Mehmet Beyhan
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Tekin ile Yeni Zelanda’da gerçekleştirilen terör saldırısı özelinde “din ve şiddet’’ ilişkisi üzerine konuştuk. Tekin, tüm dünyada yaşanan terör saldırılarının dinle ilişkilendirilmesi üzerine değerlendirmelerde bulunarak “din ile o dine müntesip olanlar arasında ayrım yapmak gerekir” ifadelerini kullandı.
Yeni Zelanda’da gerçekleşen katliama din katliamı denilebilir mi?
Bu tür katliamları bir dini ilzam edecek derecede adlandırmalarla nitelemek kesinlikle doğru değildir. Nitekim daha önce 11 Eylül ve Charlie Hebdo olaylarında, küresel üst akıl İslam dinini ilzam edecek nitelendirmelerde bulunmuştu. Burada doğru yaklaşımın, olayı tanımlamak açısından “katliam”, “terör” gibi ifadeleri nitelendirme olarak kullanmakla birlikte, bunu gerçekleştirenler ve nedenleri üzerine yoğunlaşmaktır. Tabii burada din, dini anlayışlar ve o dine müntesip olanlar arasında operasyonel ayrımlar yapmak zorunludur. Bir Hıristiyan terör eylemi yapmış olabilir; ama bu tüm Hıristiyanların ilzam edilmelerini gerektirmez.
KENDİNİ TANRININ TEMSİLCİSİ GİBİ GÖRENLER TEHLİKELİ
Bütün ilahi dinlerin özünde sevgi ve merhamet olduğu halde neden bu dinlerin müntesipleri arasında nefret ve şiddet yanlısı gruplar çıkıyor?
Meseleyi birkaç boyutlu olarak değerlendirmek gerekiyor. Birincisi, dinler kendi inananları üzerinde bir zihniyet oluştururlar ve müminler de o zihniyet çerçevesinde yaşam düzeni kurarlar. Dolayısıyla dinlerin merhamet, sevgi yoğun söylemi sonucu oluşan zihin dünyasını belirli oranda toplumsal yaşamın yansıtması beklenir. Fakat bu, meselenin sadece bir boyutudur. Bir de, gündelik yaşam koşulları, içinde yaşanılan çevre ve ilişkiler ile dinin algılanma biçimleri de aktif rol oynarlar. Aslında bunlar da bir yandan zihniyetin biçimlenmesinde rol oynarlar, diğer yandan bir zihniyet de oluştururlar. Söz gelimi; maddi sorunlar, adil olmayan bölüşüm, toplumsal mahrumiyetler, yabancı düşmanlığı, ötekileştirici anlayışlar kişinin tavır ve tutumlarında etkili ve giderek belirleyici olabilirler.
SORUN DİNDE DEĞİL, YORUMLAMA BİÇİMİNDE
Diğer yandan bazı din anlayışları (dini yorumlama biçimleri), Tanrı’nın yeryüzündeki planını gerçekleştirmek üzere müntesipleri üzerinde negatif etkide bulunabilirler. Tanrı’nın planı da bu anlayışlar tarafından yorumlanır ve çoğunlukla da ötekileştiricidir. Bu insanlar kendilerine özel bir misyon biçerek, Tanrı’nın planının kendileri aracılığıyla gerçekleşeceğine ve böylece cennete gideceklerine inanırlar.
En tehlikeli durum, “hakikat”e kesin olarak ulaştığını düşünmektir. Bunun anlamı, her bir inananın kendi mezhebi, cemaati, fraksiyonunun hakikati temsil ettiğini ve diğerlerinin mutlak anlamda kurtulmak için kendilerine uymaları gerektiğini düşünmeleridir. Bunlar, inançlarını hiçbir şekilde sorgulamazlar. Onlara göre tüm dünya kurtulmak için kendilerine uymalıdır. Bu ise, sonuçta bir şiddet üretmekte gecikmez. Tam da bu sebeple dünyadaki tüm din müntesiplerine, “herkesin dini kendine” prensibini hatırlatmak lazımdır.
İnsanı sadece üretimin ve tüketimin nesnesi olarak gören liberal kapitalizmin yol açtığı manevi boşluk şiddete neden oluyor mu?
Şu anda tüketimin temel belirleyici olduğu bir dünyada ve kapitalizm içinde yaşıyoruz. Bunun birkaç türlü sonucu var. Birincisi, Tüketimin insanın kimliğini belirlemede başat faktör olması; böylece tüketim tüm insani ve toplumsal ilişkileri tanımlamaktadır. İkincisi, dünyada küreselleşme ile birlikte sermayesi devlet sermayelerini aşan aktörlerin dünya düzenini; adaleti, emeği, stratejileri belirlemesidir. Dünya sistemi bir mekanizma olarak işlemekte; insanı sadece tüketmesi için sürüleştirilmesi gereken varlıklar olarak görmektedir. Dolayısıyla bu ilişki biçimlerinde karşılığı madde olarak görülmeyen değerler bir anlam ifade etmez. Dünyada çok büyük bir kitle, geleceğini ipotek altına alarak tüketmekte ve doyumsuzluk ve mahrumiyet duygusu ise tükenmemektedir. Tüm bunların açtığı boşluk, şiddeti daha çok beslemektedir.
Din ve kültür arasında nasıl bir etkileşim var?
Fertler hiçbir zaman pure yani saf bir zihinle dinle temas kurmazlar. Dinle temas da önce kültür üzerinden sağlanmaktadır. Nihayetinde bir aile ve kültür içine doğularak, dine dair bilgiler ve pratikler toplumun genel kitlesinde oluşmaktadır. Dolayısıyla burada kültürde var olan dini anlayışların insanlar üzerinde daha çok etkisinden bahsedilebilir. Tabii ki din de kültürü etkilemekte ve orada “ikamet” etmektedir. Fakat bir toplumun temel pratiklerinin ve din algısının bu kültüründe etkisiyle müntesiplerini tutum ve davranışlarını belirlediğini bilmekteyiz.
SORUNLARA CEVAP ÜRETMEK ŞART
Şiddetin temelinde kültürün bir etkisi var mı?
Aslında bütün toplumların ve hatta aynı toplum içinde farklı bölgesel ve kültürel yapılanmaların bir problemi çözme biçimi vardır. Problemi çözme biçimi kültür ve kültürel çevre ile yakından ilişkilidir. Söz gelimi; bir kültürde problemi çözme biçimi olarak hemen çatışma beliriyorsa (siz bundan sorun halletmenin ilk yolunu kavga olarak gösterenleri anlayın), şiddetin ortaya çıkması sürpriz değildir. Ancak konuşma ve düşünsel tartışma kültürünün yaygın olduğu bir kültürde, şiddet giderek zayıflar.
İnsanlık ailesinin giderek birbiriyle yabancılaşan ve uzaklaşan dünyamızda dinlerin toparlayıcı rolü olabilir mi?
Eğer dinin hala biraz toparlayıcı rolünden bahsedeceksek, bunun sebeplerini çok uzun tarihi geçmiş içerisinde dini anlayışın oluşturduğu kodlarda aramak lazımdır. Bu kodlar, toplumun çok farklı katmanlarında işlemeye devam etmektedir. Dinin asıl fonksiyonu, insanlar arasında kardeşlik, birlik ve merhamet unsurlarını artırmaktır.