Nasıl ki surelerin meallerine bakarken iniş sebeplerinin de bilinmesi de gerekiyorsa tefsirini bilmekte hepsinden daha faziletli ve Kur-an'ı anlamak ve anlatmak istediğini öğrenmek açısından o kadar önemlidir. Bu yeni başlayacağımız tefsir bölümünde 114 surenin de yapılan tefsirlerini sizlere sunmaya çalışacağız. A'raf Suresinin tefsiri nedir? İşte mübarek Müslümana yol gösterici Kur-an'ın A'raf Suresinin tefsirini haberimizde okuyabilirsiniz.
A'raf suresi 57. 60. ayet
Rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O’dur. Nihayet o rüzgârlar ağır bir bulut yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Herhalde bundan ibret alırsınız.
Güzel memleketin bitkisi rabbinin izniyle (güzel) çıkar; kötü olandan ise faydasız üründen başka bir şey çıkmaz. İşte biz şükreden bir kavim için âyetleri böyle açıklıyoruz.
Andolsun ki Nûh’u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: "Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben, üzerinize gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum."
Kavminden ileri gelenler, "Biz seni gerçekten apaçık bir sapkınlık içinde görüyoruz!" dediler.
Her biri bir hârika olan, fakat devamlı tekerrür etmesi sebebiyle alıştığımız ve bu yüzden dikkatten kaçırdığımız tabiat olaylarının arkasındaki yüce kudretin tanıtılmasına devam edilmektedir. Bu arada âyetin sonuna, Allah’ın ölü topraktan türlü türlü canlı bitkiler çıkarması gibi kıyamet gününde ölüleri de kabirlerden diriltip çıkaracağı şeklinde bir bilginin eklenmesi özellikle ilgi çekicidir. Buna göre tabiattaki sürekli canlanma ve yenilenme bir yandan onu canlandıran Allah’ın varlığına ve hükümranlığına, bir yandan da öldükten sonra yeniden dirilmenin mümkün olduğuna delâlet etmektedir.
Âyetin sonunda bütün bu bilgilerin, insanlar ibret alsınlar, düşünüp kendilerine gelsinler diye verildiğine işaret buyurulmuştur. Çünkü Kur’an bir tabiat bilgisi veya astronomi kitabı değildir; onun temel gayesi insana rehber olmak; onu, akıl ve bilgi dünyasını sağlıklı temeller üzerine kurmaya, böylece itikadî ve amelî hayatını her türlü sapmalardan korumaya yönlendirmektir. Bu bakımdan Kur’an’da verilen çeşitli konulara dair bilgilerin, düzenlemelerin, uyarıların asıl hedefi, insanlığın, Allah tarafından kendisine lâyık görülen seçkin konumuna ulaşacağı biçimde eğitilmesi ve geliştirilmesidir.
Kötü ve elverişsiz bir toprağın, bir yörenin faydasız bitkiler vermesine karşılık iyi ve elverişli bir yörenin faydalı bitkiler vermesi de O’nun izni ve iradesiyledir. Müfessirler çoğunlukla bu âyetten şöyle bir mâna çıkarırlar: Akıllı, kavrayışlı ve erdemli bir insan verimli toprak gibi; ahmak ve erdemsiz insan da verimsiz toprak gibidir. Müminin kalbi faydalı ürünler veren bereketli araziye, kâfirin yahut münafığın kalbi zararlı bitkiler çıkaran değersiz araziye benzer (Râzî, XIV, 144; Şevkânî, II, 246, 247).
Bazı Ehl-i sünnet müfessirlerinin, bu âyeti yorumlarken, herkesin iyi veya kötü, mutlu veya bedbaht olacağının Allah tarafından önceden takdir edildiğini, şu halde kötü arazi gibi kötü nefislerin de iyileştirilmesinin mümkün olmadığını ileri sürerek gerek dinî gerekse ahlâkî bakımdan tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir görüşü benimsemeleri (meselâ bk. Râzî, XIV, 144-145) yadırganacak bir durumdur. Oysa âyetin şöyle bir uyarı maksadı taşıdığı açıktır: “Güzel ürünler veren bereketli topraklar gibi olun; faydasız bitkiler çıkaran işe yaramaz topraklar gibi olmayın.” Nitekim hem 57 hem de 58. âyetlerin son cümleleri de bu yorumu desteklemektedir. Yani Allah insanlardan, bu hususları dikkate alarak düşünüp taşınmalarını, gerçeği görmelerini ve nihayet müminler olarak şükretmelerini istemektedir. Eğer söz konusu müfessirlerin belirtilen kötümser yorumları isabetli olsaydı, Allah’ın kullarından bunları istemesinin anlamı kalmazdı.
