Erdal ŞİMŞEK
Bazı isimler vardır rejimlerin, devletlerin, İmparatorlukların önüne geçer. Örneğin Jull Sezar, Atilla, Emir Timur, kurdukları İmparatorluğun önüne geçmiştir isimleri. Eyyubi Sultanı Selahaddin Eyyubi ya da Ömer Bin Abdulaziz...
Aynı sembol isimler 20. yüzyıldan bu yana kurulan devletlerin önüne geçmiştir. Stalin, Pol Pot, Hitler, Castro, Mao gibi isimler zikredilebilir. Bu isimlerin tümünün en büyük ortak özelliği, zalim diktatör olmalarıdır.
Meclis'teki açık oturumda tüm milletvekillerini aleni bir şekilde ve pervasızca "muhtemeldir ki baz başlar, bazı omuzların üstünde olmayacaktır" tehdit etmiştir.
Mustafa Kemal'in özellikleri, onun isminin Türkiye Cumhuriyeti'nin ceberut yüzü ile özdeşleşmemiştir. Ceberut Türkiye'nin sembol ismi kuşkusuz Nevzat Tandoğan'dır.
O nevzat Tandoğan ki, caddeleri pisletiyorlar diye Ankara'nın belirli semtlerinin belirli caddelerinde kuş uçurtturmayacak kadar zalim ve ceberuttur. O, Jakoben "Kemalist Cumhuriyet'in sahadaki Yakup Cemil'idir" O kadar ki, Parti-devlet olan CHP tarafından Konya'dan milletvekili olarak atanır ama o milletvekilliğini kabul etmez. "Kemalist Cumhuriyetin sahadaki uygulayıcısı" olmayı tercih ederek Ankara Valiliği görevini sürdürür. Anadolu insanına "sadece çiftçilik yapmayı" layık görecek kadar da "Kent Irkçısı"dır da.
Ankara Büyükşehir Belediyesi, geçtiğimiz günlerde Tandoğan Meydanı'nın adını "Anadolu Meydanı" olarak değiştirince Türk tipi Faşizmin bu sembol ismini bir daha hatırlatmakta fayda olduğunu düşündüm. Bu gibi sinik ama diktatör kişilikleri hatırlatarak toplumun hafızasını canlı tutmak gerekir ki öncülerimizin düştüğü hatayı, ardıllarımız tekrar etmesin.
TANZİMAT BÜROKRATIYDI
Diktatoryal cumhuriyetin; eskilerin tabiri ile "müntehibi sani" döneminin en önemli figürüdür Nevzat Tandoğan. Mustafa Reşit Paşa Bürokrasi'sinin yeniden hortladığı "Cumhuriyetin Altın Devri"nin; tek parti iktidarının ve bürokrasisinin sembol isimlerindendir.
1894 yılında İstanbul'da doğmuş bir "kent"li iken, bozkırdan bozma bir kasaba olan Ankara'da bürokrat olmayı tercih etmiştir. Çünkü o, yeni rejimin bekçisi, hamisi, hadimi, zaptiyesi, eşkıyası... Kısaca her şeyidir.
1914 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Mezun olur olmaz öğretmenliğe başladı. 1918 yılında İstanbul Polis Müdürlüğü'ne tayin oldu. Polis Müdürlüğü 2. Şubede Müdür Yardımcısı olarak çalışmaya başladı.
İstanbul'daki görevinden sonra 1927 yılında Malatya Valiliğine atandı. Buradaki valiliği sırasında Konya milletvekili olarak gösterilip seçildiyse de valilikten ayrılmak istemediğinden milletvekilliğinden istifa ederek valiliğine devam etti.
Sinik, sönük, "memur" Tandoğan, Ankara Valiliği'ne atanınca, birden Türkiye'nin en şedit bürokratı oldu.
