Mete GÖK
Türk Tasavvuf Musikisini ve Folklorunu Araştırma ve Yaşatma Vakfı Başkanı, musikişinas, mutasavvıf Ahmet Özhan beyle çok keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Özhan, tasavvufla tanışma anlarını, musiki ve tasavvuf ilişkisini ve günümüz gençlerine nasıl yaklaşmamız gerektiğini konuştuk.
Tasavvufla yolunuz nasıl kesişti?
Esprili bir şekilde cevaplayayım sorunuzu, “nahnü kasemna”da kesişmiş. Yani Cenab-ı Hakk'ın mahlûkuna verdiği istidatlar platformunda çok küçük yaşlardan itibaren bu konulara kendimi çok hazır ve meraklı olarak buldum. Evimizde öylesi bir ortam vardı. Babam tasavvufla ilgili bir insandı. Küçükken bir hayalim vardı; günün birinde beyaz sakallı bir dede çıkacak karşıma, elini uzatacak, “Hadi Ahmet gidelim” diyecek. Ben de hiç “nereye” falan demeden elini tutacağım ve onunla beraber gideceğiz. Bu hayal çocuksu bir dürtü müydü, yoksa ilhamat-ı Rabbani olarak mı bende ortaya çıkmıştı, onu size bırakıyorum. Edebiyat derslerinde tasavvufla alakalı konulara sıra geldiğinde bülbül kesilirdim. Sonra konservatuara gittiğimde de aynı ilgi devam etti. Dini musiki derslerinde merhum Sabahattin Volkan hoca violasıyla hem çalar hem de bize meşk ettirirdi. Sonra Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne geldim. Orada merhum Ömer Tuğrul İnançer ile tanıştık. Ben konservatuvar, o da hukuk talebesiydi. Haftada iki gün cemiyete giderdim ama cemiyet haricinde de sık sık görüşürdük Tuğrul Efendi ile. İşte o senelerde başlayan dostluk taa 4 Eylül 2022’ye kadar devam etti. Çeşitli platformlarda hep beraber olduk. Yani çalışma sahasında da... Ayrıca Türk Tasavvuf Musikisini ve Folklorunu Araştırma Yaşatma Vakfı'na 1974’te o getirdi beni.
BİR YERDEN BAŞLAMAK LAZIMDI
1974 senesinde Nureddin Cerrahi Tekkesi’ne gelmemle beraber çok daha kurumsal olarak hayatıma girdi tasavvuf. Çünkü burası tasavvuf musikisi olarak dünyadaki en büyük kaynak mekândır ve kaynak kurumdur. Geldiğim yıllarda burada bir sayfa nota dahi yoktu. Büyüklerimizin ezberindeki ilahilerle meşk, devran ve zikredilirdi. Safer Efendim bir gün bana bir kaset verdi ve “Ahmetçiğim bir yerden başlamak lazım” dedi. Safer Dal Efendi ikinci dönem tasavvuf musikisinin banisidir. Bu böyle biline. O, 1950'li yıllardan itibaren dergâhların açık olduğu zamanları görmüş nerede bir zakir başı varsa onların ezberindeki ilahileri büyük makaralı teyplerle kayda almış. Yüzlerce makara kaseti vardı evde. Daha sonra o makaralardan normal kasetlere aktarmaya başlamış eserleri. Tabii zaman içerisinde bazı sesler güfteler deforme olmuş. Zaten meşk edilirken de melodik veya ritim olarak kaymış olan birtakım eserler falan vardı. İşte bana verdiği kaset de onlardan bir tanesiydi. Yanlış anımsamıyorsam Muharrem ilahileri vardı içinde. İşte bendeniz o kasetten itibaren arşivdeki ilahileri notaya almaya başladım. Şimdiki arşivin başlangıcı budur. Sonradan vakfa çok yetkin musiki üstatları geldi. Cüneyt Kosal, Abdi Coşkun, Doğan Ergin, Nihat Doğu, Vahit Anadolu gibi. Muzaffer Efendim’in Amerika seyahatlerine de eşlik etti bu ekip. Ben de solistleriydim. Mesela arşivin oluşmasında Cüneyt Kosal’ın çok büyük hizmeti olmuştur. Sonradan o kadar kaliteli besteler yaptı ki Cüneyt Kosal yerine Zekai Dede yazsan her musiki bilen kişi Zekai Dede'ye yakışıyor diyeceği kalitede eserler bıraktı geriye.