Sûrenin başlarında Hz. Âdem hakkında bilgi verilmişti. 59-93. âyetlerdeyse Hz. Nûh ile daha sonraki bazı peygamberlerin kendi toplumlarıyla ilişkileri ve dinlerini tebliğ çabaları özetlenmekte; ardından değerlendirme mahiyetinde bazı açıklamalar yapıldıktan sonra 103-156. âyetlerde Hz. Mûsâ’nın tebliğ faaliyetleri, kendi kavmiyle ilişkileri, Firavun ve yandaşlarına karşı verdiği mücadeleye geniş olarak yer verilmekte; daha sonra yine İsrâiloğulları’nın dinî, ahlâkî ve sosyal hayatlarıyla ilgili karakteristik özellikleri anlatılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş peygamberler hakkında bilgiler verilirken olayların –tarihî bakımdan önem taşısa bile– dinî çerçeve dışındaki ayrıntılarına girilmediği, esas itibariyle bu olayların ibret alınacak yönlerinin öne çıkarıldığı görülmektedir. Bu suretle Hz. Muhammed’in davetine muhatap olan kişilerin ve toplumların eski yanlışları tekrar etmemeleri istenmiş; aksi halde Allah’ın, inkârcılık ve kötülüklerde direnen eski inkârcı topluluklara verdiği cezaların, belâ ve musibetlerin benzerlerini İslâm’a karşı direnip düşmanlık gösterenlere de er geç dünyada veya âhirette vereceği uyarısında bulunulmuştur.
Âyetin ilk cümlesinde Nûh’un “resul” yani elçi olduğu belirtilmekte (Hz. Nûh hakkında bilgi için bk. Hûd 11/25-35); Hz. Nûh’un burada aktarılan ifadesinin ilk cümlesinde onun kavmini Allah’a ibadet etmeye çağırdığı, ikinci cümlesinde bu ibadetin gerekçesi olarak Allah’tan başka ilâh bulunmadığını, yani tevhid akîdesini tebliğ ettiği, son cümlesinde de inkârcıları “büyük bir günün azabı” ile tehdit ederek âhiretin gerçek olduğuna işaret ettiği bildirilmektedir. Bu son cümledeki “azap” ile Nûh tûfanının kastedildiği de düşünülebilir.
Kur’an’da eski kavimlerden söz edilirken bunların, daha çok zenginler ve soylulardan oluşan reis ve eşraf kesimini ifade etmek üzere sık sık mele’ kelimesi kullanılır. Nûh kavminin ileri gelenleri de onu yukarıdaki dört konuda (risâlet, ibadet, tevhid, âhiret) yanlışa sapmakla suçladılar (Râzî, XIV, 61-63).
A'raf suresi 61. 69. ayet
Nûh şöyle cevap verdi: "Ey kavmim! Bende hiçbir sapkınlık yoktur; şu var ki ben âlemlerin rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim.
Size rabbimin vahyetiklerini duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah’tan (gelen vahiy ile) biliyorum.
Günahtan sakınıp da rahmete nâil olasınız diye, içinizden sizleri uyaracak bir adam vasıtasıyla rabbinizden size bir zikir (vahiy) gelmesine şaşırdınız mı?"
Onu yalanladılar. Biz de onu ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık; âyetlerimizi asılsız sayanları da suda boğduk! Çünkü onlar kör bir kavim idiler.
Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O dedi ki: "Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız?
Kavminden ileri gelen kâfirler, "Biz seni kesinlikle bir akılsızlık içinde görüyoruz ve gerçekten senin yalancılardan olduğunu düşünüyoruz" dediler.
"Ey kavmim!" dedi, "Ben akılsız değilim, ama âlemlerin rabbinin gönderdiği bir elçiyim."
