Çeçen Şehid Abdülhalim Sadullayev'in ardından

Çeçenistan sözcüğünü işittiğimde veya aklıma geldiğinde, birkaç enstantane hemen gözümün önünde canlanır. Bunlardan birisi de, Abdülhalim Sadullayev'in o telaşlı telaşlı yürüyüşüdüru2026

Mehmet Ali Tekin tekin.mehmetali@gmail.com

Yıl 1995u2026

150 Milyona yaklaşan nüfuslu Rusya askerleri, 1 Milyonluk (evet evet sadece bir milyon) Çeçenistan'ı işgal etmiş, insan aklının, havsalasının alamayacağı zulüm ve işkencelerle, Çeçenler'i sindirmek, dize getirmek istiyorlaru2026

Bütün dünyanın gözü önünde işlenen bu cinayet ve zulmü, Türkiye kamuoyuna duyurmak için, Çeçenistan yollarına düştüku2026

O dönem Selam Gazetesi Ankara Temsilcisi Talip Özçelik ile birlikte, Azarbaycan, Dağıstan üzerinden, tehlikeli ve yorucu bir yolculuk sonrasında, Çeçenistan topraklarına girdik.

Yolculuğumuz, çok çetin ve tehlikeli şartlarda geçmişti. Öyle ki Fatih Altaylı ve yanındaki üç kişilik ekibi, o zorlu şartlardan dolayı, yolun yarısında, geriye dönmek zorunda kalmışlardı.

Selam Gazetesi'nde Çeçenistan izlenimleri ile ilgili yazı dizisinde, bu yolculuğu şöyle anlatmışım:

"29 Mayıs 95 tarihinde, saat 18.30'da toplam 24 kişi Bakü'den yola çıkıyoruz. Üç kişilik ekibimiz ve bir tercümanımız; Fatih Altaylı ve üç kişilik Show Tv. Ekibi, 6 Arap mücahid (Suriye, Ürdün, Suud), 5 Türk mücahid, Ukrayna'lı Anatolia Lupines, İki Çeçen savaşçı ve Abdüsselam'la beraberiz. (Abdüsselam, Azerbeycan'dan gönderilen mübelliğ)

Saat 22.30'da Azerbeycan-Dağıstan sınırına, bir problem olmadan ulaştık. Sınırdaki en son Azerbeycan köyünde (bu bir Lezgi köyü idi), 22.30 sularında Akşam ve Yatsı namazlarını kılıyoruz. Show Tv. ekibi bizi seyrediyor. Hatta bir ara: "Kazaya bıraksanız, sonra kılsanız olmaz mı?" diye sızlanıyorlar. Bundan sonra eşyalar arabaya yükleniyor ve bizi iki guruba ayırdılar. Biz ilk guruptayız. Rehber bizi sıfır noktasında bir ağaç altında, bırakıp gidiyor. Konuşmamazı ve gürültü yapmamazı, özellikle belirterek... Bu sırada saat, 22.55'i gösteriyor. 15 Dakika sonra gelmesi gereken ikinci gurup, tam iki saat sonra geldi. Bu arada Show'cular şimdiden sızlanmaya başladılar. İkinci gurubun gelmesiyle birlikte, gece saat 01.15'te sınırı geçip Dağıstan'a giriyoruz.

Yarım saat boyunca, kimi zaman yoldan geçen arabalara görünmemek için, tam siper yatarak; kimi zamanda tarlaların ve çayırlıkların içinden geçerek, yol aldık.. Neticede, Dağıstan'ın bir köyünde bizi bekleyen, uzun burunlu bir otobüse bindik. Rehberimiz, güneş doğmadan, ortalık aydınlanmadan 8 tane kontrol noktasını geçerek, sınıra varmamız gerektiğini, bundan dolayı da sessiz ve çabuk davranmamızı söylüyor. Yarım saat sonra da, ilk kontrol noktasına ulaştık. Rehberimiz önde otobüsten inip, sessiz bir şekilde, tek sıra halinde yol kenarından biraz aşağıdan yürüyerek, kontrol noktasındakilere gözükmeden, yan tarafındaki tarlanın içinden geçerek, 150-200 m. kadar uzağında bekleyen otobüsümüze, seri bir şekilde bindik.

Tüm kontrol noktalarını böyle özel bir yöntemle geçerek, saat 11.00 sularında Dağıstan'ın başkenti Mohaçkale'ye ulaştık.