TASAVVUF, MUHAMMEDÎ BİR YAŞAM BİÇİMİDİR
Tasavvufun hayatınızdaki yeri nedir, Tasavvuf ve musiki ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tasavvuf aslında bir yaşam biçimidir. Dolayısıyla hayatımdaki yeri demeyelim ona, çünkü benim hayatım tasavvufla eş anlamlıdır. Herkeste böyle olmayabilir. Tasavvuf denilen şey İslam'ın hakikatinden ibarettir, İslam'ın yanı sıra bir şey değildir. Tasavvuf, Muhammedî bir yaşam biçimidir. Onun için ben onun içinde ne kadar olabilirsem, Allah indinde o kadar kulluğumu yerine getiren bir insan olmuş olabilirim ancak.
Musiki, Cenab-ı Hakk'ın cemal sıfatından açığa çıkan bir özelliktir. Musiki, ruh lisanıdır. Ruh, musikiden çok etkilenir. Çünkü orada ruhun yaratılışındaki esrar vardır. Bu melodik lisan, melodi frekanslardan oluşur. Nasıl ki söz, harfler, ses vasıtasıyla bir frekansla karşıya manayı iletiyor ise melodiler de bir manayı karşı tarafın ruhuna iletirler. Ama hangi melodi? Yani hayra vesile olan melodi. Onu ayırmak lazım. Şeytana vesile olan, şeytanın eline malzeme olan şeyleri insanlar kendi izafi varlıklarından ortaya çıkarmışlardır, nefislerinden ortaya çıkarmışlardır. Onun için musiki tasavvuf ritüelleriyle, koreografileriyle ve tasavvufun derinlemesine manasını açığa çıkarmakla çok ciddi bir argüman olarak kullanılır hale gelmiştir. Yani Nutku Şerif'in içindeki öz manayı, tam onun özelliğini kavrayıp karşı tarafa taşıyıcı güce sahip olan nedir diye söylenirse, sözden ziyade melodidir. Tesir eder. Onun için ikisi bir arada fevkalade etkilidir. Bütün Turuk-ı Aliyye'nin mukabelelerinde, yani zikir meclislerinde musiki vardır. Musiki hayatın her veçhesinde vardır.
MANEVİ HAYATIMI YÖNLENDİREN TUĞRUL EFENDİDİR
Hayatınızdaki en önemli dönüm noktaları hangileridir?
İstanbul'a konservatuvar için gelişim İlk kırılma noktasıdır diyebiliriz. Orada konservatuara intisap edişim. Recep Birgit'i tanımam. Sonra onun beni Üsküdar Musiki Cemiyeti'ne yönlendirmesi. Ve Üsküdar Musiki Cemiyeti'nde rahmetli Mehmet Ali Hevenk ağabeyle tanışmam. Onun bana plak teklif etmesi. Bu beni mesleki açıdan yönlendirmiştir. Neticede onunla birlikteliğim, profesyonel hayata adım olarak neticelenmiştir. Ve yine Üsküdar Musiki Cemiyetinde Tuğrul Efendi ile tanışmam ve onunla da Karagümrük’ü bulmam… O da benim manevi hayatımdaki yönlenmemi oluşturmuştur. En büyük kırılma noktası olarak, dönüm noktası olarak Üsküdar Musiki Cemiyeti ve oradan hem profesyonel hayat hem de tasavvufi hayatımın kurumsallaşması ve ilerlemesi olarak bunu cevaplayabilirim. Konserler, bunun yanı sıra sohbetler, konuşmalar ve Kültür Bakanlığı tarafından Tarihi Türk Müziği Topluluğu’nu kurmakla görevlendirilmem, o da bir kırılma noktasıdır. Yirmi beş sene de orada görev yaptıktan sonra emekli oldum. Ondan sonra da işte Tuğrul Efendi'nin ahirete intikaliyle beraber Türk Tasavvuf Musikisini ve Folklorunu Araştırma Yaşatma Vakfı mütevelli başkanlığına atanmam. İşte hayatımdaki kırılma noktaları…
GENÇLERLE MÜŞFİK BİR ŞEKİLDE TEMAS KURARDI
Muzaffer Ozak Efendi’nin gençlerle ilişkisi nasıldı?
Özak değil, Ozak. Bunu çok yanlış yazıyorlar her yerde. Ozakbir Orta Asya boyunun ismi. Efendimin Türkoğlu Türk olduğunun da delilidir. Çünkü kendisi Ozak soyundan. Muzaffer Ozak Hazretleri'nin her kesimle çok üst seviyede bir irşadi münasebeti vardı. Yaşlısıyla da kadınıyla da erkeğiyle de çocuğuyla da Müslümanıyla da gayrimüslimiyle de yani Resulü Kibriya Efendimizin tarzı neyse Muzaffer Efendim aynı şekilde insanlarla ve bütün mahlûkatla ilişki kurardı. Tabii ki gençler için ileriye matuf bir ümit beslemelerinden dolayı onların yetişmeleri konusunda çok daha titizlenirdi, çok merhametliydi. Çünkü yarınları emanet edeceği insanlar gençlerdi netice itibariyle. Kısaca cevaplamam gerekirse, Resulullah Efendimiz nasıl sokakta oynayan çocuklarla da diyalog kurduysa, nasıl kendi evlatlarının arkadaşlarıyla kendi evladıymış gibi ilgilendiyse, Muzaffer Efendim de müşfik bir şekilde temas kurardı. Şöyle bir anekdotu aktarayım. Bir gün Resulü Kibriya Efendimiz hutbedeyken, çocukluk çağlarında olan Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Enes hep beraber Efendimizin hutbeyi irat ettikleri mecliste koşturuyorlar. Efendimiz onlara tebessümle bakıyor. Ve hiçbir şekilde kendisinde bir asabiyet hali gözlenmiyor. 1980'li yıllarda Amerika'daydık. Oradaki dergâhımızın mescidinde cuma günü Muzaffer Efendim hutbedeydi. Bir küçük çocuk durmadan koşuşup yaramazlık yapıyordu. Muzaffer Efendim hiç sesini çıkarmadı. Hâlbuki şu çocuğu biraz teskin edin de lafımızı bitirelim diyebilirdi ama hiç sesini çıkarmadı. Sonra hutbe bitti, namaz kılındı lokmaya oturduk. Orada “Resulullah Efendimizin mescidi bugün burada canlandı” dedi. Mesela kendisi de küçüklüğünde mollalık yaptığı için kitapçı olması itibariyle dükkâna gelen talebe mollalara, ne kitap istediğini sorar. Onların ne isteyeceğini genelde bilirdi ve o kitapları genelde oturduğu yerin hemen arkasındaki rafa koyardı. Oradan çıkarır, verirdi talebelere. Çocuk paraya davranır, “benim hediyem olsun” der. Ama çocuk eve gidip de kitabı açtığı zaman günün en etkin parası neyse ondan bir tane bulur. Kitabı hediye ettiği gibi içine harçlık da bırakırdı. İşte Efendimin gençlerle olan münasebeti böyle.
GENÇLERLE GÜZEL DİYALOGLAR KURMALIYIZ
Dünyevi zevklerin arasında kaybolan gençlere ne önerirsiniz?
Gençlerle önce dost olmaya çalışmak lazımdır. Birdenbire bunu yapma, şunu yap derseniz zaten tesir etmez. Önce kendini sevdireceksin. Zamane gençliği falan diye iteleyerek, öteleyerek onlarla mesafeyi açar isek, muvaffak olmamız mümkün olmaz. Eğer bize ilk hatamızda burada tekme tokat girselerdi hangimiz kalırdık? Nice hamlıklarımıza, nice yanlışlarımıza, nice ayıplarımıza göz yumdular. Ne olursa olsun, gençler yanlış yapmaya açıktırlar. Peygamber Efendimiz hepsini huzuruna kabul etti. Ve hepsi de onun bu bağışlayıcılığı, bu güzel cemali, tatlı sözü, güler yüzüyle dünyanın geçici lezzetlerinden vazgeçtiler. Bugün de bizim zamane gençleri yaramazlık yapabilirler ama biz mutlaka bir yolunu bulup onlarla diyalog kurmalıyız. Çünkü gençlerin özünde var bu. İki kuşak geriye gitsen ya derviş, ya hacı, ya şehit vardır.
İrşat ne demektir? Aydınlatmak demektir. Kendi hakikatini görmesine yardımcı olmak demektir. E bunları yapmadıktan sonra ne işe yaradı? Medrese ile dergâh arasındaki fark böyle oluşmuş. Dergâhta şefkat var, sevgi var. Medresede daha ziyade didaktik ve daha ciddi bir ortam var. Ama dergâhta muhabbet var. Yani olması lazım olan bu. O zaman İslam'ın hakikatiyle meşgul olan kişi, hadi ona derviş diyelim, derviş için bütün mahlûkata hizmet, halifetullah olan insana ayrıca tazim esastır, yakışan budur. Ve dün bir kişiyi hangi halde görmüş olursan ol, ertesi gün ona dünkü hali üzerinden muamele edemezsin. Her an yeni bir şan alıyor. Dün öyleydi bugün nasıl bilmiyoruz. Sen bugün ona tertemizmiş gibi yaklaşacaksın.
Hz. Mevlâna’nın Menakıbü’l Arifi'nde nice nice kısalar var. Gençlerle olan muhabbeti, ikramı oku oku bitmiyor. Bir gün bir medreseden tanıdığı bir delikanlı sabahın çok çok erken bir saatinde Hz. Pir sokaktan geçerken beliriyor. Sonra ortadan kayboluyor çocuk. Ertesi gün mecliste bir araya geldiklerinde “ben sabah seni gördüm ama sonradan kayboldun, nereye gittin” diye sual ediyor. Çocuk, “Ya Hüdavendigar rüyadan dolayı gusül icap etmişti. O vaziyette sizin huzurunuza çıkmaya edep ettim” deyince Cenab-ı Mevlana'nın cevabı “Bizim nazarımızı sudan daha mı az temizleyeceği bilirsin”. Onların nazarları tathir edicidir. Yani temizleyicidir. Yine bir gün Hz. Pir Efendimiz medresenin terasında gece gençlerle ders yapıyor, sohbet ediyor. Derken bir tanesi uyudu uyuyacak. Başı düşüyor Hz. Pir’in dizine ve uyuya kalıyor. Çocuk kendi kendine uyanana kadar Hz. Pir çocuğu uyandırmıyor. Hatta yüzüne güneş çarpmasın diye eliyle koruyor çocuğu. Böyle olması lazım. Kim ne olursa olsun. Sarhoşla değil derdimiz, sarhoşlukla. Zaniyle değil derdimiz, zina ile. İnsanlar yapar, sonradan Allah gönüllerine bir ayrılık verir, bir daha da tenezzül etmezler, Allah da onu affeder, geçer gider.