Cemaat (Azınlık) Vakıfları Temsilcisi Moris Levi, azınlıkların baştan beri hep var olduklarını ve her zaman hüsnükabul gördüklerini vurgulayarak, "Üzerinde yaşadığımız toprakları çok kültürlülük beslemiştir." dedi. Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün Vakıflar Meclisi'nde Cemaat (Azınlık) Vakıfları Temsilcisi olarak görev yapan, uzun yıllar Türk Yahudi toplumunda yöneticilik yapmış olan Moris Levi, kendi deyimi ile "her dönemde özgül ağırlıkları ve önemleri devlet tarafından bilinmiş" olan azınlık cemaatlerinin tarihi geçmişi ve bugünkü durumu, verilen hakları ve yaşantıları hakkında Anadolu Ajansı muhabirinin sorularını yanıtladı.
Türkiye'deki azınlıkların tarihi geçmişine değinebilir misiniz?
Türkiye'deki azınlık cemaatlerinin her biri otantik ve tarihi topluluklardır. Mesela Hristiyan toplulukları özellikle Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde bulunan Ermeni, Süryani, Keldaniler tarih öncesi çağlardan beri bu topraklardaydı. Hatta dünyada ilk Hristiyanlar onlardı. İlk kiliseler, ilk manastırlar, dünyada bu coğrafyada var oldu. Eski Yunan tarihinde Heredot'un da belirttiği gibi yine Ege'de, Marmara'da hatta Akdeniz'e kadar olan bölgelerde Yunanlılar dolayısıyla Rumlar vardı.
Yahudilere gelince, Yahudilerin bu topraklardaki ilk var oluşu 526 yıl önce İspanya'dan göç ederek geldikleri olarak belirtilir, bu doğru değildir. Bu topraklardaki en eski Yahudi yerleşiminin MÖ 2. yüzyıldan beri var olduğu yapılan kazılarla da belirlenmiştir. Manisa bölgesinde yer alan antik şehir Sart'ta MÖ 4. yüzyıldan kalma sinagog kalıntıları bunun göstergesidir. Demek ki bu topluluklar; özellikle Hristiyan topluluklar yani Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler Güneydoğu ve Doğu Anadolu'da, Rumlar batıda, Yahudiler Osmanlı'nın hüküm sürdüğü her bölgede baştan beri hep var olmuşlar ve her zaman hüsnükabul görmüşlerdir. Yani nereye kadar geri gideriz bilmiyorum. Bulgulara göre Yahudilerin tarihi en az 2.300 yıllıktır. 1492'de engizisyondan kaçıp Osmanlı'nın kendilerini kabul etmesi ile buraya bazı kaynaklara göre 50.000, bazı kaynaklara göre 100.000'e yakın Yahudi göç etmiş. Engizisyon nedeniyle İspanya'dan çıkan Yahudilerin bir kısmı önce Portekiz'e ve Avrupa'nın çeşitli bölgelerine kaçmış, bir kısmı Kuzey Afrika'ya gitmişti. Daha sonra her bir bölgeden ayrı ayrı göçler yoluyla Osmanlı'ya gelmişler ve Sefarad Yahudileri olarak Osmanlı'nın egemenliği altında olan tüm bölgelere; Anadolu, Balkanlar ve Trakya'nın her yerine yayılmışlar, hüsnükabul görmüşler. Onları koruyan özel fermanlar dahi çıkarılmış.
Demek istediğim üzerinde yaşadığımız topraklarda her zaman bu azınlıklar olmuştur. Anadolu her zaman her taraftan göç alan bir bölgedir. Kafkaslar'dan almışlar, Arap ülkelerinden gelmiş, Avrupa'dan göç etmiş. Çünkü güzel bir memleket ve her zaman farklı kültürlere açık bir medeniyet olmuş. Açıkçası üzerinde yaşadığımız toprakları çok kültürlülük beslemiştir. Örneğin; Yahudiler, Osmanlı Dönemi'nde, daha önce de İspanya'da Endülüs Emevileri zamanında çok huzur içinde yaşamışlardır. İslami kural çerçevesinde azınlıkları koruyan özel kanunlar oluşturulmuştur. İslam hükümdarları kitaplı din olmak kaydıyla İncil'e veya Tevrat'a inanan azınlıkların korunması gerektiğine, onların Allah'ın emaneti olduğuna inanıyorlardı. O toplulukların malını, canını ve namusunu koruyucu tedbirler alıyorlardı. Tek bir şey istiyor, sadece özel bir vergi. Aynı devlet içinde Yahudi veya Hristiyan olarak kalmak istiyorsanız, bu yalnız Osmanlı'da da Emeviler'de de Abbasiler'de de Selçuklular'da da böyleydi. İslam hükümdarlarının uydukları bir kuraldır bu. Azınlıklar her zaman korunur ancak küçük bir vergi alınması icap eder ve tabii ki kurallara uymaları gerekir. "Belirli yerlerde yaşayacak olan topluluklar, hiçbir zaman İslam'ın önüne geçecek bir ritüel veya bir davranış biçiminde bulunmayacaklar." gibi.
