Fatiha suresinin tefsiri

Kuranı Kerimde sureler çoğu kez olaylar üzerine nazil olmuştur. Bunu için meal okurken anlamadığınız noktalar olabilir. Bunu için tefsire bakmak gerekir. Tefsir mealden farklı olarak daha ayrıntılıdır. Surelerin ne anlattığını bilmek için tefsire bakılmalıdır. Peki Fatiha suresi ne anlatıyor? Fatiha, Kuranı Kerim'in birinci suresidir. Mekke döneminin ilk yıllarında nazil olmuştur.

Kuranı Kerimde sureler çoğu kez olaylar üzerine nazil olmuştur. Bunu için meal okurken anlamadığınız noktalar olabilir. Bunu için tefsire bakmak gerekir. Tefsir mealden farklı olarak daha ayrıntılıdır. Surelerin ne anlattığını bilmek için tefsire bakılmalıdır. Peki Fatiha suresi ne anlatıyor? Fatiha, Kuranı Kerim'in birinci suresidir. Mekke döneminin ilk yıllarında nazil olmuştur. İşte Fatiha suresinin tefsiri...

1. Rahmân ve Rahîm Allah’ın ismiyle…

İSTİÂZE

Nahl sûresindeki:

فَاِذَا قَرَاْتَ الْقُرْاٰنَ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ

“Kur’an okuyacağın zaman kovulmuş şeytandan hemen Allah’a sığın!” (Nahl 16/98) emri gereğince Kur’ân-ı Kerîm okumaya başlarken:

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ

“Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım” deriz. Bu sözü söylemeye “istiâze” denilir. “Eûzü”, sığınırım, emân dilerim, yardım taleb ederim, gibi anlamlara gelir.

Cebrâil (a.s.)’in Peygamber Efendimiz’e getirdiği şeylerin ilki istiâze, besmele ve “Yaratan Rabbının adıyla oku!” (Alak 96/1) meâlindeki âyetidir.

“İstiâze”, Kur’ân okumaya başlamadan önce olmalıdır. Zira ayetteki “Kur’ân okuduğun zaman” sözü, “Kur’ân okumak istediğin zaman” mânasına gelir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, I, 3)

“İstiâze”, huzûra girmek için kapıyı vurup izin istemeye benzer. Kur’ân okumak isteyen kimse, Allah Teâlâ ile konuşmaya başlayacağından, kendini ilgilendirmeyen konulardan uzak kalmalı, dedikodu, çekiştirme ve iftira gibi günah kirlerinden dilini temizlemelidir. Dilin, bu tür kirlerden temizlenmesi ise ancak “eûzü” çekmekle yani bunların tümünden Allah’a sığınmakla mümkün olabilir.

“İstiâze”, Allah’a yaklaşmak için mühim bir vesîle, O’ndan hakkıyla korkanlar için bulunmaz bir sığınak, günahkârlara tutamak, helâke uğramış olanlara barınak, âşıklara gönül aydınlığıdır.

İstiâze, Rabb ile kul arasında bir sözleşmedir. Allah Teâlâ: “Siz bana olan sözünüzü tutun ki, ben de size olan sözümü tutayım” (Bakara 2/40) buyurmaktadır. Sanki kul “Eûzü” çekerken, “Allahım, ben bir insan olarak noksanlarımla birlikte kulluk sözümü yerine getirdim; sana sığındım ve senden bağışlanma diliyorum. Sen ise iyilik ve ikramda kemâl sahibisin. Şanına yakışan, rabbim olarak bana verdiğin sözü yerine getirerek beni koruman ve himâyene almandır” demektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, I, 85-86)

Allah’a sığınmak, yaratılandan Yaratan’a, halktan Hakk’a dönmektir. Her türlü iyiliği elde eedip her türlü kötülükten uzaklaşma kastıyla hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allah’a yöneliştir. Böyle bir şuurla yapılan istiâzede “Allah’a koşun!” (Zâriyât 51/50) âyetinin sırrı tecellî eder. Ayrıca istiâze, kulun Cenâb-ı Hakk’a yakın olabilmek için acizliğini anlamaktan başka yol olmadığını bilmesidir. Acziyeti hissetmek ise mânevî makamların sonuncusudur.

“Allah” lâfz-ı celâli kelime yapısı itibariyle türemiş değildir. Çünkü bu kelimenin aslına vakıf olmak ve ne mânaya geldiğini tam olarak bilmek mümkün değildir. Nitekim İmam Teftâzânî bu hususa işaret ederek “Akıl, Allah’ın zât ve sıfatını bilmede nasıl şaşkınlığa düşmüşse, O’na isim olan kelime hakkında da aynı şaşkınlığa düşmüştür. Allah kelimesi «İsim mi, sıfat mı? Türemiş mi, değil mi? Alem yâni özel isim mi, değil mi?» soruları kolayca cevap verilecek cinsten değildir” demektedir.

“Şeytan”, Allah’ın rahmetinden kovulup lânete uğradıktan sonra bu ismi almıştır. Şeytan lâfzından açıkça anlaşılan İblîs ve yardımcılarıdır. Ancak bunun insan ve cinlerden doğru yolu bırakıp sapıklığa düşenler hakkında kullanılan genel bir isim olduğu da bir gerçektir. Nitekim Allah Teâlâ: “İnsan ve cin şeytanları” (En‘âm 6/112) ifadesiyle buna işaret buyurmaktadır.

“Racîm”, lânete uğraması sırasında, melekler tarafından göğün katlarından atılarak kovulan şeytan demektir. Yahut göğe yükselmek isteyen şeytanın yıldız kayması şeklinde taşlanarak kovulmasıdır. Göğün katlarına yükselip Levh-ı Mahfûz’dan bilgi çalmaya yeltenmesi, şeytanın kötü sıfatlarından biridir. Kur’ân’da şeytanla ilgili daha bir çok kötü isim ve sıfat vardır. Bunlar içinde onun tüm kötülüklerini ifade eden kelime “racîm”dir. Çünkü “racîm” şeytanla ilgili tüm cezaları kapsar. Bu yüzden Kur’ân okumaya başlarken şeytanın isim ve özellikleri arasından bu vasfı hususi olarak seçilmiştir.

Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarına, fiillerine ve zâtına yapılabilecek istiâze olmak üzere üç çeşit istiâzeden söz etmek mümkündür. Bunlara işaret etmek üzere Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Allahım, senin öfkenden hoşnutluğuna, ceza vermenden affına, senden yine sana sığınırım.” (Müslim, Salât 222; Ebû Dâvûd, Vitr 5; Tirmizî, Da‘avat 112)

⚘ İstiâze yapan mü’min;

⚘ İnanç, amel ve bedenle ilgili bütün kötülüklerden,

⚘ Bütün haramlardan,

⚘ Hastalık, yangın, suda boğulma, fakirlik, körlük ve sakatlık gibi sayısız belâ ve musîbetlerden,

⚘ İnsan, cin ve hayvanlardan gelebilecek her türlü şerlerden,

⚘ Korkulacak her türlü âfet, belâ ve musibetlerden her şeye gücü yeten Allah’a sığınmış olur.

Gerçek istiâze, sadece sözle gerçekleşmez. İstiâzenin gerçekleşebilmesi için kalb, dil ve fiil uygunluğu gereklidir. Diliyle “Allah’a sığınıyorum” dediği halde hâli ve fiili ile şeytana sığınanın istiâzesi makbûl bir istiâze sayılmaz. Belki bu, nefs ile şeytanın günah ve azgınlıkta birbirleriyle işbirliği yapması olarak telakki edilebilir.

Bu bakımdan insanlar, ancak mânevî durumlarına göre istiâze yaparlar. Sıradan insanlar, mânasını anlamadan sadece sığınma cümlelerini tekrar eder dururlar. Âriflerin istiâzesi ise, Allah’tan başkasını görmemek, böylece birliğe erip çokluktan uzak durmaktır. Zaten şeytan, ârifin nûruna yaklaşamaz, hatta ondan kaçar. Ebû Said Harrâz (k.s.)’ın şu hali bunun en güzel bir misalidir: Hazret, rüyâsında İblîs’i görür ve ona elindeki asâyla vurmak ister. İblîs ise ona: “Yâ Ebâ Said, ben asâdan değil, ârifin kalb semâsında doğan mârifet güneşinin ışığından korkarım” der.

Hasan Basrî (k.s.): “Allah Teâlâ, kalp huzuruyla istiâzede bulunan kimse ile şeytan arasına üçyüz perde koyar. Her perdenin kalınlığı, yer ile gök arası kadardır” buyurur.

İstiâze yaparken göz önünde bulundurulması gereken bir kısım edep kaideleri vardır. Bunlara dikkat edilince elbetteki sığınma duygusunun insan üzerindeki etkisi daha fazla olacaktır:

❂ Allah’a sığınmada, yaratılmışlardan yaratana, mümkün varlıklardan varlığı kendinden olan Zât’a yükselme vardır. Kul muhtaç, Allah ise ganî ve müstağnîdir. Sığınan kul, Allah’ın bütün iyilikleri yaratmaya ve kötülükleri savmaya gücünün yeteceğine inanır ve bütün kalbiyle O’na yönelir.