Tek parti diktatoryası döneminde CHP'nin tayin ettikleri valiler aynı zamanda Belediye Başkanlığı da yapıyorlardı. Vali olduktan sonra Ankara Belediye Başkanlığını da birlikte yürüttü. On sekiz yıl gibi uzun süre devam eden Ankara Valiliği ve Belediye Başkanlığı, intihar ettiği 1946 yılına kadar devam etti
Tandoğan'ın Ankara Valiliği; tek parti iktidarı döneminde devlet-vatandaş ilişkisi, bürokratların devlet gücünü ne şekilde kullandıkları ve Anadolu insanına bakış açıları açısından son derece ilginç bir dönemdir.
Ankara Valisi Tandoğan, despot ve hukuk tanımaz kişiliği ile şöhret buldu. Onun anlayışına göre, yapılacak bir iş, atılacak bir adım ilk önce kendileri tarafından icra edilecekti. Onun, "Bu memlekete komünizm gerekiyorsa ve komünizm yararlı bir şeyse onu da biz getiririz, size ne oluyor?" sözü dönemin karakteristiğini ortaya koyan ifadeler olarak siyasi tarihimize geçmiştir.
AŞIK VEYSEL'İ ANKARA'YA SOKMAMIŞTI
Tandoğan'ın halka uyguladığı baskı politikalarının arkasında halkı yüksek bir ideale yönlendirme amacı vardı. Zaten halk bu idealleri özümsemediği ve hayatına geçirmediği için başına türlü belalar geliyordu! Bu sıkıntıların devam etmemesi de ancak devlete hakim olan kadronun halka düzen vermesi ile mümkün olabilirdi. 'Halka rağmen halk için' anlayışıydı bu.
Türkiye Cumhuriyeti'nin yüksek ideali Atatürk'ün aktif siyasette olduğu dönemde 'Muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak' diye belirlenmişti. Tandoğan'ın halk ozanı u00c2şık Veysel'i kılık kıyafetini beğenmediği için Ulus sokaklarına almamasının gerekçesi bu ideale dayanıyordu. 'Tek adam' zihniyetinin her alanda temsilcisi veya görevlisi olmalıydı. Nitekim Veysel'in Ankara'yı ziyaret ettiği yıl, dönemin gazeteci ve siyaset adamlarından Aka Gündüz 'Ankara'yı Sevenler Cemiyeti' başlığı altında şunları yazmıştı: "İnkar etmiyoruz ki, eski Ankara'yı emekle, tahammülle, zorla modern Ankara yapmaya çalışıyoruz. Fakat bu kafi gelmiyor. Ankara sakinini de emekle, vasıta ile hatta zorla Ankaralı yapmak mecburiyetindeyiz." Şair ve siyasetçi Faruk Nafiz de Hakimiyet-i Milliye'deki yazısında "Artık garplı zevkini bir kabuk gibi dışımızda değil, kürenin ateşi gibi içimizde taşıyoruz." müjdesini vermişti!
"MEMLEKETE KOMÜNİZM LAZIMSA ONU BİZ GETİRECEĞİZ"
Vali Tandoğan Anadolu insanına bakışını ise, 3 Mayıs 1944 yılında tutuklanıp huzuruna çıkarılan Osman Yüksel Serdengeçti'ye karşı sarfettiği sözleriyle ortaya koydu. Vali, tutukluyu süzdükten sonra; "Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek." dedi.
Tandoğan'ın bu sözleri, günümüzde dahi hala gücünü gösterme pervasızlığını sergileyen Mustafa Reşit Paşa Bürokrasisi'nin en öz tarifidir.
Ankara'da basın üzerinde yaşatılan büyük baskılardan dolayı gazeteciler de büyük bir sıkıntı yaşamaktaydılar. Ankara'dan gazetelerine gönderdikleri haberler, şayet iktidarın aleyhindeyse, başlarına büyük işler açmakta ve valinin sert tutumuyla karşılaşmaktaydılar.
Aralarında Hürriyet gazetesinin de bulunduğu muhtelif gazetelerde çalışan ve anılarını 1977 yılında yayınladığı "İşte Ankara" adlı eserinde kaleme alan Emin Karakuş, bu dönemde yaşanmış hadiseleri bir gazeteci gözüyle ortaya koydu.
Karakuş, hatıralarında Ankara'dan gönderdikleri haberlerden dolayı çektikleri sıkıntıları kendine has üslubuyla anlatıyor. Öyle ki, Tandoğan gazetecilerin yazdığı virgüle dahi müdahale ediyor, "laftan anlamayanları silahla tedip ediyor"du:
YÜKSEK YARGI KARARLARINI UYGULAMAZDI
1945 yılında Mecliste, çiftçiyi topraklandırma kanun tasarısı üzerinde yapılan ve CHP içinde cereyan eden tartışmaları bir mektupla Zekeriya Sertel'e yazması ve bunun öğrenilmesinden sonra Tandoğan'ın hışmına uğradı. Vali, Karakuş'u makamına çağırdıktan sonra, tabanca gösterip, haberin kaynağını öğrenmek maksadıyla tehditte bulundu. Daha sonra peşine taktığı polislerle büyük sıkıntılar yaşamasına sebep oldu.
Emin Karakuş, Kemalist Cumhuriyet'in "Altın nesli" Tandoğan'ın hukuk tanımazlığı ile ilgili iki küçük anektod daha yazar:
Vali, hakkında şikayette bulunan eczacının Ankara'yı terk etmesini sağlamıştır. Yine bir başka olayda, belediyeyi mahkemeye verip Danıştay'a şikayette bulunan ve davayı kazanan bir müteahhit, buna rağmen bir şey elde edememiş; Valilik Danıştay'ın kararını uygulamadığı gibi, Tandoğan karar yazısını müteahhidin elinden alıp parçaladıktan sonra, "Burada benim sözüm geçer" diyerek, CHP'de; Kemalist Cumhuriyet'te hukukun bir tiyatral oyun olduğunu gösterir.
BEDİÜZZAMAN'A İŞKENCE
Nevzat Tandoğan'ın gadrine uğrayan ünlü simalardan biri de Bediüzzaman Said Nursi'dir.
Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı isimli kitabın 2. cildinin 1210 ve 1217 sayfalarını Tandoğan'ın Üstad'a yaptığı zulme ayırmıştır. 13 Ekim 1943 tarihinde Bediüzzaman'ın Ankara'ya getirilişi, vilayete çıkarılması ve burada cereyan eden hadiselere yer verilmektedir.
Tandoğan'ın, Bediüzzaman'a odasında zorla şapka giydirmeye kalkıştığı, başındakini çıkarıp şapkayı giymesini isteyen valiye, Bediüzzaman'ın boynunu göstererek; "Bu külah ancak bu kelle ile beraber çıkar" şeklinde mukabelede bulunduğunu anlatıyor.
Bu hadise üzerine, ömründe hiç beddua etmediği belirtilen Bediüzzaman, Nevzat Tandoğan'a "Başından bulasın!" şeklinde beddua eder. Ve gariptir tandoğan, kendi eli ile kafasına sıkarak intihar eder.
Nevzat Tandoğan'ın 9 Temmuz 1946 tarihindeki intiharı hala gizemini korumaktadır.
TANDOĞAN'I İNTİHARA SÜRÜKLEYEN OLAY
Günün gazete ve arşiv taraması yaptığımızda olayın örgüsün şöyle geliştiğini görüyoruz:
Nevzat Tandoğan'ı intihara sürükleyen olay, Sovyet Rusya'nın Ankara Büyükelçiliği doktoru olan Neşet Naci Arzan'ın muayenehanesinde tabanca ile vurularak öldürülmesi ile başladı.
Cinayetin faili olarak Reşit Mercan adında bir kişi yakalanır. Fakat mahkemede Reşit Mercan çelişkili ifadeler vermeye başlayınca savcılık cinayetin adi bir suç olmadığı görüşüne vararak yeniden e başlatır. Yapılan araştırma sonucunda katile silahı sağlayan kişinin Kazım Orbay'ın oğlu Haşmet Orbay olduğu anlaşılır.