"Size rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben size iyi niyetle öğüt veren güvenilir biriyim."
"Sizi uyarmak için, içinizden bir adam vasıtasıyla rabbinizden size bir zikir (vahiy) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nûh kavminden sonra onların yerine getirdi ve yaratılışta sizi onlardan güçlü kıldı. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz."
Bir peygamber için en zor iş, peygamberliğini kabul ettirmektir. Nitekim birçok âyette tenkitlerin sıklıkla peygamberlik kurumuna yöneltildiği ve peygamberlerin yalancılıkla suçlandığı bildirilmiş; onların gerçek peygamber olduğuna ilişkin aklî ve mûcizevî delillerden söz edilmiş; buna rağmen yalanlamakta direnenler eleştirilerek felâketlere uğradıkları, âhirette de azaba çarptırılacakları haber verilmiştir. Hz. Nûh da kendisini yalan söylemek ve doğru yoldan sapmakla suçlayanlara karşı, derin bir samimiyetle kendisinin asla bir yalancı ve yoldan sapmış olmadığını, bir resul sıfatıyla onlara Allah’ın buyruk ve yasaklarını duyurduğunu, öğütler verdiğini, bilgisinin Allah’tan geldiğini ifade etmiştir.
“Bir şeyi yerine ulaştırma” anlamına gelen tebliğ, istiare yoluyla “bilinmesi istenen bir konuyu ilgilisine duyurma” mânasında da kullanılır; dinî terminolojide özellikle “bir peygamberin Allah’tan gelen buyruk ve yasakları ümmetine bildirmesi” anlamına gelir. Nasihat ise “bir kimsenin, muhatabını kendi faydasına veya zararına olan hususlarda iyi niyetle uyarması” mânasında kullanılır (İbn Âşûr, VIII/2, s. 193-194). Hz. Nûh’un, “Ben sizin bilmediklerinizi Allah’tan (gelen vahiy ile) biliyorum” şeklindeki sözü, peygamberin Allah’tan gelen vahiy sayesinde tebliğ ve nasihat etmeye lâyık ve ehil bulunduğunu, tebliğ ve nasihatinin kusursuz olduğunu gösterir.
Nûh’un 63. âyetteki sözüyle dört şeye işaret edilmektedir: a) Öncelikle ona Allah’tan vahiy gelmiştir; şu halde o bir peygamberdir ve “içlerinden biri”dir, yani yakından tanıdıkları ve dürüst bildikleri bir insandır. b) Amacı insanları uyarmaktır. c) Uyarının gayesi takvâdır, ilâhî buyruklara uyup yasaklardan sakınmaktır. d) Takvânın götüreceği sonuç ise Allah’ın rahmetine mazhar olmaktır. Âyette böylesine yüksek amaçlar taşıyan bir peygamberin tebliğini “şaşkınlık”la karşılamanın anlamsızlığı vurgulanmaktadır.
Hz. Nûh’un risâlet görevini eksiksiz yerine getirmesine ve içten çabalarına rağmen, kavminin büyük çoğunluğu onu yalancılıkla suçlamakta direndiler ve bunun dünyadaki cezasını büyük tufanda helâk edilerek gördüler (tûfan hakkında bilgi için bk. Hûd 11/36-49).
