ETÖ'den FETÖ'ye (1)

Metin Boşnak

Evvela, hafızayı biraz geriye saralım... Hatta hafızanın anlamını da. Kolektif şuur, kolektif hafızanın tezahürüdür. Bu anlamda, İnsanlığın genel anlamdaki kolektif şuuru, milletlerin kolektif şuuru ve alt gruplarda tezahür eden kolektif şuurla, bireye yansımaları toplumlardaki farklı şuurların neticesi olur. Şuurun kültürel hafıza ile aktarılması, genetik olarak yansıyanlar, mekan ve coğrafya etkileri, gördüğümüz güncel olayların aslında, geriden bir yerlerden gününüze yansımalarını ifade eder. Jung'un kolektif şuuraltı anlayışı, insanların ezelden beri taşıdıkları ortak özellikleri ifade ederken, Freud bireysel psikoloji üzerinde durmuştur.

Toplumların, hafıza ve tarihe yaklaşımları bu açıdan farklılık gösterir. Sadece davranışlara değil, konuşma ve yazma tavırlarına da aynı şekilde yansır. Amerikalı, yazarken konuya bodoslama dalar, tarihçeyle değil, halle ilgilenir; onun için, geçmişin hafızası değil, halin muhafazası önemlidir. Tarihten bahis, haldeki kültür ya da neslin kimliğini gölgeler, diye düşünür. Tarih, Amerikalı için bireysel ajandasından önemli değildir. O nedenle, Amerikalı tarihi hem milli hem bireysel anlamda bir önceki nesil ya da kültürün, hassaten, önce Vatikan sonra İngiliz kültürünün reddiyle kendine kimlik alanı açmak isterken, siyasi manada Britanya'nın izdüşümü olarak işlev görür.

Amerikalı, tarihin temsil ettiği kimliği kabilinden, eski dünyayı eleştirme ve hatta Yeni Dünyanın kimliği için yok sayma çabasına girmişken, birden boşluğa düşer, Britanya'nın köprüsünü, Ana Kıta'nın katedralini ya satın alır, söker ve Amerika'da yeniden inşa eder, ya da onları kopyalayarak, sadece "yeni" olanın değil, "eski" olanın anlamını idrak eder. Zaten dille aktarılan İngiliz geleneği, dinle aktarılan Tevrat geleneği, edebiyatına, düşünce sistemine etki eder, ondan daha geriye Roma mimarisine giderek, İngiliz'in hem dil hem de din etkisini, Pagan Roma'nın mimarisi ve devlet anlayışı, laik Fransa'nın fikirleriyle karşılamaya çalışır. Fransa'nın temelde Katolik, Britanya'nın ise Protestan ağırlıklı olması bu aşamada anlamsız kalır. Püritenlik derinden derine toplumun derin genlerinde var iken, mutlak bir şüphe ile yeni din çeşitlenmelerini toplumun zenginliği gibi algılar. Nasılsa, u2013kimse inanmasa dau2013 "eritme potası" çalışmaktadır. Ancak o potanın mahiyeti ve vermek istediği şekil ve kıvamın üzerinde düşünmek de sakıncalıdır. İnsanların orada tevekkülle erimesi, potadaki özütü büyütmesi beklenir.

Amerikalı, tarihi eskici ya da antikacı dükkanı gibi görürken, yenilere eski havası vererek köklerini derinde yaşamak ister. Hatta Obama'nın, Şimon Perez'in ölümünün akabinde ifade ettiği gibi, Perez'in "Siyonist ideal"e hizmetlerini överek, "Evet, değiştirebiliriz!" diye başladığı seçim kampanyasında, hiçbir şey değiştiremediğini itiraf etmiş olur. Değişen, Obama'nın daha yeni Beyaz Saray'a yerleşmesinin ardından aldığı, "Nobel Barış Ödülü" olur. Ve tarih, taksitle kazanılan bir avans ödüle şahitlik ederken, Beyaz Saray'ın, Obama'yı "malikane zencisi" olarak dönüştürdüğünü ispat eder.

Dahası, Perez'i Anglikan beyaz faşizmine karşı mücadele eden Mandela ile bir tutarak tarihi tahrif edip, Mandela'nın kolonici beyaz adama karşı mücadelesini, Perez'in esmer Filistin'liyi kolonize etme hedefiyle karıştırır. İki dönem başkanlık yapan Clinton da, aynı merasimde haham takkesi kippayı başına geçirip, ağlamaklı bir sesle Perez'den bahsederken, Amerikan tarihinde, "Amerikalı aslında kimdir?" sorusunu akla getirir ve Amerikan siyasetinin üzerindeki Siyonist etkiyi "Kim Kimdir?" ansiklopedisi kıvamında tarihi özetleyerek temsil eder. Amerika, Amerikalı olmaklık kadar Amerikan karşıtlığını da ticari meta olarak görürken, Amerikalılık kimliğini kendince eviren ve aslında Amerikalı diye kendini klonlamak isteyen bir hakim güruh, medya, sermaye, sanayi ile siyasetin ve demokrasinin güzelliğinden dem vurur. Ama siyasette "yokturlar", çünkü siyaset için vakitleri olmadığı için başkalarına yaptırırlar. "Kratos" elinde olduktan sonra, "demos" bir pazarlama demosu kadar anlamlı olacaktır. Demolardan oluşan demokrasiyi de en iyi Birleşik Devletler bilir. Dünyanın paralel devleti olma çabaları da içerdeki paralel devletin güçlenmesine yardımcı olur.