"Yahudiler ve diğer azınlıklar, Kurtuluş, Çanakkale ve Balkan savaşlarında Osmanlı ile birlikte aynı cephede savaştı"
Osmanlı'dan sonra Cumhuriyet döneminde azınlıkların ve azınlık vakıflarının durumu nasıldı?
Osmanlı döneminde Fatih Sultan Mehmet'le birlikte Ermeniler için bir patrik, Rumlar için bir patrik, Yahudiler için bir hahambaşı devletle olan ilişkiyi sürdüren bir lider konumunda bulunuyordu. Bu liderlerin, kendi içinde vergi toplama hatta para basma, kendi mahkemelerini kurma hakkı vardı. Hatta Osmanlı'nın son dönemlerinde Yahudiler için 'Hahamhane Nizamnamesi' isminde bir kanun vardı. Bu nizamname ile Yahudi toplumuna mensup bireylerin ne şekilde idare edileceği belirlenmişti. Benzer nizamnameler diğer topluluklar için de vardı ve Cumhuriyet dönemine kadar sürdü.
Yahudiler ve diğer azınlık topluluklarına mensup bireyler Kurtuluş, Çanakkale ve Balkan savaşlarında Osmanlı ile birlikte aynı cephede savaştı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı'yı parçalamak için özel bir çaba sarf eden bazı Batı ülkelerinin, azınlıkları kullanmaya çalışması genç Türkiye Cumhuriyeti'nde bir refleks yarattı. Bu refleksin neticesinde Lozan'a uygun olmakla beraber azınlıkların yaşamını kısıtlayan bazı uygulamalar getirildi.
Örneğin; Nizamnameler genç Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda kaldırıldı. Ortaya bunlarla ilgili yeni yasalar konulmadı. Bu da dini liderlerin kendi toplumlarını yönetmesinde sıkıntılara neden oldu. Kiliseleri vardı, mezarlıkları vardı, hastaneleri vardı, bakım kurumları ve okulları vardı, yardım kuruluşları vardı ve bunların idare edilmesi gerekiyordu. Bu idarenin nasıl olacağını şaşırdıkları için bir süre eski yapıları uygulamaya devam ettiler. Ancak sonunda devlet bir şekilde bunların uygulanması, idare edilmesi için bir yapı oluşturulması gerektiğini düşündü. 1936'da bütün bu topluluklara "Neyiniz var, neyiniz yoksa gayrimenkul olarak bize listesini verin." denildi. Azınlıklar, 1936'da sahip oldukları mal varlıkları ve gayrimenkullerinin listesini devlete verdi. Devlet de bunları aldı ve bölgesel olarak vakıflar yaratarak bu malları o vakıflara verdi. Vakıf aslında bir İslam müessesesidir. Ancak "cemaat vakıfları" adı altında yeni vakıflar ihdas edildi. Yani bu ne demek oluyor? Mesela İstanbul'da bulunan çok sayıda Yahudi, semt semt ayrıldı. Balat'ta bulunan gayrimenkuller, Balat Yahudi Vakfı'na alındı. Orada bulunan topluluğa da o vakfın hizmet vermesi düşünüldü. Edirne'de birkaç vakıf oluşturuldu. Küçük yerleşim yerlerinde birer vakıf oluşturuldu.