❂ Sığınan kul, nefsinin acizliğini, Rabbin kudretini itiraf etmiş olur. Zira Allah’a yaklaşmanın en kestirme yolu acziyet ve gönül kırıklığıdır.

❂ Hayırlı ve sâlih ameller işlemek ancak şeytandan kaçmakla kolaylaşır. Bu kaçış da ancak Allah’a sığınmakla olur.

❂ Şeytan insanın apaçık düşmanı (Fatır 35/6), Rahman olan Allah ise insanın yaratıcısı, efendisi ve bütün işlerini düzenleyenidir. İnsanın düşmanından dostuna sığınması ne güzel bir davranıştır.

❂ Şeytanın vesvese verdiği işlerin en başında Kur’an okumak gelir. Zira Kur’an okuyan Allah’ın emirlerini hatırlar ve tutar, yasaklarından da kaçar. Bu hikmete dayalı olarak özellikle bilhassa Kur’ân-ı Kerîm okumaya başlarken istiâze çekilmesi istenmiştir.

❂ Mü’minin biri açık diğeri gizli iki düşmanı vardır. Açık düşmanı kâfirler, gizli düşmanı ise şeytandır. Kâfirlerle mücadelede savaş emri varken, şeytanla mücadelede ise istiâze emri vardır. Her iki cihadda da Allah mü’minin yardımcısıdır. Açık düşmanı tarafından öldürüldüğünde mü’min şehîd olur, gizli düşmanı tarafından öldürüldüğünde ise kişi Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılır. Bu sebeple gizli düşmanın şerrinden kaçınmak daha önceliklidir.

❂ Mü’minin kalbi en şerefli ve en temiz yeridir. Mü’min kalbini şeytanın her türlü vesvesesinden temiz tutmalı ve oraya Allah’ın mârifetini yerleştirmeli ki, Allah da âhirette en temiz ve en güzel yer olan cenneti ona nasip kılsın. Yani kul kalbini bütünüyle Allah’a adamalı ki, Allah da ona âhirette cenneti nasip kılsın. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, I, 81-83)

Unutmamak gerekir ki şeytan, insan tabiatına daha çok oburca yemek içmek yoluyla musallat olur. İnsan, yiyip içmeyi azaltıp oburluğu bıraktığı takdirde, midesinin ve nefsinin arzusunu önlemiş olur. O zaman şeytan ona nüfûz imkânı bulamaz. Onu etkileyemez.

Rivayete göre Nûh (a.s.) gemiden çıkınca İblîs’e sordu: “Ey Allah’ın düşmanı, kendilerini saptırıp helâke düşürmede sana ve askerlerine en çok yardımcı olan, insanların hangi huylarıdır?” İblîs şu karşılığı verdi: “Eğer bir insanda pintilik, hırs, hased, kibir ve acelecilik gibi huylardan biri varsa, biz onu helâk çukuruna yuvarlarız. Eğer bir kimsede sayılan bu kötü sıfatların hepsi toplanacak olursa böyle birine de: «Azgın şeytan» deriz. Çünkü bunlar, şeytanların liderlerinin özellikleridir.” (Bursevî, I, 6)

İşte biz, istiâze bereketiyle şeytanın bütün vesvese, tahrik ve kötülüklerinden Yüce Rabbimize sığınma fırsatı buluyor, peşinden okuyacağımız besmeleyle de yeryüzünde Allah’ın ismiyle ve Allah adına yapacağımız gerçek bir kullukla sorumluluğumuzu beyân ediyoruz:

BESMELE

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

“Besmele”, Kur’ân-ı Kerîm sûrelerini birbirinden ayırmak üzere gelmiştir. Hanefilere göre Fâtiha dâhil hiçbir sûreye ait olmayan müstakil bir âyettir. Neml sûresi 20. âyette yer alan besmele ise o âyetin bir bölümünü oluşturur. Besmele, Kur’ân’ın anahtarıdır. Teberrük olarak, yani bereketinden istifade etmek maksadıyla her sûreye onunla başlanmaktadır. Bu vesileyle Resûlullah (s.a.s.) her hayırlı işe besmele ile başlamamızı tavsiye buyurmakta, besmele ile başlanmayan işlerin neticesinin sonuçsuz kalacağını şöyle haber vermektedir:

“Besmeleyle başlanmayan her mühim işin sonu eksiktir.” (Ali el-Müttakî, I, 555, no: 2491)

Okuyuş sırasında besmele istiâzeden sonra gelir. Bunun hikmeti şu olabilir:

Bir mekanı süsleyip güzelleştirmeye başlamadan önce oradaki lüzumsuz ve zararlı şeyleri çıkarıp temizlemek gerekir. Bu kurala göre kalb de öncelikle istiâzeyle yaratıklara yönelmekten temizlenir. Bunlardan tümüyle uzaklaşıp arındıktan sonra besmeleyle Allah’a yönelir, mânen gelişip güzelleşir. (Bursevî, I, 6)

“Bismillâhirrahmânirrahîm” sözü, “Rahman Rahîm Allah’ın ismiyle” anlamını taşımaktadır. Dolayısıyla Kur’an okumaya başlarken besmele çeken mü’min, “Kur’an okumaya Allah’ın ismiyle başlıyorum” demiş olur. Diğer güzel ve hayırlı amellere başlarken çekilen besmele de, o işe Allah’ın ismiyle başlandığını gösterir.

Besmelede Yüce Rabbimizin üç güzel ism-i şerifi zikredilir. Bunlar Allah, Rahmân ve Rahîm isimleridir:

“Allah”, Yüce Rabbimizin en büyük ismidir. “Kendisine kulluk edilen en yüce zât, yegâne ilâh” demektir. Bu isim, Cenâb-ı Hakk’ın, Kur’ân-ı Kerîm’de ve diğer ilâhî kitaplarda geçen bütün isim ve sıfatların hepsini kendinde toplamıştır. Cemâl ve celâl sıfatlarının hepsini içine alır. Tercih edilen bir görüşe göre Allah ismi, İsm-i Âzam’dır.” (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb,I, 101)

“Rahmân”, rahmet kökündendir. Rahmet, sözlükte kalp inceliği ve şefkat anlamındadır. Anne rahmi de bu köktendir. Çünkü anne; rahminde taşıdığı yavruya karşı şefkat ve merhamet duyar. Burada rahmetten kastedilen, ikrâm ve ihsândır. Buna göre mâna: “Yaratıklarına rızık veren, onlardan belâ ve âfetleri uzaklaştıran, takvâsı sebebiyle takvâ sahibinin, günahı sebebiyle günahkârın rızkını artırıp eksiltmeyen, aksine herkese ve herşeye dilediği ölçüde rızık veren” demektir. Diğer bir tarifle: “Bütün yaratıklara rızıkları, hayatı devam ettirme vesileleri ve her türlü faydaları temin hususunda rahmeti yaygın olan rahmet sahibi demektir. Rahmeti, mü’min ya da kâfir, iyi veya kötü herkesi kuşatandır.” (Beyhakî, Kitâbu Esmâ ve Sıfât, s. 52)

“Rahîm”; acıyan, esirgeyen, istendiğinde veren, istenmediğinde öfkelenendir. İnsanoğlu kendisinden bir şey istendiğinde öfkelenir. Allah Teâlâ ise, istenmediği zaman öfkelenir. Zira rahmet, kendisinin zâtî sıfatı olup Allah’ın iyiliği ulaştırmayı, kötülüğü uzaklaştırmayı istemesidir. Allah’ın kullarına en büyük rahmeti, onları yaratmak suretiyle varlık nimetini onlara ulaştırması, yokluğun kötülüğünü de onlardan uzaklaştırmasıdır. Zira yok iken varolmak, en büyük iyilik ve benzersiz bir nimettir.

Kur’ân-ı Kerîm’deki kullanışlarına baktığımız zaman Rahman’a, “rahmetle sıfatlanmış olan”, Rahîm’e ise “rahmetiyle merhamet edici olan” mânası verilebilir. İbn Abbas (r.a.) şöyle der: “Rahmân, refîk olan, Rahîm ise yaratıklarını rızıklandırmakla şefkatini gösterendir.” (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, I, 161)

Besmelenin faziletiyle ilgili şöyle bir kıssa anlatılır:

Rum meliki Kayser, Hz. Ömer’e şöyle bir mektup yazdı: “Başımda dinmek bilmeyen bir ağrı var. Eğer bildiğiniz bir ilacı varsa lütfen bana gönderin. Çünkü gittiğim hiçbir doktor, derdime bir çare bulamadı.” Mektubu alan Ömer (r.a.) Kayser’e bir başlık gönderdi. Kayser bunu giyince ağrısı kesiliyor, çıkardığında yeniden başlıyordu. Merak etti: “Acaba bu başlıkta ne vardı ki ağrısını dindiriyordu.” Başlığı çıkarıp iyice kontrol edince üzerinde besmele yazılı bir kâğıt buldu.