Muhtemelen Âd, Yemen’in Uman ile Hadramut arasındaki Ahkåf denilen geniş çöl bölgesinde yaşamış eski ve önemli bir Arap toplumudur (Kur’an’ın 46. sûresi Ahkåf ismini taşır; ayrıca bk. Fecr 89/6-9). İsmini, Hz. Nûh’un oğlu Sâm’ın üçüncü kuşaktan torunu Âd’dan aldığı söylenir. Bu kavim, İslâm’ın zuhurundan asırlarca önce ortadan kalkmakla birlikte Araplar arasında bazı hatıraları anlatılmaktaydı. Hûd aleyhisselâm ise bir görüşe göre Âd’ın soyundan, başka bir görüşe göre Âd’ın dedesi Sâm’ın diğer bir oğlunun soyundandır. İslâm kaynaklarında çoğunlukla şeceresi Nûh oğlu Sâm oğlu İrem oğlu Avs (Us) oğlu Âd oğlu Halud (veya Hâris) oğlu Rebâh (Reyâh) oğlu Abdullah oğlu Hûd şeklinde Hz. Nûh’a bağlanır. Kabrinin Hadramût’ta, Kâbe’nin civarında, Şam’da, Filistin’de bulunduğu yolunda değişik rivayetler vardır. Bir rivayete göre Hz. Hûd, kavminin cezalandırılması üzerine Yemen’deki Şihr bölgesine göç etmiş, iki yıl sonra vefat etmiş ve Hadramut’taki Berehût vadisine defnedilmiştir. Burada ona atfedilen kabir önemli bir ziyaret merkezidir. Hz. Nûh hakkındaki âyetlerde yer alan diyalog ve tartışmaların benzeri, hemen hemen aynı ifadelerle bu âyetlerde de geçmektedir. Burada ilgili peygamberlerin sözleri aynen aktarılmış olabileceği gibi, sözler değişik olmakla birlikte, öz ve anlam itibariyle konuları birbirinden farklı olmadığı için benzer ifadelere döküldüğü de düşünülebilir. Hz. Hûd kavmini ikna etmeye çalışırken Allah’ın onlara olan lutuflarından bilhassa ikisini hatırlatmaktadır: a) Allah’ın Nûh’tan sonra onları “halifeler” kılması. b) Onları sağlam yapılı ve güçlü yaratması. Bunlardan ilki, Âd kavminin tûfandan sonra ilk teşkilâtlanan ve yeryüzünü imar faaliyetlerine girişen nesil olduğunu; ikincisi de Nûh soyundan gelen öteki kabilelere göre daha iri yapılı insanlardan oluştuğunu gösterir. Ancak “Allah yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı” meâlindeki cümleden, bu toplumun bireyleri arasında geniş bir sevgi ve dayanışma bulunduğu anlamının çıkarılabileceği de düşünülmüştür (bk. Râzî, XIV, 157-158). Peygamberleri onlara, bu nimetlerin asıl sahibinin Allah olduğunu hatırlatarak buna göre davranmaları gerektiğini, kurtuluşlarının buna bağlı olduğunu bildirmiştir.
A'raf suresi 70. 69. ayet
Dediler ki: "Sen bize tek Allah’a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini (azabı) getir bize!"
Hûd şöyle cevap verdi: "Üzerinize rabbinizden bir öfke ve bir azap inmektedir. Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse! Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!"
Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalan sayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik.
Semûd’a da kardeşleri Sâlih’i (gönderdik). Onlara, "Ey kavmim" dedi, "Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Size rabbinizden açık bir delil gelmiştir. O da, size bir işaret olarak Allah’ın şu devesidir. Onu bırakın, Allah’ın toprağında otlasın. Ona kötülük etmeyin; sonra sizi elem verici bir azap yakalar."
"Düşünün ki Allah Âd kavminden sonra yerlerine sizi getirdi ve yeryüzünde sizi yerleştirdi. O’nun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler kuruyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın."
Fakat onlar bu uyarıyı dikkate alarak Allah’a şükran borçlarını eda etmeleri gerekirken, aksine davranarak kendilerini yalnız Allah’a kulluk etmeye, atalarının taptığı uydurma tanrıları bırakmaya çağırdığı için Hûd’u eleştirip kınadılar; üstelik, nasıl olsa imkânsız olduğunu düşünerek ondan, doğruluğunu kanıtlaması için kendilerini tehdit ettiği azabı veya felâketi başlarına getirmesini isteyip akıllarınca kendisini güç durumda bırakmaya kalkıştılar.
