Beled Sûresi Tefsiri (Ömer Çelik)
1. Yemin ederim bu beldeye.
2. Ki, Rasûlüm sen bu beldede yaşamaktasın.
3. Yine yemin ederim babaya ve çocuğuna ki:
“Belde”den maksat, Mekke şehridir. Mekke, daha önce çöl halinde, dağlar arasında susuz, bitkisiz bir vâdiydi. İbrâhim (a.s.), hanımıyla kundaktaki çocuğu Hz. İsmâil’i getirip buraya bırakmıştı. Kâbe’yi inşâ ettiğinde çevresinde burayı şenlendirecek insanlar yoktu. Fakat daha sonra bu şehir, bütün Arabistan’ın merkezi haline geldi. Asırlardır anarşi içinde yaşayan Arabistan Yarımadası’nın en emin yeri burası oldu. Bu sebeple Tîn sûresinde de: “Yemîn olsun bu güvenli Belde’ye” (Tîn 95/3) buyrulur. Burası, Âlemlerin Efendisi (s.a.s.)’in doğup büyüdüğü şehirdir. Resûlullah (s.a.s.) orada ikâmet etmiştir. Orada nübüvvet ve risâlete nâil olmuştur. Kur’an ona bu mukaddes beldede nâzil olmaya başlamıştır. Dolayısıyla onun burada bulunmasıyla şehrin önemi ve yüceliği daha da artmıştır. Bu şehir cana dokunulmaz, ot koparılmaz bir harem bölgesi iken, işin dikkat çeken yönü, müşrikler tarafından Peygamber (s.a.s.)’in burada öldürülüp ortadan kaldırılması “helâl” sayılmaya başlanmıştı. Efendimiz (s.a.s.) ve müslümanlara akla hayale gelmedik işkenceler ve eziyetler yapılmaktaydı. Bu sebeple “insanın kaderinde zorluklara göğüs germe” olduğu bildirilerek onlara sabırlı olmaları ve tahammül göstermeleri öğütlenir. “Baba ve çocuğu”ndan maksadın, bir sonraki âyetin işaretiyle, ya Hz. Âdem ve zürriyeti veya tüm babalar ve çocuklar olduğu anlaşılır:
4. Biz insanı dünya ve âhirette karşılaşacağı pek çok zorluk içinde yarattık.
İnsanın yaratılışı ile alakalı olarak burada اَلْكَبَدُ (kebed) kelimesi kullanılır. “Kebed”; zorluk, meşakkat, sıkıntı, şiddet mânalarına gelir. İnsan zorluklar içinde yaratılmıştır. Onun toprak halinden başlayıp babasının sulbünde meni oluncaya; ana rahmine nutfe olarak bırakılıp pek çok safhadan geçerek insan haline gelinceye; dünyaya gelip bebeklik, çocukluk, gençlik, ergenlik dönemlerini geçerek olgun insan oluncaya; yaşlanıp, ihtiralığın sıkıntılarına katlanıp ölünceye; öldükten sonra kabirden, mahşerden, hesaptan geçip cennete yahut cehenneme varıncaya kadar karşılaşacağı nice zorluklar, yüz yüze geleceği nice meşakkatler vardır. Bu yolculuk esnâsında insanı nice tehlikeler beklemektedir. Buna göre zorluklar ve meşakkatler içinden insanlık gayesine ermeye çalışmanın, insan yaratılışının ayrılmayan bir vasfı ve Yaratıcı’nın değişmez bir kanunu olduğu anlaşılır. O halde dünya bir eğlenme ve dinlenme yeri değildir. İnsanın buradaki vazifesi eğlenmek, günü gün etmek değildir. Burada ebedî hayatı kazanmak için bir kısım zorluklara katlanmaya hazır olmak, zorluklar karşısında hemen yorgunluk ve yılgınlık göstermeyip dayanmak gerekir. Dolayısıyla âyet, müşriklerin eziyetlerine maruz kalan Peygamberimiz ve müslümanları teselli etmektedir.