Nakledildiğine göre sâlih zâtlardan biri, bir kağıda “Bismillahirrahmanirrahîm” diye yazmış, öldüğünde bu kağıdı kefeninin içine koymalarını yakınlarına vasiyet etmişti. “Bunun sana ne faydası olacak” diye sorduklarında ise şu cevabı vermişti:

“Kıyamet günü Rabbimin huzuruna varınca, «İlâhî! Sen bize bir kitap gönderdin, bu kitabın açılış sözünü ve başlığını da “Bismillahirrahmanirrahîm” yaptın. Şimdi senden bana o yüce kitabının başlığına ve orada zikrettiğin Rahmân ve Rahîm gibi sonsuz rahmet sıfatlarının gereğine göre davranmanı istiyorum» diyeceğim.” (Ayıntâbî, I, 13-14)

Besmeleyi bu iman ve anlayış içinde okuyan her müslüman, Allah’ın sınırsız merhametinden faydalanmak için O’nun kâinata serdiği sayısız nimetlere bakarak bütün bunların kendi istifadesine hizmet etmesi için insanın bilgiyle donanmış, tecrübelerle zırhlanmış olması gerektiğini anlar. Bütün insan bilgisinin Allah’ın rahmanlığından bir zerre olduğunu ve kendisinin bu zerredeki sayısız feyiz ve bereketlerden faydalanmaktan başka bir şey yapamayacağını farkeder. Allah’ın rahmanlığına sığınarak bu sayısız feyiz ve bereketlerden nasip almayı diler. Sonra kendisinin bütün çalışma ve gayretlerinin de ancak Allah’ın rahimliği sayesinde yeni ufuklar açmaya yardım ettiğini kavrayarak, bu ikramların yegane kaynağı olan Allah’ı zikretmiş olur.

Kur’ân-ı Kerîm’in başında kullarına nihayetsiz rahmet sahibi olduğunu ilân eden, bu vesileyle onlara da merhametli olmayı tavsiye buyuran Allah Teâlâ, insanlık âlemine en büyük rahmet tecellisi olarak lütfettiği kitâbını Fâtiha sûresiyle açarak buyuruyor ki:

2. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.

Fâtiha sûresi baştan sona bir duadan ibarettir. Kul bu sûreyi okuyarak Rabbine yalvarır, O’na istek ve ihtiyaçlarını arz eder. Fakat kulun bu isteklerini dile getirirken güzel bir girizgâhla söze başlaması gerekir. En güzel girizgâh ise, sınırsız kudreti karşısında boyun büküp el açarak yalvardığı zâtın yüceliğini, güzelliğini ve nimetlerini dile getirmektir. Bu sebeple Fâtiha sûresi, “Elhamdülillâh” diyerek âlemlerin Rabbi Allah’a hamdle başlar. Bu dua, kulun Allah’ın yüceliğini kabul ettiğini ve O’nun lütfettiği sayısız nimetlere şükrettiğini gösteren büyük bir tâzim ifadesidir. Bu bakımdan cennetliklerin en son duası da “Elhamdülillâh” olacaktır. (bk. Yûnus 10/10) Zira bu dua, hamd muhtevasına girebilecek bütün övgü, senâ ve yüceltmelerin gerçek mânada sadece Allah’a mahsus olduğunu bildirmektedir.

اَلْحَمْدُ (hamd); sözlükte övmek, senâ etmek, şükretmek ve methetmek gibi mânaları içine alır. Fakat tarif edildiklerinde bu kelimeler arasında bir kısım anlam farklarının bulunduğu görülür.

“Hamd”; hür iradesiyle verdiği nimetler ve yaptığı iyilikler karşılığında birini övmek, bütün iyiliklerin sahibi olması sebebiyle de ona gönülden teşekkür etmektir. Yani birinin hamde layık olması için, yaptığı iyilik ve güzelliklerin rastgele değil, irade ve istekle hâsıl olması gerekir. Hamd ederken, hamdettiğimiz varlığın iyilik ve nimetlerinin bize ulaşıp ulaşmaması önemli değildir. Önemli olan o şahsın böyle bir hamde liyakatidir. Dolayısıyla Allah’a hamd; Cenâb-ı Hakk’ın fiillerini ve eserlerini görüp O’nu yüceltmek, kemâli karşısında hayretlere düşüp hayranlık secdesine kapanmak, cemâli karşısında sevgiyle coşup taşmak ve sonsuz lutufları karşısında yüzü yerlere sürmektir.

Hamd; söz, fiil ve hâl ile olur. Sözlü hamd, dille yapılan övgüdür. Hak Teâlâ’yı, kendini övdüğü ve nasıl övülmek istiyorsa o şekilde senâ etmektir. Fiille hamd, Allah’ın rızâsını umup O’nun yüce katına yönelerek ibâdet, hayır ve hasenat kabilinden bedenî amelleri yerine getirmektir. Bu da ancak her azanın yaratılış hikmetine uygun biçimde kullanılmasıyla mümkün olur. Halle hamd ise kalbî duygularla gerçekleşir; ilmî ve amelî olgunlukla bezenmek ve üstün ahlâkî vasıflarla donanmak sûretiyle kazanılır.

“Şükür”, bize ihsan edilen nimetlerin ve iyiliklerin sahibine yapılan teşekkürdür. Bu, yalnız nimete karşı olur. Hamdde olduğu gibi şükür de hem dil, hem fiil hem de kalple yapılır. “Sana şükürler olsun Rabbim” demek dille, “namaz kılmak” fiille, Cenâb-ı Hakk’ın nimetleri karşısında eziklik duyarak kalbin teşekkür hissiyle dolması ise kalple şükre örnek teşkil eder. Her şeyin şükrü kendi cinsinden olur. Maddi imkânlarımızı Allah yolunda harcamak da en güzel şükürdür.

“Medih” de bir iyilik ve güzellik karşısında yapılır. Fakat hamdde olduğu gibi, sahibinin bu iyilik ve güzelliklerde iradesinin ve tesirinin olup olmaması şart değildir. Örneğin kişi, boyunun uzunluğu, yüzünün güzelliği gibi kendi iradesinin eseri olmayan meziyetleri sebebiyle övülebildiği gibi, cömertlik, fedakârlık, şecâat ve cesareti gibi iradesiyle sahip olduğu faziletleri sebebiyle de övülebilir.

Görüldüğü üzere hamdin sebebi, sadece hamd edene ulaşan nimet ve ihsanlar değil, hamde layık olan varlığın irade ve ihtiyara dayalı bütün güzellikleri, ihsanları ve iyilikleridir. Bu mânada hamd, yalnız Allah Teâlâ’ya mahsustur. Çünkü bütün iyilik ve güzellikleri yoktan yaratan sadece O’dur. Hür iradesiyle bunları var etmiştir. Başkalarına ait iyilik ve güzelliklerin de yaratıcısı O’dur. İnsanların kendi isteklerine bağlı iyilik ve güzelliklerde de Allah’ın mutlak iradesinin tecellileri vardır. Onların irade ve isteklerine bağlı olmayan her türlü iyilik ve güzellikler ise zaten doğrudan doğruya Allah Teâlâ’nın yaratma kudretinin eseridir. O halde bu mânada hamdin tamamı Allah’a mahsustur. Bu kabul ve tasdik, Allah’tan başka ibâdete layık hiçbir varlığın olmadığını gösterir. Mahlukattan hiçbiri gerçek mânada hamde lâyık olmadığı için, ibâdete de lâyık değildir. Hamde layık olan Allah, aynı zamanda ibâdete de layık olan yegâne varlıktır.