Âd halkı bu tutumlarıyla inkârcılıktan asla dönmeyeceklerini ortaya koymuşlardı. Bu sebeple peygamber, onların içinde bulunduğu durumu “Üzerinize rabbiniz tarafından bir azap ve öfkenin gelmesi hak olmuştur” şeklinde özetlemiş; kendisi beklediği gibi onların da başlarına gelecek acı âkıbeti beklemelerini istemiştir. Sözlükte “kir, pislik” anlamına gelen rics kelimesine mecazi olarak “azap” mânası verilmiştir; gazab ise –Allah’a isnat edildiğinde– O’nun “inkârcı ve isyancıları rahmetinden uzaklaştırıp alçaltması ve cezalandırması” anlamına gelir. Ricsi Allah’ın inkârcılara öfkesi, gazabı ise onlara vereceği azap şeklinde yorumlayanlar da vardır (bk. İbn Âşûr, VIII/2, s. 210). Yüce Allah iyilere yani Hûd ve onunla birlikte inananlara rahmetiyle muamele edip onları kurtarırken, peygamberi yalancılıkla suçlayıp iman etmemekte direnenlere gazabıyla muamele edip büyük bir kasırga neticesinde toptan yok olmalarını sağladı.Hz. Hûd, muhtemelen kavminin kesinlikle iman etmeyeceğini anlayınca diğer müminlerle birlikte uzak bir yere hicret ederek bu kasırgadan kurtulmuştu. Kabrinin Hadramut’ta bulunduğunu bildiren rivayet de bunu desteklemektedir (İbn Âşûr, VIII/2, s. 214).
Semûd, Hz. Sâlih’in peygamber olarak gönderildiği eski bir Arap toplumunun adıdır. Nûh’un oğlu Sâm’ın soyundan gelmiştir. Dedeleri Semûd’un adıyla anılır. Suriye ile Hicaz arasında bulunan Hicr’de yaşamışlardır. Kur’an’da Ashâbü’l-Hicr diye de anılırlar (Hicr 15/80). Arap kaynaklı olmayan bazı vesikalarda da bu isimde bir kavmin varlığından ve yaşadıkları bölgeden söz edilmektedir (bk. H. H. Brau, “Semûd”, İA, X, 474-475). Bunlar, Vâdilkurâ’da kayaları oyarak evler (Fecr 89/9), düz arazide de saraylar yapan bir Arap toplumu idi. Sâlih peygamberin şeceresi İslâm kaynaklarında Nûh oğlu Sâm oğlu İrem oğlu Âmir (Âbir) oğlu Semûd oğlu Hâzir oğlu Ubeyd oğlu Mâşih (Mâsih) oğlu Esif (Âsif) oğlu Ubeyd oğlu Sâlih şeklinde Hz. Nûh’a bağlanır. Kavminin helâk edilmesi üzerine Sâlih ve ona inanan topluluğun Mekke’ye göç ettikleri rivayet edilir. Sâlih’in davetinin özünü de Allah’a kulluk edip O’ndan başkasını tanrı tanımama ilkesi oluşturuyordu. Zamanla tevhid inancından sapmış olan Semûd kavmi, kendilerini yeniden hidayete kavuşturması için gönderilen Sâlih’i yalancılıkla suçlayarak aksini kanıtlaması için mûcize göstermesini istediler (bk. Şuarâ 26/154). Sâlih de “Size rabbinizden açık bir delil gelmiştir. O da size bir mûcize olarak Allah’ın şu devesidir” dedi. Kur’ân-ı Kerîm’de fazla bilgi bulunmayan bu mûcize hakkında tefsirlerde ayrıntılı bilgi veren uzun rivayetler kaydedilirse de (Taberî, VIII, 224-225; Râzî, XIV, 162) Kur’ân-ı Kerîm’e, sahih hadislere ve güvenilir vesikalara dayanmayan bu rivayetlerin doğruluğu şüphelidir. Hz. Sâlih, çok özel bir yaratık olduğu anlaşılan bu deveye ilişmemeleri, kötülük etmemeleri hususunda kavmini uyarmış; ayrıca Allah’ın kendilerine lutfettiği bazı nimetleri sıralayarak bunları hatırda tutmalarını ve ülkede karışıklık çıkarmamalarını, zihinleri bulandırmamalarını istemiştir.
İLGİLİ HABERLER >>YASİN SURESİ >>NAZAR DUASI >>FETİH SURESİ >>MERYEM SURESİ >>VAKIA SURESİ >>İSMİ AZAM DUASI >>TAHA SURESİ >>LEV ENZELNA >>HAŞR SURESİ >>FELAK NAS SURELERİ
Araf Suresi 1/25 ayet tefsiri nedir? Araf Suresi 26/40 ayet tefsiri nedir? Araf Suresi 41/56 ayet tefsiri nedir?