Diğer taraftan, “kebed” kelimesini zorluk mânası yanında çetin huyluluk, kuvvetlilik anlamı da vardır. Buna göre insanın tabiatında zorluk çıkarma, kılçıklık yapma ve işi yokuşa sürme gibi bir özelliğe dikkat çekilir. Özellikle bu tînette olan kimseler, kendilerini güçlü hissedince başkalarını incitmekten ve işlerini güçleştirmekten zevk alırlar. Kendilerini herkesten üstün ve yenilmez görürler. Nitekim devam eden âyetler de insanın bu yönüne dikkat çeker:
5. Yoksa o, kendisine hiç kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?
6. , İslâm’a düşmanlık yolunda övünerek: “Yığın yığın servet tükettim” diyor.
7. Yoksa, kendisini kimsenin görmediğini mi sanıyor?
Buradaki insandan maksat, her insan değil, özellikle Allah’a ve âhirete imanı olmayan mağrur ve mütekebbir kimselerdir. Çünkü bu âyetler, malına mülküne güvenerek kendilerini yenilmez zanneden müşrik ileri gelenler hakkında inmiştir. Zira onlar, Peygamber (s.a.s.)’i mutlaka mağlup edeceklerini düşünüyor, bu hususta kimsenin kendilerini yenmeye güç yetiremeyeceğini iddia ediyorlardı. Neleri varsa hepsini Allah’a ve Peygamber’e düşmanlık yolunda harcıyorlardı. Bu sebeple bu malların sarfına kendi ağızlarından الإهلاك (ihlâk) yani “kendilerine hiçbir fayda sağlamayacak şekilde telef etme” ifadesi kullanılmıştır. Onların bu hâli âyet-i kerîmede şöyle beyân edilir:
“İnkâra saplananlar, mallarını insanları Allah yolundan çevirmek için harcarlar. Onu böylece harcamaya devam edeceler. Ama harcanan bu mal onlara bir pişmanlık sebebi olacak. Çünkü hedeflerine varamadan mağlup edilecekler. Neticede kâfirler toplanıp cehenneme sürülecekler.” (Enfâl 8/36)
Rivayete göre Haris b. Âmir isimli önde gelen bir Mekkeli, sözde müslüman olmakla birlikte sürekli günah işliyor, ardından durumunu Resûlullah’a anlatıyor, o da günahlarının kefareti için sadaka vermesini emrediyordu. Sonunda bu sözde müslüman, “Muhammed’in dinine girdikten sonra kefaret ve sadaka vere vere elimde avucumda bir şey kalmadı” demişti. 6. âyet bu olaya da ışık tutmaktadır. (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, XX, 64)
İster kâfir, ister münafık kim olursa olsun, İslâm düşmanlığı yolunda mallarını harcarken kendilerini kimsenin görmediğini sanabilirler. Halbuki Allah onları görmekte, neyi nereye harcadıklarını bilmektedir ve bunun hesabını soracaktır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Hiçbir kul, kıyâmet gününde, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücûdunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet 1)
Bu sorgulama ilâhî adaletin bir gereğidir. Zira Allah Teâlâ insana çok büyük bir değer vermiş, onu eşsiz özelliklerle donatmıştır:
8. Biz ona vermedik mi iki göz?
9. Bir dil ve iki dudak?
10. Biz ona hayır ve şer iki yolu da gösterdik.
İnsana verilen iki gözden kasıt, hayvanî gözler değil insanî gözlerdir. O, gözünü açıp kâinata ibretle bakarsa, orada Allah’ın kudret tecellîlerini ve hakîkatin işaretlerini görecektir. Böylece yanlış ile doğru arasındaki farkı anlayabilecektir. Dil ve dudaklardan kasıt, sadece konuşan azalar değil, aslında insanı insan yapan özdür. Çünkü bu azaların arkasında, bunları belli bir istikâmette kullanan insanın düşünme ve anlama istidâdı vardır. Bu azalar, sadece insanın hissettiğini dile getirmek için birer vasıtadırlar. Allah Teâlâ, insana sadece akıl ve düşünme istidadı vererek kendi kendine doğru yolu bulsun diye bırakmamıştır. Ayrıca gönderdiği peygamberler ve onlara indirdiği kitaplar vasıtasıyla ona yol göstermiştir. Aklını kullanıp tercihini bizzat kendisi yapması için ona iman ve küfür, hayır ve şer, iyilik ve kötülük, doğruluk ve eğrilik gibi biri diğerine zıt iki yolu göstermiştir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Doğrusu biz insanı baba ve anneden gelip birleşen karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan etmek istiyoruz; bu sebeple kendisini işiten ve gören bir varlık kıldık. Biz ona doğru yolu da eğri yolu da gösterdik. Artık isterse şükreder, doğru yolda gider; isterse nankörlük edip eğri yollara sapar.” (İnsân 76/2-3)
Ancak insanın önündeki sarp yokuşu aşıp şükreden bir kul olmaya çalışmaktan çok tembellik ve nankörlüğe meyilli olduğu anlaşılmaktadır:
