' diye cevap verir. Bunun üzerine itiraz eden kişi şöyle der: 'Senin bildiğin ve zikrettiğin mânâlardan başka daha nice mânâlar var burada... Fakat bunları söylemek üzerime düşen bir vazife olmadığından söyleyemeyeceğim.
Delil getiren taraf yine şöyle konuşmaya devam eder: 'Bundan başka bir iddian var ise, beyan et ki malûmatımız olsun'. İtiraz eden kişi 'Hakîkat senin söylediğinden başkadır ve ben bunu biliyo rum. Fakat söylemek üzerime düşen bir vazife değildir' fikrinde ısrar eder. Böylece münazara meclislerinde bir netice alınmadan tartışmalar devam eder gider.
Bu miskin itirazcı bilmez ki; 'Ben bilirim, fakat söylemem, çünkü söylemek mecburiyetinde değilim' sözü şeriata yapılan bir iftiradan başka birşey değildir. Şöyle ki: Şayet itirazcı, söylenen de lilin mânâsını bilmiyor ve ancak hasmını susturmak için kuru bir iddiada bulunuyorsa, böyle bir adam fâsıktır, kâzibdir, Allah'a is yan etmiştir ve bu hâlinden dolayı Allah'ın gazabını üzerine çekmiştir. Zira bilmediği bir şeyi biliyor görünmeye çalışmıştır. Şayet hakikaten biliyor da söylemiyor ise yine fâsık olur. Çünkü şeriatın bir emrini gizlemiş olur. Halbuki bu emri gizlemese, belki de bir müslüman kardeşini yanlış düşünmekten kurtaracak, doğrunun yayılmasına vesile olacaktır. Şayet itirazcının görüşü zayıf ise, karşısındaki kendisine iddiasının zayıf olduğunu izah edecek ve böylece itirazcı cehaletin karanlığından bilginin aydınlığına çıkmaya imkân bulacaktır.
Hiç kuşkusuz dinî ilimlere ait bir husus sorulduğu zaman mutlaka cevap verilmelidir. O halde bu itirazcının 'Bunu söylemek mecburiyetinde değilim' de mesi, 'Bizler tarafından ihdas edilen bid'atlarm bid'at olarak kal masını temin eden cedellerin devamını sağlamak için bunu söy lemiyorum' demekten başka birşey değildir. Şayet bu laf, bu an lama gelmezse ne anlama gelir? Oysa Allah'ın şeriatını açıkça bildirmek gerekir. Söylemeyen kişi ya fâsıktır, ya da yalancı...
Bu nedenle sahabe-i kiramın meşveretini ve selef-i sâlihînin bir mesele hakkındaki müzakeresini tedkik et! Acaba onlar da, se nin anladığın bu mânâda bir münazara ve mücadele görür mü sün? Acaba ashab-ı kirâm ve selef-i salihînden birisi, herhangi bir arkadaşını bir delilden diğerine, bir kıyasdan başka birine, bir haberden diğer bir ayete geçmekten alıkoymuş mudur? Hayır! Binlerce kere hayır! İşte sahabenin ve selefin bütün münazaraları bu cinstendi. Çünkü onlar kalplerine geleni olduğu gibi söyler, düşündüklerini olduğu gibi ortaya döker ve ona göre müzakere ederlerdi.
8. Kendisine faydası dokunacak bir ilimle meşgul olan kişilerle münazara etmelidir. Halbuki tartışmacıların çoğunu, âlimlerle ve ilimde otorite sahibi olanlarla münazara etmekten kaçınır görür sünüz. Çünkü hakkın onların dilinde meydana geleceğinden endişe duyarlar. Onun için de tartışmacılar ilim ve bilgi bakımından daha aşağıda olanlarla tartışmayı tercih ederler. Zira kendi bâtıllarını ancak bilgide ilerleyememiş insanlara kabul et tirme imkânları vardır.
Münazara etme hususunda bu sekiz şarttan başka daha nice ince şartlar vardır. Fakat bu sekiz şartı iyice öğrendikten sonra, kimlerin Allah için münazara ettiklerini, kimlerin etmediklerini gayet iyi teşhis edebilirsin.
Kısaca, şiddetli düşmanını; tasallutçu ve felâket hazırlayıcısı olan şeytanı bırakıp, müctehidin isabet ettiği veya edenle ecirde or tak olduğu meselelerde münazaraya dalan bir kimseye şeytan gü ler. O kişi şeytana gülünç, ihlâs ehline de ibret alınacak bir ders olur. Bu sebebe binaen şeytan onu, daha ilerideki bölümlerde sa yacağımız âfetlerin karanlığına götürmüştür. O felâketlerden ile ride uzun uzun bahsedeceğiz. Tevfîk ve yardım Allah'tandır.
Münazaranın ve Münazaradan Doğan Kötü Ahlâkın Yol Açtığı Sonuçlar Başkasını mağlûp etmek, susturmak, fazilet ve şerefim gös termek için halk arasında bağırarak konuşmak; halkın teveccü hünden istifade etmek için yapılan münazaralar, Allah'ın çirkin saydığı, buna mukabil Allah düşmanı şeytanın güzel gördüğü bir münazara tarzıdır. Bu münazaralar; kibir, ucûb, hased, münafese, nefsi temize çıkarmak, rütbe düşkünlüğü ve benzeri bâtın fuhşiyat gibidir.