Bu geçiş sırasında, zaman zaman zifiri karanlıkta dizlerimize kadar çamurlu su içinde yürümek, sürülmüş tarlalardan koşarak geçmek, yola yakın yürümek zorunda kaldığımız yerlerde, yoldan geçen arabalara görünmemek için, tam siper (bazan çamura, bazan suyun içine, bazan otların arasına) yatarak yol aldık. Gece boyunca devam eden bu yolculukta, toplam olarak 250-260 km.lik yolun 180 km. si, bu şekilde geçildi.

Fatih Altaylı ve ekibinin, günün ağarmasının yaklaşmasından dolayı tedirginlikleri ve serzenişleri arasında; bazıları teyemmüm alarak (bir kısmımızın abdesti vardı), cemaatle sabah namazını kıldık.

Sabah namazını kıldıktan sonraki ilk kontrol noktasına yaklaştığımızda, gün artık iyice ağarmış, ortalık aydınlanmıştı. Otobüsümüz, kontrol noktasına yaklaşık 200 m. uzaklıkta durdu. Biz, kontrol noktasındaki polis ve askerleri görüyorduk. Otobüsten teker teker inerek, yolun sağ tarafında bulunan ve bayağı aşağıdaki düzlüğe indik. Buradan ağaçları siper edinerek, sağ tarafımızda bulunan bir köye girdik. Köye girdiğimiz bölgede, önümüze bir çeşme çıktı. Burada elimizi yüzümüzü yıkadık. Çeşme başında su dolduran çocuklar ve yaşlı kadınlar vardı. Çocuklardan ve yaşlı kadınlardan bazıları, Türkiye Türkçesi'ne çok yakın, bir Türkçe konuşuyorlardı. Onlarla konuşma isteğimi, zorla gemledim. Konuştukları Türkçe'ye hayret ettim. Çünkü Azeriler'den daha anlaşılır bir Türkçe konuşuyorlardı. Çeşmede işimizi bitirip köyün içinden, yola parelel olarak, yine tek sıra halinde, evlerin arasından yürümeye başladık. Bazı evlerin önünde yaşlı insanlar, bize garip garip bakıyorlardı. 'Değişik tipte insanlar, bu vakitte burada ne arıyorlar' diye düşünüyorlardı, herhalde. Yol gösteren rehberimiz, yanlış gidiyor olmalıydı ki, bir evin önündeki yaşlı adam, Türkçe olarak "Orası çıkmaz. Oradan ileriye gidemezsiniz. İleriye gitmek için şuradan şöyle gitmelisiniz." diyerek, evlerin arasından gideceğimiz istikameti işaret etti. Türkçe anladığımızı neden biliyordu? Neden Rusça konuşmadı da, Türkçe konuştu? Bütün bunlar, bir anda bir anda aklıma takıldı. Tabi biz O'nun işaret ettiği istikamete doğru döndük. Evlerin önünde, bahçeler bulunuyordu. Bahçelerin, hemen hemen hepsi, çitlerle çevrilmişti. Bir kaç dakika sonra, yine böyle çitlerle çevrili bir tarlanın önünde yola yakın bir yerde, rehberimiz bize "Burada oturup, konuşmadan bekleyin, ben arabaya bakayım, biraz sonra gelirim." diyerek gitti. Yaklaşık yarım saat sonra "Otobüsü bulamadığını" söyleyerek geldi. Bizim tercümanımız Yasir Abbasov'la birlikte, otobüsü aramaya gideceklerini ve bulunduğumuz yerden ayrılmamamızı da ısrarla tembihleyerek, yanımızdan ayrıldılar.