Allah’a hamdin faziletine dair pek çok rivayet bulunmaktadır. Bunlardan ikisi şöyledir:

Resûlullah (s.a.s.) buyurur: “Allah’ın kullarından birisi, يَا رَبِّ! لَكَ الْحَمْدُ كَمَا يَنْبَغ۪ي لِجَلاَلِ وَجْهِكَ وَلِعَظ۪يمِ سُلْطَانِكَ «Rabbim, zâtının yüceliğine, saltanatının büyüklüğüne yakışacak şekilde sana hamd ederim» dedi. Yazıcı meleklere bunun sevabını yazmak zor geldi. Bunu nasıl yazacaklarını bilemediler. Göğe çıktılar ve: «Rabbimiz, senin kulun öyle bir söz söyledi ki onun sevabını nasıl yazacağımızı bilemiyoruz», dediler. Azîz ve celîl olan Allah kulunun ne söylediğini daha iyi bildiği halde: «Kulum ne dedi?» diye sordu. Melekler onun hamd sözünü tekrar ettiler. Bunun üzerine Yüce Allah o iki meleğe: «Kulumun sözünü, söylediği şekilde yazınız. Bana kavuştuğunda o sözün karşılığını ona ben vereceğim» buyurdu.” (İbn Mâce, Edeb 55)

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Temizlik imanın yarısıdır, «Elhamdülillâh» demek mizanı doldurur. «Sübhânellahi ve’l-hamdülillahi» demek de gök ile yer ara­sını sevapla doldurur.” (Müslim, Tahâret 1)

Çünkü kul, “Elhamdulillâh” dediğinde Allah Teâlâ’nın kendisine dayanılan; korku, hayret ve dehşette kalındığında kendisine sığınılan, muhtaç olunca kendisine el açılan ve sadece kendisine ibâdet edilen bir Rab olduğunu ilân etmekte, O’ndan başka varlıkları ise bu makamın dışında tutmaktadır. O’nun bütün yüceliklerin sahibi tek ilâh, kendisinin ise ilâhî huzurda boyun bükmüş aciz, çaresiz, zayıf ve muhtaç bir kul olduğunu kabul etmektedir. Dolayısıyla bu duada, kulun Allah’a tam bir iman, yöneliş, teslimiyet ve tevekkülü vardır.

Gerçekten de Cenâb-ı Hak, bütün hamdlere layıktır. Çünkü O, Allah’tır. Bütün kemâl sıfatlarının sahibidir. Yine “O, âlemlerin Rabbidir.” (Fâtiha 1/1) “Rabb”, “terbiye eden” mânasına gelir. Terbiye ise, bir şeyi adım adım geliştirmek, tedrîcî olarak kemâline erdirmek demektir. Yani terbiyede, bir şeyi en iptidai durumundan alarak en mükemmel noktasına ulaştırmak mânası vardır. Şâirin şu beyti, terbiye işini adeta başından sonuna özetler gibidir:

“Bir katre âbe düşse eder kesb-i dâire

Her nokta müstaidd-i kabul-i kemâl olur.” (Nüzhet, Rıdvân Paşazâde)

“Bir yağmur damlası suya düştüğü vakit suyun yüzünde nasıl gittikçe büyüyüp genişleyen dâireler meydana getirirse, yeryüzünde nokta kadar önemsiz gördüğümüz herhangi bir şey veya herhangi bir canlı da gelişip olgunlaşmaya böyle istidatlıdır. Önemli olan, bu istidâdı keşfedip o gelişmeyi sağlayabilmektir.”

Âyet-i kerîmede اَلرَّبُّ (rab) kelimesi, “mürebbî: terbiye edici” anlamında kullanılmıştır. Rabb, Arapça’da “itaat olunan efendi, işleri yoluna koyan kimse, bir şeyin maliki, sahibi” gibi anlamlara gelir. İslâm’la birlikte “Benzeri olmayan efendi, verdiği nimetleriyle yaratıklarını terbiye eden, onların durumunu idare eden, düzelten, yaratma ve emretme yetkisine sahip olan” gibi mânalar kazanmıştır. Mürebbi yerine “Rabb” kelimesinin kullanılması ise; hükümranlık, yardım, yönetme, doğru olana ulaştırma, istediği şekilde tasarrufta bulunma, emretme, yasaklama, özendirme, korkutma, ödüllendirme ve cezalandırma gibi terbiyenin bütün gereklerine sahip, kuvvetli ve mükemmel bir mürebbi anlamına işaret eder. Yani Allah, terbiye fiilini en iyi ve en mükemmel mânasıyla gerçekleştiren varlık demektir.

الْعَالَم۪ينَ (âlemîn), “âlem” kelimesinin çoğulu olarak “âlemler” mânasına gelir. “Âlem”, “ilim” veya “alâmet”ten gelir. “İlim” kökünden geldiği düşünüldüğünde ve kullanılan sîga dikkate alındığında âlemler; melekler, cinler ve insanlar gibi akıl sahibi varlıkları ifade eder. “Alâmet”ten gelmesi durumunda ise, kendini yaratanın varlığına ve birliğine işaret eden bir nişâne demektir. Buna göre “âlemîn”den, Cenâb-ı Hakk’ın bildiği görülebilen ve görülemeyen, sayısız ve sınırsız bütün âlemler kastedilir. Allah’ın dışındaki her şey demektir. Zira zerreler âleminden yıldızlar âlemine kadar cansızlar, bitkiler, hayvanlar, cinler, melekler ve ruhlar âlemi gibi bütün âlemler, Allah Teâlâ’nın varlığına mühim birer alâmet ve kuvvetli birer delildir.

İşte Allah Teâlâ, bütün bu âlemleri var eden, iptidai hallerinden alarak adım adım olgunluğa erdiren, her türlü ihtiyaçlarını karşılayan ve işlerini idare edendir. Yokluk karanlığından varlık aydınlığına geçen bütün mahlukâtı terbiye eden Cenâb-ı Hak’tır. Her varlık bizzat Yüce Rabbimiz tarafından kendi fıtrat sınırları içinde terbiye edilmektedir. Bu ilâhî terbiye çerçevesi dışına çıkan bir yaratığın olması mümkün değildir. Bu muazzam, ince ve son derece şumüllü terbiyenin yegâne sahibi Allah’tır. Mülk ve melekût âleminde, uçsuz bucaksız kâinatın her bir safha ve sahifesinde terbiye nâmına ne lazım geliyorsa istisnâsız hepsini yapan O’dur. İnsanı terbiye eden de O’dur. Onu yoktan yaratan, büyüyüp gelişmesi için her türlü imkânı var eden, ihtiyaçlarını karşılayan, bedenî, ruhî ve aklî kemâline yönlendiren Hak Teâlâ’dır. Ona kitap ve peygamberler göndererek, gereğini yerine getirmek şartıyla fıtratını kemale erdireceği nizamı öğreten de yine O’dur.

Allah, bütün hamdlere layıktır. Çünkü:

3. O, Rahmân ve Rahîm’dir.

Allah sonsuz merhamet sahibidir. İki güzel isim birlikte âdeta, “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A‘râf 7/156) mânasını tefsir ve teyid etmektedirler. Daha çok celâl tecellisi ifade eden Allah ve Rab isminden sonra, bu iki isim Allah’ın cemâlini hatırlatmakta ve kulu yaratıcısı karşısında korku ile ümit arasında tutmaktadır. Terhib yani korkutmadan sonra terğib yani teşvik mânası taşımaktadır.

Diğer bir açıdan Rahmân ve Rahîm isminde terbiyenin iki mühim esasına işaret edilmektedir. Bunlardan biri faydalı olanları celbetmek, diğeri ise zararlı olanları defetmektir. Rezzâk yani bol bol rızık veren mânasına da gelen Rahmân birinci esasa, Gaffâr yani hataları bağışlayan mânasını da taşıyan Rahîm ise ikinci esasa işaret eder.

Allah’ın rahmet sıfatını zikrederek dua edenin, duasına icâbet edileceğini Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle haber verir:

“Allah Teâlâ’nın, يَا أَرْحَمَ الرَّاحِم۪ينَ diyerek dua eden kuluna vekil kıldığı iki melek vardır. Bunu üç kez tekrar edene melek: «Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah seni dinliyor, dilediğini iste!» der.” (Hâkim, el-Müstedrek, I, 728-729)

Yine Allah, bütün hamdlere layıktır. Çünkü:

4. O, hesap ve ceza gününün tek sahibidir.

الدّ۪ينُ (din) kelimesi, pek çok mâna ifade etmekle birlikte burada “hesap ve ceza” anlamındadır. مَالِك (mâlik) kelimesi ise مَلِك (melik) olarak da okunmuştur. “Milk” kelimesinden gelen “mâlik”, “mala sahip olan ve onun üzerinde istediği gibi tasarruf eden” demektir. “Mülk” kelimesinden türeyen “melik” ise “hükümdar, padişah, devlet reisi, devletin işlerini yürütüp yöneten” mânasına gelir. Her iki kelimede de “kuvvet” anlamı vardır. Allah Teâlâ, zâtını hem mâlik hem de melik olarak vasıflandırmaktadır. (bk. Âl-i İmrân 3/26; Mü’minûn 23/116) O, bütün kâinatın gerçek sahibi, mâliki, aynı zamanda padişahıdır. Özellikle de burada ifade edildiği üzere amellerin hesabının görülüp karşılığının verildiği kıyâmet gününün hem gerçek sahibi, hem de hükümdarıdır.

اليَوْمُ (yevm), gün demektir. Tan yerinin ağarmasından itibaren güneşin batışına kadar olan vakittir. Burada “din”e izafe edilerek, kıyametin başlangıcı ile, cennet ve cehennemliklerin her birinin yerlerine varacakları vakte kadarki zaman için kullanılmıştır.

“Din” sözlük anlamı olarak “bir işin karşılığı, muhasebe, yargı, hüküm, siyaset, adet, hal, şeriat, itaat” gibi mânalara gelir. Burada daha çok “bir işin karşılığı, ceza ve muhasebe” mânası kastedilmektedir. “O gün Allah onlara hak ettikleri cezayı eksiksiz verecek…” (Nûr 24/25) ayetinde din bu mânada kullanılmıştır.

Cenâb-ı Hak, bütün zamanlarda ve zeminlerde, kıyametten önce ve sonra yegâne mâlik ve meliktir. Buna rağmen âyet-i kerîmede O’nun mâlikliği ve melikliği özellikle hesap günü olan kıyamet gününe tahsis edilmiştir. Şüphesiz bunun pek mühim sebep ve hikmetleri bulunmaktadır:

Öncelikle bütün dikkatleri hesaba çevirmekte ve kıyamet gününün zorluğu, şiddet ve dehşetiyle yürekleri titretmektedir. Geçici hayattan maksadın ne olduğuna işaret ederek, insanlığın önündeki en büyük hedefi netleştirmektedir. Hesap gününün ehemmiyetini gözler önüne sermektedir. Allah’ın rahmetine güvenip şeytana aldanarak o günde perişan olmamayı öğütlemektedir. Daha da ötesi, ilâhî rahmetin ve ebedî nimetin tam mânasıyla tecelli edeceği saadet-i ebediyeyi temine teşvik etmektedir.

İkinci olarak dünya hayatında kullara ait bir kısım geçici mâlikiyet ve melikiyet söz konusu olabilir. Bunlara aldanılmamalıdır. Zira hesap günü bunlar zahiri bakımdan da ortadan kalkacaktır. Asılsız görüntüler yok olacak, Allah’ın mâlikiyet ve melikiyeti tam olarak ortaya çıkacaktır.

Üçüncü olarak “din günü”nün bir mânası da “dinin dünyada emrettiklerinin akıbeti ve âhiret ahvaliyle ilgili verdiği haberlerin açıktan açığa ortaya çıkacağı gün”dür. Biz dünya hayatında inanılması emredilen hususlara iman ediyoruz. Dinin ibâdet, muamelât ve ahlâka dair hükümlerini yerine getirmeye çalışıyoruz. İşte bütün bu inandıklarımız ve yaptıklarımız, orada hakiki mâna ve mâhiyetiyle zuhur edecektir. Kısacası ayet ve hadislerde âhirete ait haber verilen hakikatlerin hepsi tahakkuk edecektir. O günün tek hükümdarı, sahibi ve yegâne yöneticisi olan Allah, dilediği gibi davranacak, kullarını hesaba çekecek, iyilere iyiliklerinin ve kötülere de kötülüklerinin karşılığını verecektir. Allah’tan başka kimsenin bir söz hakkı olamayacaktır. Şu âyet-i kerîmeler bu mânada “din gününü” ne güzel tarif etmektedir:

“Rasûlüm! Hesap ve ceza gününün ne olduğunu sen bilir misin? Sonra bilir misin sen, nedir o hesap ve ceza günü? O, kimsenin kimseye faydası olmayacağı bir gündür. O gün bütün emir, hüküm ve yetki yalnız Allah’ındır!” (İnfitâr 82/17-19)

Cenâb-ı Hakk’ın bazı sıfatları ile alakalı yapılan bu açıklamalar, O’nun bir taraftan hamde, diğer taraftan kulluk edilmeye layık ne kadar büyük bir zât, Hâlık-i Zülcelâl olduğunu izah etmektedir. Dolayısıyla bu hakikati okuyan, duyan ve idrak eden kulların kalbinde Allah Teâlâ’ya ibâdet, dua ve niyaz için bir aşk, şevk ve heyecan oluşmaktadır. İmanın hakikatine ve kulluğun zevkine eren gönüller hep birlikte aynı dilden şöyle demektedirler:

5. Rabbimiz! Sadece sana kulluk eder ve sadece senden yardım isteriz.

Kulluk edilecek ve yardım istenecek tek varlık Allah’tır. Çünkü kulun ibâdetini kabul buyuracak ve istediklerini yapabilecek güç ve kuvvet sadece Allah’a aittir. Zaten sûrenin buraya kadar olan kısmı da bu gerçeği ifade etmektedir. Kullar bu hitapla, her şeyi işiten, her şeyi bilen tek merci olan Allah’a yönelmekte ve böylece tevhidin hakikati ortaya çıkmaktadır.

Şâir diyor ki:

“Mazhar-i feyz-i ubûdiyet olandır insan

Yoksa ma’nîde kişi şekl ile insan olmaz.” Gâlib, Lefkoçyalı Mustafa)

“Ancak, Allah Teâlâ’ya kulluğunu idrâk edip o istikâmette bir hayat sürebilenler insan mertebesine ulaşır. Yoksa kişi Sadece şekil ve sûretiyle insan olamaz.”

Âyette söz konusu edilen اَلْعِبَادَةُ (ibâdet) kelimesi “abede”, “ubûdet” ve “ubûdiyet” köklerinden gelir. “Abede”, bir işi azim ve istekle yapmaktır. “Ubûdet”, tevâzu göstermek, yüzü yerlere sürmek demektir. “Ubûdiyet” ise kulun tanıdığı Rabbine düzenli olarak, belli şartlar çerçevesinde kulluk yapması, boyun büküp tâzimde bulunmasıdır. Dolayısıyla “ibâdet”; itaat ve zilletle, hudu’ ve huşu’ içinde büyük bir azim ve ısrarla boyun eğmek demektir. İbadet Allah’ın razı olduğu şeyi yapmak, ubudiyet ise Allah’ın yaptığına razı olmak şeklinde de tarif edilmiştir.

Şeriat dilinde ibâdet; hâlis bir niyetle, mükâfatını bekleyerek, Allah’a yakınlaşmayı arzu ederek Cenâb-ı Hakk’ın istediği tarzda kulluğu ifa etmektir. İnsanın ruh ve bedeni, dış ve iç âlemiyle yani bütün varlığıyla yalnız Allah için yaptığı şuurlu bir itaat ve yakınlıktır. Görüldüğü gibi bunda ilk önce niyet şarttır. Niyet ise yapılacak işin ifa edilmesinde ancak Allah’a itaat ve yaklaşmayı kastetmek demek olan yeni bir istektir. “Azmetmek” bir işi yapmadan önce, “kastetmek” yapmakla beraber olduğu gibi “niyet” de niyet edilen şeyi bilmekle beraber onu yapmaya bitişiktir. Hem bilgi hem de isteği ihtiva eden bu tam şuur hali, ruh ve kalbin işidir. İkinci olarak, bir amelin ibâdet olması için Allah katında itaat olarak kabul edilen bir amel ortaya koymak gerekir. Yoksa yalnız bir şeyi yapmayı istemek, düşünmek ve hatıra getirmek gibi iç duygularla ilgili ameller, itaat ve yakınlığa sebep olsa da ibâdet sayılamaz. Aynı şekilde niyet edilmeden yapılan ameller de ne olursa olsun ibâdetin şümûlüne giremez. (Elmalılı, Hak Dini, I, 96)

اَلْلإسْتِعَانَةُ “İstiâne”, yardım talep etmektir. Bütün hayırlı işlerde başarılı olmamız, ibâdetlerimizi ihlasla ve kolaylıkla yapabilmemiz ve karşılaştığımız bütün zorlukların üstesinden gelebilmemiz için Allah’tan yardım dileriz. Kul yardım isteyecek, Allah da kuluna yardım edecektir. Allah’ın yardımı iki türlüdür. Birincisi zaruri olan, ikincisi zaruri olmayandır. Zaruri olan, rahmetinin bir tecellisi olarak bizi yaratan Allah’ın, mâhiyetimize emanet ettiği ve yaşamamızı mümkün kılan alet ve edevat kısmından sayılacak hususlardır. Bunlar el, ayak, göz, kulak, akıl ve idrak gibi şeylerdir. Mesela biz gözümüzle görür, gözlerimizin aldığı mânaları fikir laboratuarında değerlendirir, bunlarla adeta bal yapıyor gibi mârifet petekleri oluşturmaya çalışırız. Bunu ise kalp ve beyin yapar. Fakat Rabbimiz önceden kalp ve kafamıza bu fakülteleri yerleştirmiş, mekanizmalar arasında hassas bir münasebetler zinciri tesis etmiş ve her şeyiyle işleyen mükemmel bir fabrika haline getirmiştir. Bunlardan bir tanesi eksik veya arızâlı olsa insan, istenilen şeyleri tam olarak yapamaz. Zaruri olmayan yardımı ise, bu temel yardıma ilave olarak Allah’ın kulunu melekleri ile teyid etmesi, ona rahmeti ile hayır yollarını göstermesi ve Hâdi ismiyle imdadına yetişmesidir. İşte biz yaptığımız bütün işlerimizi, Allah’ın bu şekilde yardım etmesiyle yaparız. Onun için sadece Allah’tan yardım dileriz. Zira kuvvetin ve kudretin olduğu gibi, yardımın da yegâne kaynağı Yüce Rabbimizdir.

Allah’a ibâdetimizi ve yardım talebimizi arzederken “yalnızca sana”, “yalnızca senden” diyerek, Rabbimizi sözümüzün başına alıyoruz. Böylece bütün varlığımızla masivâdan uzaklaşıp Allah’a yöneliyoruz. Uzaktan yakına, gaybetten hitaba geçerek, sanki Allah’ı görürcesine bir kulluk ve ihsan kıvamı elde ediyoruz. Rabbimizi tâzim ve O’na verdiğimiz ehemmiyeti ilân ediyoruz. Sadece O’na kulluk edeceğimizi, O’ndan başkasına kulluk etmeyeceğimizi beyân ediyoruz. Dolayısıyla kul ibâdet ederken, her şeyden önce Rabbine yönelmeli, dikkat nazarlarını O’na tahsis etmeli, sonra ibâdetini yapmalıdır. Yaptığı ibâdetin, Rabbine kuvvetli ve şerefli bir bağlılık ve Allah ile kendi arasında kıymetli bir vuslat vesilesi olduğu şuuruna ermelidir.

Ayette önce ibâdet, sonra yardım talebi dile getirilmiştir. Çünkü kulluk, ilâhî yardımın gelmesine sebeptir. Nitekim “Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım isteyin! Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir” (Bakara 2/153) buyrularak bu gerçeğe vurgu yapılmaktadır. Dolayısıyla ihtiyaç beyânından önce, ona vesile olacak şeyi zikretmek talebin karşılanmasını kolaylaştıracaktır. Ayrıca, Allah’ın yardımı olmadan hiçbir şey yapılamayacağı gibi, kulun ibâdete de güç yetirmesi mümkün değildir. Bunun farkında olan mü’min, yaptığı ibâdetten nefsine pay çıkarmayacak, gururlanmayacak, böylece ibâdetini ihlasla yapma imkânı bulacaktır.

Burada “ben ibâdet ediyorum, ben yardım diliyorum” şeklinde değil de “biz ibâdet ediyoruz, biz yardım diliyoruz” şeklinde çoğul sîgası kullanılmıştır. Bunun ifade ettiği hikmetlerden bir kısmı şöyledir:

› Mü’minler kardeştirler; bir bütünün parçalarıdırlar. Dolayısıyla birbirlerine kardeşçe muamele etmeli ve “ben” değil “biz” şuuruyla hareket etmelidirler. İslâm dininin emrettiği çerçeve içinde fert ve toplum arasındaki dengeyi kurmalı ve korumalıdırlar. Mü’minleri ve İslâm toplumunu birbirine bağlayan en önemli bağ, bir Allah’a iman ve O’na kulluktur. Bu kulluk, bir cemaat neşvesi içinde yapılacaktır. Dolayısıyla burada cemaatle ibâdete, özellikle cemaatle namaza dikkat çekilmektedir.

› Ayette “biz” sözüyle üç guruba işaret edilmiş olabilir. Birincisi insan vücudundaki bütün azalar ve hücrelerdir. Dil onların hepsi adına konuşur ve “biz” der. İkincisi tevhid ve iman ehli bütün fertlerdir. Üçüncüsü kâinatın ihtiva ettiği bütün mevcudattır. Mü’min, bütün bu sayılanlar nâmına, hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında kulluk eder ve secdelere kapanır. (Bedîuzzaman, İşâratü’l-İ‘câz, s. 21)

Mü’min, ihlasla ibâdetini yapıp yardım talep edince âlemlerin Rabbi, adeta “Ey kulum, sana nasıl yardım edeyim, hangi hususta yardım istersin?” buyurur. Onlar da şöyle derler:

6. Bizi dosdoğru yola eriştir;

Evet, Rabbimizden en büyük niyazımız bizi sırat-ı müstakîme, en doğru yola ulaştırmasıdır.

Ayette geçen اِهْدِنَا (ihdinâ) kelimesi “bize hidâyet et” mânasına gelir. “Hidâyet”, istenilen hedefe ulaştıracak şeye lutuf, letâfet ve nezaketle kılavuzluk etmektir. Bu kılavuzluk, yolu sadece göstermek veya yola götürüvermek ve hatta sonuna kadar götürmek şekillerinden biriyle gerçekleşebilir. Birincisine açıklayıcı kılavuzluk veya irşat, ikinciye ulaştırıcı kılavuzluk veya tevfîk denilir. Bu kılavuzlukta lutuf ve letâfet esastır. Lutuftan maksat, sertlik ve şiddetin karşılıtı olan tatlılık ve yumuşak huyluluktur. Letâfetten maksat ise nezâket ve inceliktir. Hidâyet yalnız, iyiliğe yöneliktir. Mesela hırsıza hırsızlık için yol göstermeye, rehberlik etmeye hidâyet denilmez. Dolayısıyla hidâyet her istenilen şeye mutlaka rehberlik etmek değil, irşat gibi maksadında iyilik, yapılış şeklinde de iyilik ve incelik bulunan bir rehberliktir.

Kur’ân-ı Kerîm’in beyânına göre Allah’ın kula hidâyeti beş kademede gerçekleşmektedir:

Birincisi, Allah’ın akıl ve sorumluluk sahibi varlıklara kabiliyetleri nispetinde akıl, anlayış ve gerekli bilgileri vermesidir. Bunların dışındaki yaratıkların da varlıklarını sürdürmek için gerekli yaşama şartlarını ve vesilelerini var etmesidir. “Rabbimiz, her şeye yaratılışındaki temel özellikleri veren, sonra onu yaratılış gâyesine uygun biçimde yola koyan Allah’tır” (Tâhâ 20/50) ayeti bu mânayı ifade eder.

› İkincisi, Cenâb-ı Hakk’ın, insanları peygamberlerinin lisanıyla davet ettiği hidâyettir. “Biz o peygamberleri, emrimizle insanlara doğru yolu gösteren önderler yaptık.” (Enbiyâ 21/73) ayeti bunu anlatır.

› Üçüncüsü, peygamberlerle gönderilen bu hidâyeti kabul edenlere Rabbimizin ikram ettiği tevfik hidâyetidir. “Doğru yola uyanlara gelince, Allah onların iman ve hidâyetlerini artırır” (Muhammed 47/17) ayeti bu mânadadır.

› Dördüncüsü Allah’ın mü’minleri âhirette cennetin yoluna hidâyet etmesidir. “Bizi bu cennete eriştiren Allah’a hamdolsun! Eğer Allah bize doğru yolu göstermeseydi biz kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık” (A‘râf 7/43) âyeti de bu mânaya işaret etmektedir. Bu mertebelerden bir sonraki bir öncekini gerektirir ve ona terettüp eder. (Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, hidâyet md.)

› Beşincisi ise vahiy, ilham veya sâdık rüyalar gibi olağanüstü yollarla kalplere sırları keşfetmek ve eşyanın hakikatini göstermektir ki bu hususi hidâyettir. Bilhassa peygamberler ve velilerde meydana gelir. Bu tarz hidâyetin yolları, harikulâde yollardır. Az da olsa her ferdin bundan bir nasibi vardır.

İşte biz “hidâyet ver” duamızla Rabbimizden bütün bu güzellikleri istemekteyiz. Bunlar içinde de hususiyle “sırat-ı müstakîm”e ulaştırmasını niyaz etmekteyiz. “Sırât-ı müstakîm”, kelime olarak “eğriliği ve sapması olmayan dosdoğru yol” demektir. Bundan maksat, yegâne hak din olan İslâm dinidir. Burada asıl maksada ulaştıracak olan vesîle, maksat olarak ifade buyrulmuştur. Çünkü asıl maksat Hak Teâlâ’nın rızâsıdır. Din ise o maksada götüren vesiledir, yoldur. Bu sebeple ona sırat-ı müstakîm denilmiştir. “Sırat” kelimesinde “inişli çıkışlı, bazan dar bazan geniş, aşması zor yol” mânası da vardır. Bu tarifiyle o, inişi çıkışıyla, bazan dar bazan geniş keyfiyetiyle Allah’ın rızâsına giden ve geçilmesi zor olan bir yolu; diğer taraftan cehennem üzerine kurulan ve insanların cennete girmek için muhakkak üzerinden geçmeleri gereken sıratı hatırlatmaktadır. Mekandan münezzeh olan Allah Teâlâ, kulun cennete varması ve cemâline ermesi için bu yolda yürümesini ve bu köprüyü geçmesini istemektedir.

İslâm dini, insan fıtratının gereği olan her hususta ifrat ve tefritten uzak itidal halini tavsiye etmektedir. Mesela insanda akıl kuvveti vardır. Bunun tefriti ahmaklık, ifratı ise cerbeze olup hakkı bâtıl bâtılı hak gösterecek derecede aşırı bir zekâdır. Bunun ortası ise hikmet olup, hakkı hak bilip ona uymak, bâtılı bâtıl bilip ondan kaçınmaktır. İnsanda öfke kuvveti vardır. Bunun tefriti cebânet dediğimiz korkaklıktır; korkulmayacak şeylerden bile korkmaktır. İfratı ise tehevvürdür; maddi mânevî hiçbir şeyden korkmamaktır. Her türlü zulüm ve tahakküm bundan ileri gelir. Orta hali ise şecaattir ki, dinî ve dünyevî hakları için gerektiğinde canını bile feda edebildiği halde, meşrû olmayan işlerden çekinmektir. Yine insanda şehvet duygusu vardır. Bunun tefriti sönüklüktür ki, ne helâle ne de harama iştahı yoktur. İfratı fücûrdur ki, helâlle yetinmeyip harama meyleder. Ortası ise iffettir ki, helâline isteği var, haram olana yoktur. (Bedîuzzaman, İşârâtü’l-İ‘câz, s. 24)

İşte dosdoğru yol olan İslâm, insanın duygu ve düşüncelerine varıncaya kadar her hususta en güzel, en iyi ve en itidalli olanını emir ve tavsiye etmektedir. Mü’mine gereken ifrât ve tefrîtten uzak durarak orta yolu izlemek ve bu yol üzre devam etmektir. Kur’ân-ı Kerîm’de bunu emreden pek çok âyet ve işaretler vardır. Nitekim: “Harcamalarında ve başkalarına yardımda eli sıkı olma, ancak varını yoğunu da saçıp savurma!” (İsrâ 17/29) âyeti, isrâf ile cimrilik arasında orta bir yolu emretmektedir.

Resûlullah (s.a.s.), Allah Teâlâ’nın sırat-ı müstakimi şöyle bir misalle tarif ettiğini haber vermektedir: “Sırât-ı müstakîm dosdoğru bir yoldur. Yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış perdeli kapılar ve yolun başında da bir davetçi var. O davetçi: «Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız!» diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka davetçi: «Sakın o perdeyi kaldırma! Kaldırırsan çıkar gidersin!» diye sesleniyor. Bu yol İslâm’dır. Duvarlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, kapılar haramlardır, yolun başındaki davetçi Allah’ın kitabıdır. Yukarıdaki davetçi ise müslümanın vicdanıdır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 182-183)

İşte müstakîm yol, Allah Teâlâ’nın “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur, öyleyse ona uyun. Başka yollara uymayın ki, o yollar sizi grup grup parçalayarak Allah’a giden yoldan ayırmasın” (En‘âm 6/153) buyurduğu yoldur. Yine “sırât-ı müstakîm”, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine nimet verdiği kimselerin yoludur. Bunlar peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerdir. Nitekim mevzuyla alakalı bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ 4/69)

Bu ilâhî ihsân, onların sırlarını inâyet nûruyla, ruhlarını hidâyetle, kalblerini velâyet eserleriyle aydınlatmıştır. Nefislerinden hevâyı söküp atmıştır. Şerîatın ahkâmına riâyet etmek ve şeytanın hilelerine direnmek sûretiyle bu nimetlere kavuşmuşlardır. Ebu’l-Abbas b. Atâ der ki:

“Kendilerine nimet verilenler tabaka tabakadır. Ârifler; Allah’ın kendilerine mârifet nimetiyle ikramda bulunduğu kimselerdir. Velîler; doğruluk, rızâ, hoşnutluk, yakîn ve safvet sıfatı verdiği kimselerdir. Ebrâr; hilim, yumuşaklık, şefkat ve merhamet sıfatı ihsân buyurduklarıdır. Mürîdler, tâat lezzeti in‘âm ettikleridir. Mü’minler ise istikamet verdikleridir.”

الصِّرَاطُ (sırat) kelimesinin peş peşe iki defa zikredilmesi, birinin kuldan Rabb’e, diğerinin Rab’den kula olmak üzere iki yol bulunduğuna işaret eder. Kuldan Rabb’a giden yol korku ile doludur. Bu yolda büyük tehlikeler vardır. Şeytan işte bu yol üzerine oturmuştur. Nitekim, “Beni azdırmana karşılık, yemin olsun ki ben de kullarını saptırmak için senin doğru yolun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra onlara mutlaka önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Sen de onların çoğunu şükredici bulamayacaksın” (A‘râf 7/16-17) ayeti bunu haber verir. Rab’dan kula giden yol ise güvenlidir, emniyetlidir. O yolda selâmetle gidilir. Bu yolun meziyetleri ve nimetleri boldur. Kılavuzları bilgili, tecrübeli ve güvenilirdir. Bu kılavuzlar peygamberler ve onların vârisleridir. Sağlam delillerle rehberlik etmektedirler. İşte az önce meâlini verdiğimiz Nisâ sûresi 69. ayet bu yoldan bahsetmektedir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, I, 22-23)

Bu doğru yol, gazaba uğramayanların ve dalâlete düşmeyenlerin yoludur. Dolayısıyla kendilerine nimet verilenler, gazaba uğramaktan ve sapmaktan selâmette olanlardır. Gazaba uğrayanlar ve sapanlar ise, nimetten mahrum kalanlardır. Bunlar birbirinin zıddıdırlar.

اَلْغَضَبُ (gazap), nefsin çirkin ve kötü bir davranış karşısında intikam isteğiyle heyecanlanmasıdır. Kalpteki kanın öç alma arzusuyla galeyana gelip kaynamasıdır. Rızânın zıddıdır. Buna ufak farklarla öfke, hiddet ve hışım da denilir. Allah’a nispet edildiği zaman gazap, nefsî etkilenmelerden arındırılarak neticesi itibariyle intikam iradesi, hoşnut olmama, şiddetle yakalama veya ceza verme mânasına gelir.

الضَلاَلُ وَ الضَلَالَةُ (dalâl ve dalâlet), bilerek veya bilmeyerek, kasten veya hata ile doğru yoldan sapmaktır. Hidâyetin zıddıdır. Dalâlete düşmenin en mühim sebebi gaflet ve şaşkınlıktır. Kelimeden ilk olarak hissedilen mâna, maddi yoldan sapmaktır. Sonra din ve mânevîyatla ilgili hususlarda kullanılmıştır.

Âyet-i kerîme, gazaba uğrayan ve dalâlete düşen bütün fertleri ve grupları şumûlüne almaktadır. Bunlar kâfirler, müşrikler, asiler ve Allah’ı tanımayan sapıklardır. İman, ilim, amel ve istikamet yolunu terk edip küfür, cehalet, isyan ve fasıklık yolunu tutanlardır.

Peygamber Efendimiz: “Gazaba uğrayanlar yahudiler, dalâlete düşenler de hıristiyanlardır” (Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an, 1, 2) buyurmuşlardır. Kur’ân-ı Kerîm’de yahudiler hakkında, “Allah’ın lânetlediği ve gazap ettiği kimseler” (Mâide 5/60) beyânı geçmektedir. Hıristiyanlar hakkında ise: “Daha önce kendileri saptığı gibi, pek çoklarını da saptırmış” (Mâide 5/77) buyrulur. Yalnız burada maksat, gazabın özellikle yahudilere, dalâletin de özellikle hıristiyanlara has bir şey olduğunu ifade etmek değildir. Çünkü âyet-i kerîmelerde gazab-ı ilâhî bâzan hıristiyanlara nisbet edildiği gibi, bâzan da dalâlet yahudilere nisbet edilmektedir. Bazan de bu ifadeler, yahudi ve hıristiyanların dışında kâfir, münafık, günahkâr ve fâsıklar için de kullanılmaktadır. Dolayısıyla âyet umûmi mâna ifade etmektedir. yahudi ve hıristiyanlar ise, zaman ve mekan itibariyle yakın birer örnek olarak zikredilmişlerdir.

Birkaç ayetten oluşan Fâtiha, yaratanın, yaratılışın ve yaratıkların bütün sırlarını toplayan son derece kapsamlı bir sûredir. Baş taraftaki üç âyetle sondaki üç âyeti birbirine bağlayan “kulluk” ayetiyle Fâtiha, sayıya gelmez bir varlıklar denklemini beyân etmektedir. Fâtiha’daki bu ruhu ve denklemi, şu kudsî hadis ne güzel izah eder:

“Ben namaz sûresi olan Fâtiha’yı kendim ile kulum arasında yarı yarıya taksim ettim; yarısı benim, yarısı kulumundur. Kuluma istediğini veririm”. Peygamber Efendimiz devamını şöyle açıklıyor: Kul, «Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur» deyince Allah da; «kulum bana hamdetti» der. Kul «O, Rahmân ve Rahîmdir» deyince Allah da «kulum beni övdü» der. Kul «O, hesap ve ceza gününün tek sahibidir» deyince, Allah da «kulum beni ululadı» der. Ve buraya kadar benimdir. «Rabbimiz! Sadece sana kulluk eder ve sadece senden yardım isteriz» kısmı kulumla benim aramdadır. Sûrenin sonu olan «Bizi sırat-ı müstakîme eriştir. Kendilerine nimet verdiğin, gazaba uğramayan ve dalâlete düşmeyenlerin yoluna» kısmı ise «yalnız kuluma aittir ve kulumun istediği kendisine verilecektir» buyurur.” (Müslim, Salât 38)

Fâtiha sûresini okuyan veya dinleyen kişi, sûre bitince “âmîn” der. Amin, “duamızı kabul buyur, elimizi boş çevirme” mânasında bir dua sözüdür. Kur’an nazmının bir parçası değildir. Bu sebeple Mushaf’a yazılmamıştır. Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“İmam «veleddâllîn» dediği zaman hepiniz «âmin» deyiniz. Çünkü melekler «âmin» derler. Âmin demesi, meleklerin âminine rastgelenin geçmiş günahları affedilir.” (Buhârî, Tefsiru’l-Kur’an 1) Bu sebeple “âmin” demek sünnettir. Namazda imam ve cemaat tarafından gizlice söylenir.

Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği mâna ve mesajlara güzel bir giriş ve şumüllü bir özet mâhiyetindeki Fâtiha sûresinden sonra, Kur’an’ın zirvesi mesabesindeki (bk. Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an 2) Kur’an’ın en uzun ve en muhtevalı sûresi olan Bakara sûresi gelmektedir. Kur’ân hayat sahibi bir varlığa benzetilecek olursa Fâtiha sûresi bunun başı, Bakara sûresi gövdesinin en önemli kısmı, diğer sûreler o varlığın diğer azaları ve cihazları mesâbesindedir:

7. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna. Gazaba uğrayanların ve azıp sapanların yoluna değil.

Evet, Rabbimizden en büyük niyazımız bizi sırat-ı müstakîme, en doğru yola ulaştırmasıdır.

Ayette geçen اِهْدِنَا (ihdinâ) kelimesi “bize hidâyet et” mânasına gelir. “Hidâyet”, istenilen hedefe ulaştıracak şeye lutuf, letâfet ve nezaketle kılavuzluk etmektir. Bu kılavuzluk, yolu sadece göstermek veya yola götürüvermek ve hatta sonuna kadar götürmek şekillerinden biriyle gerçekleşebilir. Birincisine açıklayıcı kılavuzluk veya irşat, ikinciye ulaştırıcı kılavuzluk veya tevfîk denilir. Bu kılavuzlukta lutuf ve letâfet esastır. Lutuftan maksat, sertlik ve şiddetin karşılıtı olan tatlılık ve yumuşak huyluluktur. Letâfetten maksat ise nezâket ve inceliktir. Hidâyet yalnız, iyiliğe yöneliktir. Mesela hırsıza hırsızlık için yol göstermeye, rehberlik etmeye hidâyet denilmez. Dolayısıyla hidâyet her istenilen şeye mutlaka rehberlik etmek değil, irşat gibi maksadında iyilik, yapılış şeklinde de iyilik ve incelik bulunan bir rehberliktir.

Kur’ân-ı Kerîm’in beyânına göre Allah’ın kula hidâyeti beş kademede gerçekleşmektedir:

Birincisi, Allah’ın akıl ve sorumluluk sahibi varlıklara kabiliyetleri nispetinde akıl, anlayış ve gerekli bilgileri vermesidir. Bunların dışındaki yaratıkların da varlıklarını sürdürmek için gerekli yaşama şartlarını ve vesilelerini var etmesidir. “Rabbimiz, her şeye yaratılışındaki temel özellikleri veren, sonra onu yaratılış gâyesine uygun biçimde yola koyan Allah’tır” (Tâhâ 20/50) ayeti bu mânayı ifade eder.

› İkincisi, Cenâb-ı Hakk’ın, insanları peygamberlerinin lisanıyla davet ettiği hidâyettir. “Biz o peygamberleri, emrimizle insanlara doğru yolu gösteren önderler yaptık.” (Enbiyâ 21/73) ayeti bunu anlatır.

› Üçüncüsü, peygamberlerle gönderilen bu hidâyeti kabul edenlere Rabbimizin ikram ettiği tevfik hidâyetidir. “Doğru yola uyanlara gelince, Allah onların iman ve hidâyetlerini artırır” (Muhammed 47/17) ayeti bu mânadadır.

› Dördüncüsü Allah’ın mü’minleri âhirette cennetin yoluna hidâyet etmesidir. “Bizi bu cennete eriştiren Allah’a hamdolsun! Eğer Allah bize doğru yolu göstermeseydi biz kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık” (A‘râf 7/43) âyeti de bu mânaya işaret etmektedir. Bu mertebelerden bir sonraki bir öncekini gerektirir ve ona terettüp eder. (Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, hidâyet md.)

› Beşincisi ise vahiy, ilham veya sâdık rüyalar gibi olağanüstü yollarla kalplere sırları keşfetmek ve eşyanın hakikatini göstermektir ki bu hususi hidâyettir. Bilhassa peygamberler ve velilerde meydana gelir. Bu tarz hidâyetin yolları, harikulâde yollardır. Az da olsa her ferdin bundan bir nasibi vardır.

İşte biz “hidâyet ver” duamızla Rabbimizden bütün bu güzellikleri istemekteyiz. Bunlar içinde de hususiyle “sırat-ı müstakîm”e ulaştırmasını niyaz etmekteyiz. “Sırât-ı müstakîm”, kelime olarak “eğriliği ve sapması olmayan dosdoğru yol” demektir. Bundan maksat, yegâne hak din olan İslâm dinidir. Burada asıl maksada ulaştıracak olan vesîle, maksat olarak ifade buyrulmuştur. Çünkü asıl maksat Hak Teâlâ’nın rızâsıdır. Din ise o maksada götüren vesiledir, yoldur. Bu sebeple ona sırat-ı müstakîm denilmiştir. “Sırat” kelimesinde “inişli çıkışlı, bazan dar bazan geniş, aşması zor yol” mânası da vardır. Bu tarifiyle o, inişi çıkışıyla, bazan dar bazan geniş keyfiyetiyle Allah’ın rızâsına giden ve geçilmesi zor olan bir yolu; diğer taraftan cehennem üzerine kurulan ve insanların cennete girmek için muhakkak üzerinden geçmeleri gereken sıratı hatırlatmaktadır. Mekandan münezzeh olan Allah Teâlâ, kulun cennete varması ve cemâline ermesi için bu yolda yürümesini ve bu köprüyü geçmesini istemektedir.

İslâm dini, insan fıtratının gereği olan her hususta ifrat ve tefritten uzak itidal halini tavsiye etmektedir. Mesela insanda akıl kuvveti vardır. Bunun tefriti ahmaklık, ifratı ise cerbeze olup hakkı bâtıl bâtılı hak gösterecek derecede aşırı bir zekâdır. Bunun ortası ise hikmet olup, hakkı hak bilip ona uymak, bâtılı bâtıl bilip ondan kaçınmaktır. İnsanda öfke kuvveti vardır. Bunun tefriti cebânet dediğimiz korkaklıktır; korkulmayacak şeylerden bile korkmaktır. İfratı ise tehevvürdür; maddi mânevî hiçbir şeyden korkmamaktır. Her türlü zulüm ve tahakküm bundan ileri gelir. Orta hali ise şecaattir ki, dinî ve dünyevî hakları için gerektiğinde canını bile feda edebildiği halde, meşrû olmayan işlerden çekinmektir. Yine insanda şehvet duygusu vardır. Bunun tefriti sönüklüktür ki, ne helâle ne de harama iştahı yoktur. İfratı fücûrdur ki, helâlle yetinmeyip harama meyleder. Ortası ise iffettir ki, helâline isteği var, haram olana yoktur. (Bedîuzzaman, İşârâtü’l-İ‘câz, s. 24)

İşte dosdoğru yol olan İslâm, insanın duygu ve düşüncelerine varıncaya kadar her hususta en güzel, en iyi ve en itidalli olanını emir ve tavsiye etmektedir. Mü’mine gereken ifrât ve tefrîtten uzak durarak orta yolu izlemek ve bu yol üzre devam etmektir. Kur’ân-ı Kerîm’de bunu emreden pek çok âyet ve işaretler vardır. Nitekim: “Harcamalarında ve başkalarına yardımda eli sıkı olma, ancak varını yoğunu da saçıp savurma!” (İsrâ 17/29) âyeti, isrâf ile cimrilik arasında orta bir yolu emretmektedir.

Resûlullah (s.a.s.), Allah Teâlâ’nın sırat-ı müstakimi şöyle bir misalle tarif ettiğini haber vermektedir: “Sırât-ı müstakîm