Devlet, 1936'da Türkiye'nin her tarafında bulunan azınlıklara küçük küçük vakıflar oluşturdu. Bir vakfı idare etmek için tabii kanunlar belli. O vakfın bulunduğu beldede yaşayan o dine mensup olanların o vakfı idare etmesi beklenir. Fakat göç hareketleri var. Örnek veriyorum; Gaziantep'te Yahudi vakfı vardı. 1960'larda Kıbrıs'ta bazı halk hareketlenmeleri sonucu başlayan sıkıntılarla beraber ilgileri olmamakla beraber kendilerine karşı tavır nedeniyle Gaziantep'i yaşayamaz halde buldular ve İstanbul'a veya başka yerlere göç ettiler. Sinagoglarını, orada bulunan gayrimenkullerini bıraktılar ve gittiler. Gaziantep'te seçim olmadığı zaman ne olur? Haliyle o vakıf, Vakıflar Kanunu gereğince kayda alındı. Yani devletin himayesine alındı. Türkiye'de çok sayıda öyle vakıf vardır. Sadece cemaat vakıfları değil. Cemaat vakıflarından bir kısmı da kayda alınmaya başlandı. En çok Yahudilerin vakıfları alındı. Yahudiler sahip oldukları vakıfları ve mülkleri çeşitli nedenlerle koruyamadılar, çok sayıda vakıf ve gayrimenkullerini kaybettiler. Ama Ermeni ve Rumlarda mekan bilinci daha yerleşiktir. Bu sebeple onlar gayrimenkullerine daha iyi sahip çıktılar.
"Biz bu topraklara aitiz"
Bu aidiyetlik mevzusuna değinecek olursak, siz ve aileniz, sizden sonra gelen nesilleriniz Türkiye ile ilgili aynı hisleri mi taşıyor?
Biz bu topraklara aitiz. Bir kere dünyanın neresine gidersek gidelim Türk'üz yaşadığımız müddetçe ama yeni kuşaklarda öyle kalacak mı? Gençlerimiz iş/kariyer nedenli göç ediyorlar ama nereye giderlerse gitsinler kendilerini Türk hissediyorlar. Türkiye'deki seçimlerde bulundukları ülkelerde oy kullanmak istiyorlar. Aralarında eşleriyle Türkçe konuşuyorlar, Türk yemekleri yiyorlar. Bulundukları ülkelerde Türk olarak kabul ediliyorlar ama torunlarımız için aynı şeyi söyleyebilecek miyiz? Büyük ihtimalle söyleyemeyeceğiz. Göç etmek farklı bir şey.
Mesela size bir örnek vereyim, bizim bir hahambaşılığımız var. Lozan'da da bu yazıyor. Hahambaşılar tarih boyunca hep olmuş. Peki, hahambaşı ölünce ne oluyor? Bir kereye mahsus hahambaşı seçebilmek için Bakanlar Kurulu kararı alınıyor ve seçiliyor. Aynı şey Ermeni patriği için de söz konusu. Cumhuriyet döneminden sonra hahambaşı seçimine izin verilmedi mi? Verildi. Ancak Hahambaşı tek başına bir adam. Bütün Yahudi toplumunu, hastaneler; İzmir'de ve İstanbul'da, okullar; İstanbul'un belirli yerlerinde, İzmir'de ve Antep'te ya da başka yerlerde vesaire, sinagoglar, yardım derneklerini tek başına bir kişinin yönetmesi mümkün değil. Eskiden Hahamhane Nizamnamesine göre "meclisi cismani", "meclisi ruhani" ve "meclisi umumi" diye Yahudilerin oluşturduğu meclisler vardı ve bunlar yönetim organlarını belirliyorlardı, bu kanuniydi. Cumhuriyet'te böyle bir kanun yok, böyle meclisler de yok dolayısıyla. Tek başına bir hahambaşı tüm idareyi nasıl sağlayacak? Yani hahambaşılık yok, hahambaşı var. Aslında yok mu? Var ve bunu devlet de biliyor, aksi takdirde toplum bir tek hahambaşıyla yönetilemez ki. Bir hahambaşının muhasebesini de tutması, tamiratını yaptırması, başında durması söz konusu olmayacağından hahambaşına yardım eden seküler yani sivil, din adamı olmayan, gönüllü ve profesyonel yöneticiler de vardı. Bunlar hep hahambaşılık müessesesine giriyordu. Vakıflar bünyesinde oluyordu. Oysa etkin yönetim için bir genel merkez oluşması gerekiyordu. Dolayısıyla Yahudi cemaatinin merkez olarak kabul ettiği Hahamhane Vakfı adı altında hahambaşılık vardı. Ama sonra ne yaptı devlet? 1940'larda, 50'lerde önce İstanbul, sonra daralttı Beyoğlu Hahamhane vakfı olması gerekiyor denildi. Yani düşünün ki Türkiye'nin hahambaşısı olan zatın maaş aldığı vakıf, Beyoğlu ile sınırlandırılmış vaziyette. Beyoğlu'ndaki Yahudiler göç ederse otomatikman seçim yapamayacak ve bu vakıf ne olacak? Devletin olacak. Hahambaşılık ortadan kalkacak.