Bizler yaklaşık 25 kişiydik. Her birimiz bir kenarda, yorgunluktan bitkin düşüp, yığılıp kalmıştık. Hemen biraz ilerimde Fatih Altaylı ve ekibi yere uzanmış yatıyorlardı. Kardeşime ve arkadaşlara "Birimiz yatmasın, diğerlerimiz yatsın. Önce ben nöbet tutacağım. Yarım saat sonra, birinizi uyandırırım." dedim. Bu arada bazı köylüler yanımızdan, aramızdan geçip tarlalarına çalışmaya gidiyorlardı. Bunlardan karı koca olduklarını zannettiğimiz, yaşlı iki kişiden kadın olanı, yanımızdan geçerken "Allah, Allah bunlara ne olmuş böyle? Neden böyle yatıyorlar?" diye söylenerek, hemen yanımızdaki çitin arkasındaki tarlalarına girdi. Kocası, tarlaya girdikten sonra "Bunlar yabancı. Herhalde yorulmuşlar." diye cevap verdi. Bu arada Fatih Altaylı'nın ekibinden birisiyle kardeşim Halit, bir kaç metre ötemde, sessiz sessiz konuşuyorlardı. Ben bu arada çitin kenarına gelip, bir ağacı siper edinerek, kontrol noktasındakipolis ve askerlere baktım. Kontrol noktasında bulunan bir kulubeden bir iki tanesi yola çıkmışlar, bir taksiyi kontrol ediyorlardı. Kontrol noktasındaki polis veya askerler, biraz dikkatli olsalar, bizi mutlaka görebilirlerdi.

Bu şekilde bir buçuk saat kadar bekledikten sonra, rehberimizle birlikte tercümanımız Yasir geri geldiler. Hepimizin eğilerek bir araya gelmemizi söylediler. Bir jip kiraldıklarını ve bu jiple bütün aramalara rağmen, otobüsü bulamadıklarını söylediler. Tekrardan gideceklerini ve kesinlikle sessiz bir şekilde beklememizi, tembihleyerek gittiler.

Bu sefer yarım saat sonra gediler. Yol çok düz olduğu ve yaklaşık 500 m.den bile otobüsün görüneceğinden dolayı, otobüs şöförü, otobüsü yaklaşık 100 m. kadar tarlaların içine götürmüş, orada beklemeye başlamış. Köyün arka tarafından, otobüsün bulunduğu tarlaya, yarım saatte ulaşabildik. Otobüse bindikten sonra rehberimiz "Bundan sonra Mohaçkele'ye varıyoruz. Pek bir tehlike kalmadı, fakat yine de dikkatli olmalıyız."diyerek bizleri rahatlattı. Fakat, bütün bu tehlikeleri bizimle birlikte yaşayan, Fatih Altaylı ve ekibi, çok korkmuş olmalılar ki, bizim tercümanımız vasıtasıyla rehberimize "Bundan sonra yola devam etmek istemediklerini, geri dönmek istediklerini." söylediler. Rehberimiz de onları, Mohaçkale'de bir eve bırakarak "Bizleri sınıra bıraktıktan sonra, geri gelip kendilerini alarak, Azerbaycan sınırına, 400 dolar karşılığında götürebileceğini söyledi." Fatih Altaylı, bu teklifi hemen kabul etti.

Mohaçkale'ye saat 11.00 gibi ulaştık. Fatih Altaylı ve ekibini, mahalle arasında tek katlı bir eve bırakıp, ana yola tekrar çıktık. Bizim kanaatimiz oydu ki "Daha Çeçenistan'a girmeden bu kadar sıkıntı, tehlike yaşıyoruz. Daha sonra ne tehlikelerle karşılaşacağız kimbilir?" diye düşünerek, bundan sonrasının daha tehlikeli olacağı düşüncesiyle, yola devam etmekten vazgeçiyorlardı.

Mohaçkale'nin Hasavyurt'a giden ana caddesinde, bir benzin istasyonunda benzin ikmali yapıp, yola koyulduk. Rehberimiz, biraz ileride yolun kenarında bulunan tezgahlardan, yiyecek, içecek bir şeyler almak için, otobüsten indi. Tam bu sırada bir polis, şöförün yanına gelerek evraklarını istedi. Evrakları kontrol ederken, bir taraftan da, merdivenlerden otobüsün içine bakarken, gülerek "Bunlar kim? Turist mi?" diye sordu. Arabayı ilerdeki ekip otosunun yanına getirmesini söyleyerek, elinde evraklarla aşağıya inip, ekip otosuna doğru gitti. Rehberimiz, şöföre "Hemen ara sokağa girip, yolcu ve eşyaları indirmesini." söyleyerek, otobüsten inip kayboldu. Şöförümüz ara sokaktan, şehirler arası otobüs garajının arkasına götürdü. Biz tam buraya gelmiştik ki, rehberimiz, bir iki dakika geçmeden, iki tane minibüsle geldi. Çok acele ve telaşlanmadan, sakallıların perde çekilmiş minibüse, sakalsızların da diğer minibüse binmesini, söyledi. Acele olarak, herkes kendi eşyasını alarak minübüslere doluştu ve minübüsler iki dakika içinde yola çıktı. Otobüs şöförü orada öyle kaldı. Rehberimiz, böyle şeylere alışık olduğunu, bunların gayet normal olduğunu söyleyerek, bizleri rahatlatmaya çalışıyordu.