NEVZAT TANDOĞAN KATİL ZANLISI İLE GÖRÜŞMÜŞ
Mehmet Sait Esende Nevzat Tandoğan'ın kan kusturduğu gazetecilerdendir. Esen, devrinin en iyi araştırmacı gazetecilerindendir. Bu da kanun hukuk nizam tanımayan Tandoğan için yeterli derecede "tehlike kapsamındaki kişi" olmak için yeterlidir.
Gazeteci Esne, cinayetin 100 bin Lira para karşılığında Haşmet Orbay tarafından azmettirildiğini, arabuluculuğu da nevzat Tandoğan'ın sağladığı bilgilerine ulaşır ve bunları yazar.
Katil zanlısı Reşit Mercan teslim olmadan önce valilik binasında görüşmüş, bu görüşmeden sonra teslim olmuştur. Bu görüşme hakkında ne katil zanlısı ne de Nevzat Tandoğan görüşmenin yapıldığını söylemelerine rağmen ne konuştukları konusunda susmuşlardır.
Reşit Mercan, mahkeme devam ederken ifadelerini değiştirir, suçsuz olduğunu para karşılığında suçu üstlendiğini, asıl katilin Kazım Orbay'ın oğlu Haşmet Orbay olduğunu iddia eder.
Mahkeme Reşit'i adam öldürmekten suçlu bularak 20 yıl ağırlaştırılmış hapis cezası verir. Haşmet Orbay'da katile silah sağladığı gerekçesi ile 1 yıl hüküm giyer.
"MAHKEME, BENİ NASIL HERKESLE EŞİT GÖRÜR"
Dava, kendi içerisinde tezatlar olduğu gerekçesi ile Yargıtay tarafından bozulur ve tekrar görüşülmesi için Bolu Ağır Ceza Mahkemesine gönderilir.
Sanık Reşit Mercan, kendi lehine tanıklık yapması için Vali Nevzat Tandoğan'ı şahit olarak gösterir.
Nevzat Tandoğan sade bir vatandaş gibi mahkemeye çağrılmasından rahatsızdır. Mahkeme'de sanıkla görüştüğünü söylese de ona herhangi bir teklifte bulunmadığını söyler. Hakimin ne konuştuklarını sorması üzerine herhangi bir cevap vermez.
Gerçek suçlunun Haşmet Orbay olduğu mahkeme tarafından anlaşılır ve 18 yıl hapis cezasına çarptırılır.
Olayın bir diğer ilginç yanı ise ilk katil zanlısı Reşit Mercan ile Haşmet Orbay, Robert Kolejde okul arkadaşı olmalarıdır.
İntihar etmeden bir gün önce Adalet Bakanı Ali Rıza Türel'e "Bana mahkeme suçlu gibi davranıyor. Ben Ankara valisiyim bu durumlara düşecek adam değilim" der ve ertesi gün beylik tabancası ile intihar eder.
31 Mart isyanının bastırılması, Dersim isyanı gibi olaylarda aktif rol alan zamanın genelkurmay başkanı Kazım Orbay bu intihar olayı ile bağlantılı olarak görevden alınarak Askeri Şura üyeliğine tayin edildi.
Tandoğan'ın dramı, aslında günümüzdeki Kemalist jakoben ve seçkinci elitistlerin yaşadığı bunalım ile aynıdır. Çünkü hukuk, adalet, nizam tesis edildiğinde ve tüm yurttaşlar eşit olduğunda onlar kendi varlıklarını; varoluşlarını anlamlandıramıyorlar. Diğer insanlarla eşit görülmeyi hazmedemiyorlar.
Ve dava bir daha açılmamak üzere kapatılır. Oysa bu olay deşilirse eminim Cumhuriyetin ilk kadrolarının işledikleri herzeler tek tek ortaya dökülecektir.
İlk neşteri yarın biz vuralım. Bu cinayetin sır perdesini araladığımızda eminim mideniz bulanacaktır...
Bir çift söz de Ankara Belediye Reisi Melih Gökçek'e: Çeyrek yüzyıl sonra ismini değiştirmeye cesaret edebildiğiniz bu meydana anlamı ve toplumsal karşılığı olan bir isim verseydiniz daha iyi olmaz mıydı?