İngiliz ve Fransız, davranış ve ilişkilerinde hafızayı tarihten alarak günümüze gelir; bu süreçte Eski Yunan'dan başlar yolculuğu ve günümüzle bağlantısını kurarak, aslında geçmişi hem mikyas hem de günümüzle beraber akışkan bir süreç olarak tanımlamış olur. Eski Yunan ve Roma'dan gelen mirasını bir noktada ayrıştırır ve artık Avrupa Medeniyeti olarak değil, İngiliz veya Fransız kültürü olarak kendini tanımlar. Aralarındaki rekabet, geçici olarak, başkalarına karşı teskin edilirken, birbirlerine olan tarihsel husumetler başkalarına boşaltılmak üzere canlı tutulur. Biri monarşiyle, diğeri de Cumhuriyeti ile bunu gerçekleştirirken, dillerinden, müstemlekelerine ve müstemlekelerden aldıkları müstemleke nüfuslarına kadar, kendileri haricinde her şeyi enstrümantal varlıklar olarak görürler.

Her ne kadar Fransız için Fransız Devrimi sonrası esas gibi görünse de, Devrim sonrası edebiyat ve felsefe, aslında halkın değil, halkı kullananların hal ve şartlarının değiştiğini Flaubert, Baudelaire ve Zola'dan öğrenir. Montesquieu ve Rousseau'nun rüyaları kısa sürerken, Fransa'nın rüyaları Yeni Dünya'ya taşınmış, ancak felsefi olarak Doğu'dan temasını alan Voltaire'in Candide'i ile yeniden tanımlar. Charles Dickens ise, İki Şehrin Hikayesi'nde Paris ve Londra arasındaki farkları anlatırken, aslında İngiliz ve Fransız arasındaki farkları tanımlar ve Britanya'nın Fransa'dan gelenlere kucak açışını edebiyat kadar, siyaset olarak da anlatır. "Gerçekler, gerçekler, gerçekler!" ibaresi Dickens'da, romantik bir vicdan sorgusu olmak yerine, Thomas Hardy'deki gibi, bu "gerçekleri" içselleştirmenin geçerliği konusunda takılır. Baudelaire'nin Kötülük Çiçekleri'ni koklamak yerine, onları seyretmeyi yeğleyen Fransız, Arthur Rimbaud'un Afrika macerasını ise göz ardı eder. Belki de 007 James Bond karşısında, Betty Blue ile arz-ı endam etmek, Fransız için daha bir Fransızca ruhun ifadesi olur.

Ruslar'ın tarih algısı, hafıza algısı Bol-şevik Devriminden sonra değişse de, 1990'dan sonra Komünist Blok'un çöküşü, Rusya'yı Devrim öncesi tarihi daha hayırla yad etmeye itti. Komünist dönemden kapitaliste geçerken, özlemli itirazlar olmadı değil. Ancak Rusya, tarihte Sosyalist Cumhuriyet olmadan evvel de Rusların olduğunu, haldeki yaraların tedavisinde hatırladı. Sovyetlerin hükmettiği Asya ve Avrupa toprakları oldukça işe yaramıştı, ancak Sovyetlerin hala kara imparatorluğu olarak kalmasına engel olamamıştı. Britanya'nın deniz imparatorluğu, Amerika'nın hava gücündeki üstünlüğü Rusların "sıcak" deniz hayalinin, Bolşevik değil Çarlık dönemine ait olduğunu ve aslında Çarlık döneminin bazı gerçeklerinin hala geçerli olduğunu, fay hatlarında kaybolan hafıza adreslerinden çıkarmaya çalıştı. Ödipal iştiyakla unutmak, unutturmak istediği tarih, Ruslar'ın duygusal yastığı olmaya başladı. Ekonomik ve sosyal farklar arttıkça, Ruslar günah keçisi olarak Devrimden uzaklaşma politikalarını hatırladı.

Çin ve İsrail'in hatıra, hafıza ve tarihsel bütünlük algısı hiç kesintiye uğramadı. Çin, yaşadığı devrim tecrübesine, Yahudiler vatansız asırlarına rağmen, belki de ondan dolayı, tarihini hep bir bütünlük içinde gördü; yıkılan "devlet"leri ve Mısır'daki esaret asırları Yahudiliğin, Tevrat'ta Tanrı'nın vaat ettiği cezanın sağlaması olarak algıladığı, bir yandan da "hak edilmiş" ama ağır bir tarihsel vesika olarak hafızasında yer etti. Bir yandan Tanrı'nın yolundan sapmışlığın ikrarı ve Yahudi devletinin tarumar edilmesi, diğer yandan Tanrı'nı gazabının tecellisi olarak gördükleri vatansızlık arasında Tevrat ve Ağlama Duvarı Yahudiliğin ebedi kin kaynağı olduğu. Goliath'a karşı Davud'u muzaffer kılan Tanrı, Samson'u Delilah'a mağlup ettirmiştiu2026

(Yarın devam edeceğiz inşaallah)