Yola koyulduktan sonra, 3 tane kontrol noktasını, hiç kontrola tabi tutulmadan geçerek, Çeçenistan sınırına 30-40 km. uzaklıktaki Hasavyurt şehrine ulaştık. Burada bir Çeçen evine misafir edildik. Bu arada saat, 13.00 olmuştu. Çeçen misafirperverliğiyle, ilk defa burada karşılaştık. Öğle yemeğinden sonra, namazları kılıp istirahate çekildik. Bu arada rehberimiz, bir kişiyi alarak yolu kontrol etmeye gitti. Üzerimiz çamur içinde olduğu için, üstümüzü değiştikten sonra, biraz uyuduk. 36 saat boyunca uyumamıştık.

Saat 18.00'de her tarafı kapalı bir kamyonla, yola çıkıyoruz. Saat 19.00'da Çeçenistan topraklarındayız. Saat 22.00'ye kadar bazen durarak, bazen çok yavaş giderek yol aldık. Bir noktaya gelip durduk. Rehberimiz, burada (geçmemiz gereken köy, Rus kuşatması altında olduğu için) yola devamın, mümkün olmadığını söyledi. Sınırı geçip, Hasavyurt'a 23.00 sularında geri döndük.

Geceyi aynı evde geçirdik. Sabah namazından sonra, tekrar yola çıktık. Saat 7.30'da tekrar Çeçenistan'da olduğumuzu söylediler. Saat 10.00'da Rus kuşatması altındaki Naiber'e, müslümanların hakim olduğu mıntıkadan girdik. Burasının Ruslar'ın elinde olan Gudermes'e 18.00 km, Vedeno'ya 60 km. uzaklıkta olduğunu söylediler. Bizi hemen bir eve aldılar. Ve kimsenin dışarı çıkmamasını tembihlediler. Biz, çekim için, izin aldık. Bize de çok dikkat etmemizi; çevrede Rus keskin nişancılarının olduğunu hatırlattılar. Bu arada çıplak gözle, Rus zırhlı araçlarını görüyoruz.

Rehberimizin temin ettiği, kaymak süt arası bir katık, çay, ekmek ve bundan sonra sık sık rastlayacağımız Baküs isimli haylayf türü bisküvi ile saat 11.00 sularında, tank ve top sesleri arasında, kahvaltı yapıyoruz. Kahvaltıdan sonra her ihtimale karşı, iki tam Baküs'ü cebime indirdiğimi gören Anatolia Bey'in "Çok uyanık, kara gün" dediğini, Yasir tercüme edince, hepimiz gülüştük.

Naiber'i saat 14.00'de terkediyoruz. Eşyalarla beraber bir kamyon yolculuğundan sonra, cepheye gideceklerle birlikte bizler indik. Anatolia Bey kamyonla devam edecek. Kendisiyle helalleşip vedalaştık. Herkes kendi eşyasını sırtlandı ve yürümeye koyulduk. Yanımızda muhafızlar ve yeni rehberimizle, bir saat kadar ormanda yol aldık. Yolu sürekli olarak kontrol ederek (özellikle ağaçların altından giderek), bir sonraki Çeçen noktasına ulaştık. Rehberimiz mola verdiğimiz ağaçların altında beklememizi, buradan daha ileriye götürmeye yetkisi olmadığını ve yetkili kimseyle buluşmaya gideceğini söyleyerek, uzaklaştı. On on beş dakika sonra, bir sonraki mıntıkanın sorumlularından bazılarıyla geriye döndü. Tekrar yola koyulduk ve 20 dakikalık bir yürüyüşten sonra, ormanın içinde bulunan bir mücahid mevziine ulaştık. Buradaki kardeşlerimizle kucaklaşıp, kısa bir sohbet yaptık. Bir taraftan fotoğraf ve kamera çekimlerini yaptık. Bazılarının, niçin geldiğimizi öğrenince, çok duygulandıklarını görüyoruz. Bir müddet sonra toparlanıp, yola devam ediyoruz. Saat 16.00 civarında, namaz için, bir dere kenarında, sık ağaçlıklı bir yerde mola verdik. Muhafızlardan biri "Dere suyundan içmemezi, Ruslar'ın zaman zaman dereleri zehirlediğini" söylüyor. Bunun üzerine biz de, arkadaşlara, ağız ve burnuna su vermeden abdest almalarını, tavsiye ettik. Tavsiyemize uydular. Ben abdest alırken, bir ara yanımızdaki ağaçların üst dallarını, mermilerin sıyırarak geçmeye başladığında, her kese yere yatmasını ikaz etmişler. Namazdan sonra, yürüyerek yola çıkıyoruz. Düz bir arazide bizi bekleyen bir kamyona, acele olarak biniyoruz ve süratle yol alarak, Alleroy'a ulaştık.

Burada Albay Vahid'le tanıştırılıyoruz. Albay Vahid'le sohbetimiz, bir tür sorgulanma şeklinde geçti. Sohbetin sonunda: "İstediğim cevabı aldım." Diyerek, memnuniyetini ve güvenini belirtti.

Bu arada ilk defa burada, köyün imamından, benzin ve mazot ihtiyaçlarını kendilerinin üretimiyle karşıladıklarını öğreniyoruz. Çeçenistan'ın bir çok yerinde, ilkel metodlarla petrol çıkarılıyor. Alleroy'da günde 3 ton ham petrol çıkarıp, bundan 1200 kg. benzin elde ettiklerini, kalanını ise damıtmada ve başka işlerde yakıt olarak kullandıklarını öğünerek anlattılar. Akşam saat 22.30'da, Alleroy'dan kamyonun farları sönük bir vaziyette yola çıkıyoruz. 5-10 dakikada bir (belli bir mıntıkayı geçene kadar) kontağı kapatıp, çevreyi dinleyerek yolculuğu sürdürüyoruz.

Saat 24.00 civarında, Nejeyurt'a bağlı Gensolc Köyü'ne ulaştık. Yine köy imamı ve oğlunun evinde misafiriz. Çeçenistan'da misafir olduğumuz her evde, misafirler sofradan kalkmadan, ev sahipleri yemeğe oturmuyorlar.

Yemeği, gece yarısı yiyip yatıyoruz. Sabah namazını müteakip barbunyalı, güzel bir kahvaltı yapıyoruz.

Naiber-Alleroy üzerinden, Genelkurmay Karargahı'nın bulunduğu Vedeno şehrine ulaştık. Burada bizi Şamil Basayev karşıladı.

Şamil Basayev, ilk gördüğüm anda, Fetih Suresi'nin son ayetlerini hatırlattı. "Muhammed Allah'ın Rasülü'dür. Ve O'nunla birlikte olanlar da kafirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler."

Kendisiyle yaklaşık 45 dakika yaptığımız görüşmede, sıcakkanlı, canayakın ve sempatik bir izlenim bıraktı. Görüşmemizin akabinde, hemen yanıbaşımızda bulunan askerleriyle, aralarında geçen diyaloğları; bana, Şehid Reisimiz Metin Yüksel'i hatırlattı. Askerleriyle olan samimi ve şakalaşan davranışları, tıpkı Metin Yüksel'in davranışı gibi idi.

Kendisiyle tanışma faslını bitirdikten sonra, sıcak temasın bulunduğu cephelere gitmek isteğimizi söylediğimizde, bize çok tehlikeli olduğunu ve korkabileceğimizi söyledi. Ben de kendisine Afganistan'da ve Bosna'da, cephelerde bulunduğumu anlattım. Bunun üzerine işaret parmağı ile bir tarafı işaret ederek, "Şurada 3 km. ilerde on günden beri Ruslar'la savaşıyoruz. Sizi oraya götürebilirim." Cephede durumun nasıl olduğunu sorduğmuzda ise cevabı şaşırtıcıydı "Yaklaşık yüze yakın tank ile bize saldırdılar. On günden beri bir adım ilerleyemediler. Fakat on gündür Vedeno'yu uçaklarla bombardıman ediyorlar. Şehirde isabet almadık bina neredeyse kalmadı. Maalesef, uçaklara karşı uçaksavarlarımız yeterli değil. Bizim elimizdeki uçaksavarlar 1.000-1500 m. menzilli. Uçaklar ise 3.000 m.den aşağıya inmiyor. Yukarıdan bombaları sallayıp kaçıyorlar. Bizim ise elimiz kolumuz bağlı, sadece taciz atışı yapabiliyoruz. Ama karada bir adım bile attırmıyoruz. On günden beri, sadece kırk kişi karşısında, bir adım bile ilerleyemiyorlar." Bu konuşma esnasında sağımızda, solumuzda bir sürü asker bulunmaktaydı. Ben bu askerleri göstererek "Cepheye neden daha fazla asker götürmüyorsunuz?" diye sorduğumda, beni hayrete düşüren, şu cevabı vermişti "İhtiyacımız yok. Sadece bu askerleri bazen 24 saatte, bazen iki günde bir değiştiriyorum." Bu cevap karşısında o anda biraz inanamamıştım, daha doğrusu mutmain olmamıştım. Karşımdaki yiğit müslümanın, yalan söylemediğine kesin kanaat getiriyor olmama rağmen, söyledikleri bana imkansız gibi gelmişti. Kendisiyle görüşmemiz uzadıkça, içimde bir yakınlık, sıcaklık oluşmaya başladı ve söyledikleri bana Hz. İbrahim (as) ile Cenab-ı Hakk arasında geçen kıssayı hatırlattı.