"İade edileceğine inanıyorum"
Bu durum ne zaman değişti?
Anavatan hükümetleri ile beraber ufak tefek değişiklikler başladı. Mesut Yılmaz hükümeti, azınlıklara komşu ilde seçim yapma hakkı verdi. Diyelim ki İstanbul'da hiç Yahudi kalmadı. İstanbul'a komşu neresi var? Bursa; burası İstanbul için seçim yapabiliyor. Dolayısıyla gayrimenkulleri korunuyor. İkinci olarak, son 15 senedeki hükümetler, gelir gelmez Vakıflar Kanunu'nu değiştirmek için mücadele verdiler. Sadece bizim için değil aslında İslami Vakıflar için de verdiler. Ama bizi etkileyen yanları ne oldu? Zamanında devlet tarafından devlet kanalı ile bir şekilde alınmış olan gayrimenkullerin geri verilmesi ile ilgili bir yönetmelik çıkarıldı. Bu yönetmelik sayesinde azınlıklara, bir zamanlar kaybettikleri gayrimenkulleri geri verildi.
Benden önceki temsilciler sabahlara kadar Ankara'da dosya dosya inceleyerek Vakıflar Meclisi'nde kararların olumlu şekilde çıkabilmesi için uğraştı. Arada olumsuz birtakım şeyler olmadı mı? Oldu. Bunun için de devleti suçlamamak lazım. Çünkü yönetmelik, sınırları belli bir yönetmelikti. Yönetmeliğe uymayan şeyler vardı. Mesela, Kırklareli'nde bir Yahudi Mezarlığı. Buranın Yahudi Mezarlığı olduğunu nasıl anlıyorsunuz? Taşların üzerinde İbranice yazıyor, semtin ismi Yahudi mezarlığı. Kırklareli Vakfı, Yahudi mezarlığını geri istedi. Büyüklerimiz, 1936 beyannamesine Trakya Olaylarından korktukları için bu mezarlığı yazmamış. Bunun üzerine meclis dedi ki, "Yönetmeliğe uymuyor. Oranın Yahudi Mezarlığı olduğu nereden belli?" Şimdi hukuken belli değil ama orası Yahudi Mezarlığı bu görülüyor. Orayı veremediler ama 1936 beyannamesinde yazılmış olan her yeri verdiler.
Son 15 yıldır var olan hükümetler gerçekten samimi olarak söylüyorum, çok yardımcı oldu ve tekrar bu kurumlar ve bu topluluklar kimliklerini ve gayrimenkullerini kazanabildi veya kazanma sürecine girdi.
En son Vakıflar Meclisi, kendilerine ait olan kiliseyi 49 yıllığına Süryani Katolik topluluğuna kullanmak üzere verdi. Geçtiğimiz yıl bir kararname ile Mardin'de 55 parça gayrimenkul Süryani Toplumuna geri verildi. Azınlıkların almayı istedikleri ama hala alamadıkları gayrimenkullerinin de iade edileceğine inanıyorum.
Galata Bankeri Yahudi Kamondo ve Kamondo Merdivenleri
Türkiye'deki azınlıklar ile ilgili tarihe damgasını vuran bir hikaye paylaşmak ister misiniz?
Yahudi topluluğu içinde sosyolojik ne hareket, ne olay olmuşsa 50 sene arayla Türkiye'de de aynı olay olmuştur. Yani biz daha önce köyden veya küçük yerleşim birimlerinden büyük şehre göçü yaşadık ve o göçün etkisiyle olan sancıları kendi toplumumuzun içinde gördük. Biz 1950'lerde, 60'larda yaşadık. Bilindiği üzere Türkiye bunları 1990'lardan itibaren yaşadı. Bununla ilgili çok ilginç bir olay var.
Karaköy'deki Kamondo Merdivenlerini biliyorsunuz. Peki, Kamondo'nun kim olduğunu biliyor musunuz? Osmanlı döneminde Kamondo, bir Galata bankeridir. Sadrazamın şahsi dostu, çok değerli, çok büyük bir iş adamıdır. Şirket-i Hayriye'nin kurucusudur. Türkiye'de Balkan Harbi esnasında Türk maliyesini kendi servetiyle desteklemiştir. Kamondo'nun kimliği baktığınız pencereye göre de değişebilir. Türkiye'yi sömüren bir Galata bankeri görenler var, bence yanlıştır. İşin aslını incelerseniz, hakikaten bu topraklara çok şey kazandırmış değerli bir iş adamı olarak da bakabilirsiniz. Doğal olarak çok zenginleşmiş biri ve eğitim almış. Ancak Türkiye'deki Yahudi toplumu zannedilenin aksine o dönemde çok yoksul ve eğitimsiz. Kamondo bu durumu görerek okullar kurmaya başladı. Okullara Fransa'dan Batı eğitimi veren Yahudi öğretmenler getirdi. Tabii bu çok kapalı olan Yahudi toplumu içinde bir infial yarattı. Çok muhafazakar olan kesim "Eyvah, çocuklarımıza Hristiyanlık öğretiliyor." diye isyan ettiler. Tabii bu Yahudi toplumu içinde gelişen bir olaydı. Osmanlı idaresine yansımadı. Bir gece Yahudi gruplar, Kamondo'nun Kasımpaşa'da evine baskın yapmaya karar verdi. Denizden kayıklarla gelen muhafazakar Yahudiler eve baskın yaptı. Ancak tesadüf o evde, o gece sadrazam yemeğe davetliydi. Grup, bahçedeki heykelleri yıkmaya başladı. Bunu gören sadrazamın korumaları, sadrazama suikast yapılacağından korkarak bunları yakaladı ve Yedikule Zindanı'na attı. Bu insanlar aslında toplumun bir kesiminin liderleriydi ve düşünün Yedikule Zindanı'na düştüler. Bu durumdan rahatsız olan bazı Yahudiler, Padişah, Eyüp'e cuma namazına giderken kayıkta İbranice ilahiler okumaya başladı. İlahiler de kefaret gününde okunan ilahilerden biriydi. "Yani o büyük bir hükümdardır, adalet tahtında oturur." manasına gelen sözler içeren bir ilahi. Bu tanrı için söylenir ama padişaha söylüyorlardı. Padişah durumu sordu. Yanındakiler "Liderleri zindana atılmış, sizden adalet bekliyorlar." şeklinde cevap verdi. Padişah durumu anlayınca sadrazama bu iki kesimi barıştırma emrini verdi. Barışamayınca anlaşmaya varılıyor: Kamondo'nun açtığı Yahudi okulları kalacak. İsteyen aile, çocuğu bu okullara gönderecek, istemeyen göndermeyecek. Ancak Kamondo bu toprakları terk edecek. Daha fazla da toplumu karıştırmayacak. Hakikaten Kamondo Paris'e gönderiliyor. Paris'te Kamondo Müzesi vardır. Kamondo, öldüğü zaman devlet töreni ile İstanbul'da gömülüyor. Kamondo'nun kabri, Hasköy'dedir.
Azınlıkların her birinin bir siyasi görüşü olabilir ama toplumları idare edenler için bizim muhatabımız ve kendimizi yakın hissettiğimiz ve yakın olmaya çalıştığımız kesim, devleti idare edenlerdir. Mesela Kıbrıs Barış Harekatı'ndan sonra Türkiye'ye ambargo uygulanmıştır. O ambargonun ortadan kalkması için Yahudi toplumu çok ciddi mücadele vermiştir. Amerika'ya bir sürü iş adamı göndermişlerdir. Benzer çalışmaları bütün Hristiyan cemaatleri de yapmışlardır. Azınlık toplumları daima devletin yanında olmuşlardır ve olacaktır.