11. Fakat insan, sarp yokuşu aşmak için bir gayrete soyunmadı.
12. Sen o sarp yokuşun ne olduğunu bilir misin?
13. Bir köleyi veya esiri hürriyetine kavuşturmaktır.
14. Yahut bir salgın açlık gününde yemek yedirmektir;
15. Ya bir akraba olan yetîme,
16. Veya toprağa uzanıp kalmış, hiçbir şeyi olmayan yoksula.
17. Bir de iman etmek ve birbirlerine sabır ve merhamet tavsiye edenlerden olmaktır.
18. Böyle yapanlar, amel defterleri sağlarından verilecek olan uğurlu ve mutlu kimselerdir.
İnsana gösterilen iki yoldan biri iman yolu, diğeri küfür yoludur. Biri cennete, yükseklere varan yol; diğeri cehenneme, alçaklara giden yoldur. Yükseklere giden yol, yokuştur, sarptır, meşakkatli ve zor geçitlere sahiptir. Ona tırmanmak, geçitlerini geçmek için insanın nefsânî arzularına ve şeytanın vesveselerine karşı mücadele etmesi lazımdır. Aşağılara giden yol, insanı uçuruma götürür. Bu yol kolaydır. Çünkü oradan aşağı yuvarlanmak için bir meşakkate ihtiyaç yoktur. İnsanın kendini serbest bırakması yeterlidir. İşte kendisine iki yol gösterilen pek çok insan, nefsine kolay geldiği için uçuruma giden yolu tutmuştur. Kendini yükseklere çıkartacak sarp yokuşu tırmanmaya ve o yokuştaki zor geçitleri geçmeye cesaret edememiştir.
İnsanı cennet bahçelerine yükseltecek, Allah’ın rızâsına, muhabbetine ve cemâline yakınlaştıracak o sarp yokuşun geçitleri şöyle haber verilir:
› Bir köleyi veya esiri bedelini ödeyerek hürriyetine kavuşturmak.
› Her tarafı sarmış açlık ve kıtlık günlerinde akraba olan yetîmi, yahut akraba olmayan fakat çaresizlik ve halsizlik içinde toprağa uzanıp kalmış, kımıldayacak mecali olmayan, hiçbir şeyi bulunmayan bir yoksulu doyurmak.
Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Yoksula verilen sadaka bir sadaka, akrabaya verilen sadaka ise iki sadaka yerine geçer: Biri sadaka sevabı, öteki de akrabayı koruyup gözetme sevabıdır.” (Ebû Dâvûd, Savm 21; Tirmizî, Zekât 26)
Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt Hocaefendi’nin, muhtâca yardımla alâkalı son derece ibretli bir hâtırası şöyledir:
Bir kış mevsimi, akşam vakti sokaktan yoğurtçu geçer. Kızına yoğurt alalım mı, diye sorar. Kızı evde yoğurt olduğunu ve ihtiyaçlarının bulunmadığını söyler. Biraz sonra yoğurtçu tekrar; “Yoğurt alacak var mı?” diyerek sokaktan geçer. Hocaefendi tekrar sorar. Kızı aynı cevâbı verir. Hâdise bir kere daha tekerrür edince kızı dayanamayıp sorar:
“–Babacığım, ihtiyacımız olmadığını söylemiştim. Bu kadar ısrarınızın sebebi nedir?”