"Hani İbrahim:'Rabbim bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster' demişti. (Allah O'na): 'İnanmıyor musun?' deyince 'Hayır (inandım), ancak kalbimin tatmin olması için.' demişti. Öyleyse dört kuş tut. Onları kendine alıştır, sonra onları (parçalayıp) her bir parçasını bir dağın üzerine bırak, sonra da onları çağır. Sana koşarak gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir." Bakara Suresi 60

Kendisiyle kısa görüşmemiz sonunda, Aslan Mashadov ile görüşmemizin akabinde gelip, bizi alarak 3 km. ilerdeki cepheye, birlikte gitmeyi kararlaştırdık. Fakat bizim Genel Kurmay Başkanı Sayın Aslan Mashadov ile görüşmemiz sonunda, akşam oldu. Ertesi gün de, olağan üstü bir bombardıman yaşadık. Karargahın, Vedeno'yu boşaltma kararı; ertesi gün, ilkindiden sonra başladı. Kafkasya'nın kahramanı, yiğit insan, Şamil Basayev ile bir daha yüz yüze gelemedik.

Bu görüşmemizden iki hafta sonra Şamil Basayev, Ruslar'ı dize getiren o meşhur Budennovsk Baskını'nı gerçekleştirdi. Bu baskının, ajanslarda birinci haber olarak yer almasıyla, biz de haberdar olduk ve ilk duyduğum andan itibaren, bu yiğit müslüman kardeşimizin eyleminin başarıyla neticelenip, sağ salim ülkesine dönmesi için, namazlardan sonra dua ediyordum. u00bb

Bu seyahatimizde o zaman Genelkurmay Başkanı olan Aslan Mashadov, Başbakan Zelimhan Yandarbiyev, çevre ülkelerden ve halkı Müslüman olan ülkelerden gelip, Çeçen kardeşlerine yardım etmek isteyen, gönüllü mücahid birliklerinin Komutanlığını yapan ve kendisi Tıp Doktoru olan İslam Halimov ile de görüşmüş ve savaşın gidişatı ile ilgili bilgiler almıştık.

Türkiye Müslümanlarının, Çeçen kardeşlerine gönderdikleri emanet parayı da, bizzat Aslan Mashadov'a teslim etmiştik.

Buraya ulaşmamızın 4. Veya 5. Günüydü sanıyorumu2026

Sabah namazını kıldıktan sonra, biraz istirahat edelim diye uzanmıştık ki, birden Rus uçaklarının bombardımanıyla, yerimizden fırladık. Kamerayı kaptığım gibi, dışarıya fırlamam bir olmuştu.

İlk bomba, bizim bulunduğumuz mücahid karargahının, 50 metre kadar ilerisine düşmüştü. Ben bunu çekmeye çalışırken, ikinci bombanın20-30 metre arkamızda bulunan ve akşam Çeçen askerlerle birlikte yemek yediğimiz; 50-60 kadar askerin kaldığı binayı, vurduğunu gördüm. Hemen, o tarafa yöneldim. Bir taraftan, kamera çekimine devam ediyordum. Her taraf toz duman içerisindeydi. Toz duman arasından, akşam birlikte yemek yediğimiz ve daha sonra sohbet ettiğimiz askerlerden birisinin; toz toprak içerisinde, duman bulutunun arasından bir hayalet gibi çıktığını, bu yazıyı yazarken bile taptaze hatırlıyorum. İsabet alan binaya doğru yürümeye devam ederken; uzaktan, uçağın attığı bombaların sesleri yankılanıyordu. Bina büyük hasar almıştı, tavanın büyük bir kısmı ve yan duvarların da bazıları, tamamen yıkılmıştı. Ranzaların birçoğu paramparça olmuş, yıkılan duvar deliklerinden dışarıya, oraya buraya savrulmuştuu2026

Yaklaşık iki saat, bombardıman görüntülerini çektik. Daha sonra da jeneratörde, Kameranın bataryalarını şarj ettik.

Çekimlere devam ederken, uzaktan sakallı bir askerin, elinde keleş ile bize doğru geldiğini gördüm. Hemen onu çekmeye başladım. Yanıma yaklaştığında, kendisine selam verdim ve yanımda bulunan Tercümanım Yasir vasıtasıyla, adını sordum. Abdülhalim dedi. Telaffuzu Çeçenlerinkine benzemiyordu. Şivesini farklı bulduğum için, Arapça biliyor musun? diye, Arapça olarak sordum. Evet deyince Nerelisin? diye sordum. Argun diye cevap verdi. Fi Emanillah diyerek, yoluna devam ettiğini hatırlıyorum şimdilerdeu2026

Yıllar geçti aradanu2026

2000 yılı Mayıs ayı başlarında Selam Gazetesi çalışanlarına yönelik yapılan operasyon sonunda, yasadışı 'Tevhid Selam Örgütü'ne mensup olmaktan tutuklandım ve Eskişehir Özel Tip Cezaevi'ne konuldum. Hanım, her hafta ziyaretime geliyordu. Yanlış hatırlamıyorsam, 2002 senesindeydi. Yine hanım ziyarete geldi. Binamıza gelen ve bir senedir komşumuz olan Çeçen Aileye, yardımcı olmaya çalışıyorduk. Hanım, Melike isminde olan Çeçen komşumuzla, bir iki gün önce, benim Çeçenistan resimlerime bakarlarken, Çeçen Melike, birden Abdülhalim Sadullayev ile birlikte çektirdiğimiz resmi görünce:

-Aaa bu bizim Başkanu2026 diye, hayretle haykırır.

Abdülhalim Sadullayev Kimdir?

1967 yılında, Çeçenistan başkenti Ceharkale'nin (Grozni) 12 kilometre uzağında bulunan, Argun şehrinde doğdu. Çeçen Ustradoy aşiretine bağlıdır (Biltoy aşiretinin öz koludur). Ustradoylar, Argun kentini kuranlar olarak biliniyor.

Sadullayev, Çeçenistan'ın tanınmış İslam alimlerinden, eğitim aldı.

Çeçenistan Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesinde okudu, ancak savaş nedeniyle bitiremedi. Çeçence, Arapça ve Rusça bilmektedir.

Birinci Rus-Çeçen savaşına katıldı. Birinci ve İkinci Rus-Çeçen savaşlarında, aktif olarak savaştı. Çeçen televizyonunda, İslami vaazlar verdi. Argun cemaati başkanlığı yaptı. Çeçenistan'ın farklı bölgelerinde, İslami konferanslar verdi. Bir dönem Argun Camii imamlığı yaptı.

2002 yılında Çeçenistan Yüksek Mahkemesi Hukuk Komisyonu'nun başına tayin edildi.

Eşi 2003 yılında, Ruslar tarafından esir alındı. Sadullayev ve Çeçenistanlı direnişçiler hakkında bilgiler almak için, ağır işkencelere tabi tutulan eşi, vahşete dayanamayarak, işkenceler altında şehit oldu.

Aslan Mashadov'un 08 Mart 2005 tarihinde şehit edilmesinin ardından, Çeçenistan Devlet başkanlığına seçildi.

17 Haziran 2006'da şehid olduğu zaman, kendisini şehid eden işbirlikçiler bile şöyle diyorlardı: "Galiba Allah'ın sevdiği bir kulu öldürdük, Nur gibi parlıyor baksanıza."

Abdul-Halim'in akıttığı kan bile elinde, Allah lafzını oluşturmuştu. İnsanlar, elindeki Allah lafzınn,net bir şekilde okuyabiliyorlardı.

Allah rahmet eylesinu2026