Oluşumu medeniyetlerin doğuşuna kadar götürülebilecek şehirlerin, uzun yıllardır türlü tahlillerin ve araştırmaların konusu olmasının sebebi, şehirlerin yapılardan ve coğrafyadan öte, yaşayan, gelişen ve ölen bir anlamlar bütünü olmasından ileri gelmektedir. Bu bahise temel olacak şekilde, şehirlerin doğuşunu medeniyetin doğuşuna kadar dayandırmamız mümkündür. Hatta bunu bir adım ileriye götürecek olursak şehirler, İbn-i Haldun'un da dediği gibi, medeniyetlerin kurulduğu ve geliştirildiği mekanlar, aynı zamanda medeniyetlerin çürümeye başladığı yerler olarak da kabul edilebilir.
Bu bağlamda şehir ve medeniyet kavramları arasında, tüm dini ve beşeri sistemler tarafından önemsenmeye devam eden sımsıkı bir bağ bulunmaktadır.
Yazar Lütfi Bergen de aynı İbrahim Tenekeci gibi, şehir ve kent olgularını birbirinden ayırmakta, Şehir' i medeniyet ve muhafazakarlıkla, Kent'i uygarlık ve modernizmle bağdaştırmaktadır.
"Kent'i Durduran Şehir" adlı kitabında Bergen, kentin değerlerimizi öldürdüğünü, kentleşmenin Türk ve İslam değer yargılarında çözülme ve bozulmaya sebep olduğunu söylemiş, "modern kentler ölüler diyarıdır" diyerek de, İbn-i Haldun'un fikirlerini temel alarak, bize miras kalan şehir ve medeniyetin, kentin ve uygarlığın içinde bir nevi çürümeye maruz kalıyor olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre bu çürümenin karşısında durabilecek şey ise, Nurettin Topçu'nun Türk-İslam geleneğiyle temellendirdiği Anadoluculuk anlayışıdır.
Gerçekten de şehirler, kurduğu ya da kurulduğu medeniyetin ışığıyla bünyesinde yaşayan insanları ısıtarak, toplumu kaostan uzak tutacak, yazılı olmayan ve karakteristik bir disiplin sistemi geliştirmektedir.
Bu tabloyu Platon da, "şehirle hemşeriler arasında bir anlaşma" sözleriyle nitelendirmiştir. Söz konusu disiplin sistemi, az sonra belirteceğim etkenlerin yanında, şehri çürümeden koruma vazifesini yerine getirmesi sebebiyle de çok büyük önem taşımaktadır.
Şehir 'in kurduğu ya da kurulduğu kültür ve medeniyetin, bünyesinde yaşayan toplumun üzerindeki bir diğer etkisi de, oluşturduğu disiplin ve yaşayan medeniyet ruhunun estetik ve sanatı şekillendirmesidir. Öyle ki şehir tarihinin bir döneminde etkisini gösteren bir sanat akımı, söz konusu dönemi tamamen simgeleyecek bir tarihsel birim haline de gelebilmektedir. Barok ve Gotik Dönemler, Avrupa'da bunun en belirgin örnekleri kabul edilebilir. İslam tarihinde ise Kurtuba, Şam, Bağdat, Halep ve İstanbul kültür sanat ve estetikte kaydettikleri ileri aşamaları kuruldukları medeniyete borçludur.
Özetle şehir ve medeniyetin geliştiği oranda estetik ve sanat ilerleyecek, devamında ise estetik ve sanat aynı şehir ve medeniyet gibi kendi disiplinlerini kuracaktır.
Tüm bunlardan yola çıkarak Şehir' i, bakış açımıza ve konuştuklarımıza uygun bir şekilde tanımlamak gerekirse; şehirlerin her anlam için ayrı ayrı geliştirdikleri disiplinin, şehir ruhunun etkisi altında şekillenen estetik anlayışın ve nihayet şehir karşısında bazen alıcı bazen de verici konumda olan toplumun bir araya gelmesiyle oluşan, aynı zaman da bu etkenlerin sağlayıcısı konumunu da üstlenen anlamlar bütünüdür diyebiliriz.
Bir Şehir' i şehir olarak tutacak ve hep bir adım ileriye götürecek şey, bahsettiğimiz anlamlar bütününü, kente ve uygarlığa mesafe koymak yoluyla korumak şiarında olmaktan geçmektedir. Asırlar önce Hoca Ahmet Yesevi, Alperenlerini bu şiar ile İslam dünyasının dört bir yanına yolcu ederek, Şam, Bağdat, Kudüs, Halep, Ahlat gibi ruhuyla yaşayan şehirler kurulmasına vesile olmuştur. Ecdadımız Osmanlı da Hoca Ahmet Yesevi' nin manevi mirasıyla şehir olmak olgusuna fazlasıyla önem vermiş, vakıf faaliyetleri gibi vasıtalarla bu mirası ileriye götürme çabasında olmuştur.
Düşüncelerimi sonuçlandırmadan hemen önce, bazı şehirlerin birbirine manen bağlı olduğu gerçeğine de değinmeden edemeyeceğim.
Yukarıda bahsettiğim şiarla kurulup gelişen şehirler, üzerinde muktedir olan ruhun kontrol edemeyeceği bir şekilde birbirine bağlı olarak yaşamaktadırlar. İstanbul, Kudüs, Şam ve daha nicesi, aynı insanlar gibi birbirlerine özlem duyarak, sokaklarını doldurmuş olan ecdad nefesiyle anlamlanarak, insan zihninin alamayacağı bir dostluk ilişkisi kurmuşlardır.
Sonuç olarak bugüne düşen, kentleşmenin karşısında çürümeye başlayan şehir ve medeniyeti modernizmin pençesinden alarak, Hoca Ahmet Yesevi başta olmak üzere, tüm ecdad-ı izamın manevi mirasına sahip çıkmaktır. Böylece şehirler Lütfi Bergen'in deyimiyle "seküler kafes" ler olmaktan çıkabilecek, bu manevi mirasın getirdiği değerlerin yaşamın içinde anlam bulmasına şahitlik edebilecektir.
Bilahare Farabu00ee'nin hayalini kurduğu ve idealize ettiği "Erdemli Şehir" i, düşmanlarına karşı en büyük zaferini verecek, Nurettin Topçu'nun da tahayyül ettiği "cemiyeti yoğuracak olan ruh"şehirlerin kapısından ve insanların dudaklarından içeri süzülecek, bir manevi mirasa sahip olmanın hafifliğiyle, İslam medeniyeti maarif davasını kazanmış, en büyük imtihanını vermiş olacaktır.
Fatih KALLEM u2013 fikir ve aksiyon