Hocaefendi’nin cevâbı, hassas bir mü’min gönlünün güzelliğini sergilemektedir:
“–Kızım, adamcağızın çok ihtiyacı olmasa, akşam vakti, bu kışta-kıyâmette niye bu kadar dolaşıp dursun. Biz şu yoğurdu alalım da zavallı evine gitsin. Sen nasıl olsa yoğurtla yapacak bir şeyler bulursun. Bu şekilde belki garibin ihtiyacı görülmüş olur…” (Topbaş, Faziletler Medeniyeti, II, 258)
Amir b. Abdullah b. Kays (r.h.), delileri toplar, onlara yemek yedirirdi. Halk:
“- Onlar deli… Yemeği ne bilirler?” deyince, şöyle cevap verirdi:
“- Allah biliyor. İsterse onlar bilmesin.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 87)
Hoca Ahmed-i Yesevî (k.s.) Hazretleri ne güzel söyler:
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen
Öyle mazlum yolda kalsa, hemdem ol sen
Mahşer günü dergâhına mahrem ol sen!..
Akıllı isen, gariplerin gönlünü avla,
Mustafâ gibi ülkeyi gezip yetîm ara!..
Ubeydullah Ahrâr (k.s.) da şöyle der:
- Yazın gölge ol…
- Kışın örtü ol…
- Açlık zamanı yiyecek ol…” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 474)
› Yaptığı bu işin Allah rızâsına uygun ne kadar mühim bir amel olduğuna inanarak yapmak.
Nitekim Allah dostlarından Ahmed er-Rufâî (k.s.) delilerin ve kötürümlerin yanına giderdi. Onların elbiselerini yıkar, başlarındaki, sakallarındaki bitleri alır, temizlerdi. Onlara yemek götürür, birlikte oturur, yerdi. Sonra da dua etmelerini isterdi. Bir şey diyenlere de şöyle cevap verirdi:
“- Bu gibileri ziyâret vaciptir; müstehap değil…” (Velîler Ansiklopedisi, II, 512)
› Kendi imkânlarıyla elinden gelen tüm gayreti göstermekle beraber, bir taraftan muhtaçlara sabırlı olmayı, bir taraftan da diğer insanlara da yoksullara karşı merhametli olmayı tavsiye etmek.
Peygamberimiz (s.a.s.): “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” (Buhârî, Edeb 18; Müslim, Fezâil 65) buyurmaktadır. Bu bakımdan mü’minlerin kendi aralarında her daim sabrı ve merhameti tavsiyeleşmeleri gerekir. Çünkü bu tür hayır hizmetleri ancak, bu hususta coşkulu gönüllerin devamlı teşvik ve gayretlendirmeleriyle yürüyebilmektedir. İşte böyle davrananlar meymenetli, hayırlı ve faziletli insanlardır. Onlara mahşerde amel defterleri sağlarından verilecek ve cennete gireceklerdir. (bk. Vâkıa 56/8, 27-40, 90-91)
Buna karşılık:
19. Âyetlerimizi inkâr edenlere gelince, onlar da amel defterleri sollarından verilecek olan uğursuz ve bedbaht kimselerdir.
20. Onların cezası ise, kapıları üzerlerine sımsıkı kapatılmış olan bir ateşte yanmak olacaktır.
Mü’minlerin aksine Allah’ın âyetlerini, O’nun ferdî ve içtimâî tüm hayatı düzenleyen kanunlarını inkâr edenler, bunları kabul ve tatbike yanaşmayanlar ise meymenetsiz, uğursuz, şerir kimselerdir. Bunlar hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Allah katında canlı varlıkların en şerlisi, inkâra saplanıp da bir türlü iman etmeyen o nankör ve inatçı kâfirlerdir.” (Enfâl 8/55)
Bunlara mahşerde amel defterleri sol taraflarından verilecek ve cehenneme atılacaklardır. Cehennemin kapıları üzerlerine sıkıca kapanacak, orada ne bir ışık ne de bir rahatlık olacak; bir daha oradan ebediyen çıkamayacaklardır. (bk. Vâkıa 56/9, 41-56)
Böyle fenâ bir akibetten kurtuluşun tek çaresinin nefsi menfi sıfatlardan temizleyip güzel sıfatlarla tezyin etmek olduğunu üst üste yeminlerle ve örnekle beyân etmek üzere Şems sûresi geliyor: