Siyasal sistemlerin yerleşik kıldığı genel davranışlar, tavırlar, inanç ve değerler; klanlardan uluslara değin gelen çizgi içinde elde edilen tüm siyasal bilgi ve deneyimler siyasal kültür adı altında toplanmaktadır. Görece, tarihsel boyutun dışında herhangi bir toplumun siyasal kültürü, o toplum bireylerinin siyasal kurumlar karşısındaki tutum, davranış ve eğilimlerini ifade eder. Tarihsel süreç içinde kazanılan siyasal kültürden ayırmak için, buna siyasal kültür anlayışı demek de mümkündür. Örneğin, bir toplumun üyelerinin ülkemizdeki siyasal olaylara, hükümet politikalarına, siyasal parti, anayasa ve meclis gibi kurumlara olan duyarlılığı; katılım oranı, mevcut siyasal düzenin değişimi veya dönüşümü için gösterdiği çabalar, o toplumdaki siyasal kültür seviyesini yansıtmaktadır. "Siyasal kültür" deyimi XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çok tutulmuş olmakla birlikte, İbn-i Haldun'dan Max Weber'e kadar birçok düşünür tarafından dolaylı ya da dolaysız olarak ele alınıp irdelenmiştir.
Devlet ve Meşruiyet: İktidar,en geniş anlamda toplumda yönetme ve yönlendirme gücüdür. İnsanlar arasındaki ilişkilerin her düzeyinde görülür. İktidarı, yani erki elinde tutan birey ya da bireyler topluluğu, yönetimi altındakilerin istekleri olsun ya da olmasın, onları yönlendirebilir veya etkileyebilir. Elinde güç ve yetki bulunan herhangi bir organ ya da hüku00fbmet, iktidarı ifade eder. Egemenlik ise genel anlamda herhangi bir devletin iktidarı kullanması anlamına gelir. Yasal bakımdan, egemenlik, devletin ayırıcı vasıflarından biri olarak kabul edilmektedir. Bu bakımdan devlet, sınırları belirli bir ülkede yaşaya halk üzerinde egemen olan yüksek otoritedir.
Devlet, temelde egemenlik ilişkilerinden oluşan bir kurum veya bir örgütten başka bir şey değildir. Ne var ki bu kurum veya örgüt, toplumsal hayatta mevcut diğer kurum ve örgütlerden oldukça farklı özelliklere sahiptir. Her şeyden önce devlet, diğer tüm toplumsal kurum ve örgütlerin en kapsamlısı olup onları da kapsamına almaktadır. Hiçbir kurum veya örgüt devlet egemenliğinin üzerinde olamaz; en üstünü ancak devlettir. Bu bakımdan devlet en yüksek yaptırım gücüne sahiptir. Bu gücün bir takım sınırlar dahilinde işlemesi onun üstünlüğünü ortadan kaldırmaz. Devlet bu egemen özelliğinden hareketle meşru cebir kullanma, emirlerini direnmeye rağmen zorla yaptırabilme özelliğine sahiptir. Diğer yandan devlet kurumuna veya örgütüne vatandaşların üyeliği mecburi üyeliktir. Bir devletin ülkesi üzerinde yaşayan insanların devlet üyeliği istendiğinde rahatlıkla terk edilecek bir üyelik değildir. Belli sorumlulukların yerine getirilmesi zorunludur.
Başta anarşizm olmak üzere, devlet örgütünün ortadan kalkması gerektiğini savunan görüşler bulunmaktadır. Ancak, insan-toplum-yer yüzü gerçekliği penceresinden bakıldığında, devlet'in hala zaruri bir kurum olduğu ortadadır. Günümüzde, devletin ortadan kalkması halinde oluşacak kaousun, kaosun da çok katı diktatörlük getireceğini anlamayan anarşizmin bu basit gerçeklik karşısındaki çaresizliği, onu marjinalleşmeye ve ciddiye alınamazlığa mahku00fbm etmektedir.
Siyasal Partiler: Siyasal partiler, belirli makamlara aday olan kişilerin toplandığı, düşünce ve ideolojilerin yayıldığı örgütsel araçlardır. Partiler, yönetim organlarını organize etmeye, onlara hakim olmaya ve ulusal çapta yol gösterticilik yapmaya çalışırlar. Parti sistemleri, bir uçta çok partili sistemlerden diğer uçta tek partili tekelci devletlere kadar çok çeşitli biçimler alır. Çok partili sistemler Britanya, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa ve Almanya gibi liberal demokratik toplumlarda güçlüyken, tek parti hakimiyeti özellikle Kenya ve Zimbabwe gibi Afrika ülkelerinde görülür. Parti sisteminin türünün, toplumun gelişim düzeniyle ilişkili olduğu ileri sürülmüştür, fakat ortaya çıkan sistemin türünü etkilemede yerel tarihsel ve siyasal faktörler muhtemelen çok daha önemlidir.
Çıkarla ilgili meseleler, liderler, eylemciler ve destekçilerin sosyo-ekonomik temellerini; partilerin benimsediği sosyo-politik ideolojileri, gücün parti örgütü tarafından kabul edilen farklı kollektiviteler arasındaki dağılımını ve desteği harekete geçirme tekniklerini kapsar. Konu, Alman sosyolog Robert Michels tarafından geniş olarak kaleme alınmıştır. Michels, örgütsel güç üzerinde durduğu bu çalışmasında, partinin giderek bürokratikleşmesiyle birlikte ona egemen olmaya başlayan parti liderleri ve yöneticilerinin oligarşik eğilimlerine dikkat çekmiştir. Lider ve yöneticilerin kişisel hedeflerine yönelik inanç ve tutumları, değişmez biçimde her partinin tabanını oluşturan insanların inanç ve tutumlarından çok daha az radikaldir. Dahası, örgütsel prosedürler halkın özlemlerini boğmaya katkıda bulunarak radikal hedeflerin gerçekleşmesini engellemektedir. Öte yandan, başka alanlardaki araştırmaların ortaya koyduğu kanıtlar, parti liderlerinin oligarşik eğilimlerinin u2013özellikle siyasal partilerin kurumsallaşmasını değerlendirirken- gerektiğini göstermiştir.
Siyaset bilimcileri ayrıca, partilerin siyasal süreçlerdeki rolünü ve farklı siyasal rejimlerin hangi ölçüde açık ya da kapalı diye nitelenebileceğini araştırmışlardır. Liberal görüşe baktığımızda, siyasal partilerin, baskı grupları ve diğer çıkar gruplarıyla birlikte, toplumdaki farklı sosyo-ekonomik grupların temsilcileri olarak bir iktidar yarışına girdiklerine dikkat çekildiğini görürüz. Açık biçimde yürütülen bu yarışın sonucunda ortaya çıkan çoğulcu siyasal sistemlerde, iktidar kümülatif değildir ve paylaşılmaktadır. Siyasal partilerin liberal demokrasilerde olumlu bir rol oynadığının vurgulanması, çok sayıda eleştiriye hedef olmuş, siyasal karar süreçlerinin belirli grupların egemenliği altında olduğu iddia edilmiştir. Dahası, gözlenebilir parti politikası incelenmeye değer bir olgu olarak görülürken, esas olarak pek göze çarpmayan, ince iktidar biçimlerinin göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Özetle, liberaller siyasal partilerin temsili demokrasilerdeki önemli rolünü vurgularken, neo-Marksistler siyasal partilere aynı derecede önemli bir rol atfetmezler. Kapitalist toplumlarda, başat ekonomik gücün aynı zamanda yönetici sınıf olmasından dolayı, parlamenter politikanın aldatıcı ve dikkatleri açık bir şekilde siyasal iktidarın gerçek kaynaklarından başka yöne çeken bir ideolojik strateji olduğu iddia edilmiştir. Ki bu iddianın önemi ve gerçekliği, halen yürürlülükte olan parlamenter yapılarda sarih olarak görülebilmektedir.
Ögürlük- Demokrasi İlişkisi: Özgürlük, bireylerin kendisi kendi olarak ve iradu00ee anlamda, yaşadığı alan içinde var olma arzu ve isteğinin içselleştirilmişliği, bunun zihinsel ve davranışsal olarak dışa vurumudur. Ancak, toplum ve yer yüzü gerçekliğinin bilincinde hareket eden her birey, özgürlüğün soytarılık anlamına gelmediğini, imkan alanlarını en insani ölçütlerle kullanılması gerektiğini bilir. Kamusal alanda özgürlük, yasaların izin verdiği şeyleri yapabilmek ve yasakladığı şeyleri de yapmamaktır. Eğer bir kimse yasaların yasakladığı bir şeyi yapabilirse, yönetici irade bunun özgürlük olmadığını, çünkü herkesin aynı şekilde hareket etmesi halinde kaos çıkacağını vurgular. Buna göre özgürlük; ancak yasallığın izin verdiği şeyleri yapmak, izin verilmeyen şeyleri yapmamak, meşru olan alanlarda ise düşünce ve pratik olarak güven içinde hareket edebilmek anlamına gelmektedir.
Özgürlük kişinin kendini güven içinde hissetmesi olduğuna göre, özgürlük ortamı da hiç kimsenin diğerinden korkmadığı bir ortamda yaşamasıdır. Demokrasi halkın hem yöneten, hem de yönetilen durumunda olduğu bir yönetim biçimidir. Oyu ile iradesini açıklayan halk yönetendir, egemen kişinin iradesi egemen gücün kendisidir. Oy hakkını belirleyen yasalar ise bu yönetim biçiminin temel yasaları olacaktır.
Büyük Sorunlar: Büyük Düşünmenin Zorunluluğu ve Hızlı Radikal Çözüm Arayışları:21.Yüzyıl'ın başında dünya halkları daha da yakınlaşmaktadırlar. Uydu televizyonları, internet, ulus-lar arası uçuşlar ve nükleer teknik, biyoloji ve kimya alanlarındaki gelişmeler, bütün insanlığı ortak kaderin birbirine bağladığı deneyimini şimdiye kadar olmamış bir boyutta ortaya çıkarmaktadır. Karşılıklı bağımlılıklar artmıştır. Bir ülkede meydana gelen çevre kirliliği, komşu ülkelerde de aynı zararı vermektedir. Ulusal iktisatlar birbirleri ile bütünleşmekte ve yeni buluşlar üretim güçlerinin hızlı artışına neden olmaktadır. Son yirmi içerisinde dünya gayri safu00ee hasılası ikiye katlanmış ve dünya ticareti üç kat artmıştır. Enerji tüketimi nefes kesici bir hızla büyümektedir. Buna rağmen; 'Gelişmiş ülkeler sürekli büyüyen bir zenginliği biriktirirken, her gün yüz binlerce insan yeterli gıda bulamamanın sancısını çekmektedir. Dünya Beslenme Örgütü FAO'nun verilerine göre on iki milyar insanı doyuracak gıda maddesi olmasına rağmen, binlerce çocuk açlıktan ölmektedir.'
Dünya ittifak sistemleri yeterli güç ve donanıma sahip "büyük güç" niteliğine haiz devletlerin hasisliği ve lokal çıkarları nedeniyle Suriye, Irak, Afganistan, Doğu Türkistan, Filistin ve terör bölgelerinde mümkün çözümler için gerekli adımlar atılmamaktadırlar. Afganistan'dan Mısır'a, Libya'dan Suriye'ye, Doğu Türkistan'dan Filistin'e değin pek çok coğrafya toplumsal sorunlarla, yönetimlerin baskısıyla ve gayri insani şartlar içinde kıvranırken, "özgürlük ve demokrasi" ideallerinin boş bir söylemmiş gibi anlamsızlaştığı, bunun yerine egemen güçlerin kendi gelecek kaygılarının esas olduğu görülmektedir. Egemenlik ve etki alanları üzerine yürütülen mücadelede özellikle ABD, insan hakları ve Cenevre Konvansiyonu'nu ayaklar altına almaktadır. Kendi çıkarları için Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa da aynı çıkarcı saiklerle uluslar arası hukuku bir yana itmekte ve saldırı savaşlarının her türünü yasaklayan normları tanımamakta, mazlum halkların öldürülmeleri umursanmamaktadır.
Dünyanın çeşitli bölgelerindeki yoksulluk ve siyasal boşluklar terörist mahfillerin yuvalanmasına neden olmakta, bunların fiiliyatları egemen güçlere uzanınca harekete geçilmektedir. Ancak köklü çözümler yerine, sadece kendilerini güvende tutacakları bir ölçüyü aşmayan paryatif bazı adımlar atmaktadırlar. Nitekim ABD ve bazı müttefiklerinin DEAŞ denilen fitne ve şiddet hareketi karşısındaki tutumları bunun göstergesidir.Bütün bu sorunlar, yeni toplumsal hareketleri var etmekte ve yeni tepkilere neden olmaktadır.Bu tepkiler;
* Endüstriyel büyümenin ve teknolojik gelişmenin yarattığı yeni sorunlara tepki.
* Doğa ve kültürel mirasların yok edilmesi uğruna yapılan kentleşme ve kalitesiz kitlelerin hukuk tanımazlığına ve fütursuzca dünyayı kemirmelerine karşı duyulan tepki.
* Eski siyasi argümanlara dayalı statükocu hareketlere, yanıltıcı ve insaniliği yok eden postmateryalist- seküler çıkışlara tepki.
* Birleşmiş Milletler'in vesayetçi yapısına tepki.
* Kültürel-siyasal bir pafta olarak Batı'nın iki yüzlülüğüne tepki.
* Sivil ya da militarist bürokratik oligarşiye olan tepki.
* Küresel dünya düzleminde "hız"ın önem kazanmasına karşın, eski siyasal yapıların hantallığına tepki.
* Zaafları nedeniyle ülkelerin bazılarını siyasi parti çöplüğü konumunda olan parlamenter sisteme karşı duyulan tepki.
* Vasıfsız olmakla birlikte, ihtiraslı fakat istidatsız, ekonomik çıkarlar peşinde koşan bazı kişilerin parti sığıntısı içinde halk ve lider/dalkavukluğu yoluyla seçilme şansına sahip olma çabalarına karşı duyulan tepki.
*Din ve sair kutsalları istismar ederek var olmaya çalışan, kendi icat ettikleri gayeler uğruna her yolu mübah görecek kadar onursuzlaşan, kendi içlerinde fedakar, dışarıya karşı hasis iki yüzlü ahlaksız, sinsi ve ihanetten çekinmeyen örgütsel yapılara karşı tepki vsu2026
Bu temel sorunlar ve tepkiler ülkemizin insanlarını çok daha özel ve özgün yanlarıyla yakından ilgilendirmektedir. Mevcut "parlamenter sistem" ile bunun revizyonu ya da tümüyle değiştirilip yerine ikame ettirilmesi arzu edilen "başkanlık sistemi" de bu temel sorunların ve bunlar üzerine tartışmaların odağındadır.
(Devam Edecek)