Ahkaf suresi kaç ayettir? Ahkaf suresi okunuşu ve anlamı nasıldır? Ahkaf suresinin tefsiri nasıldır? Ahkaf suresi Arapça ve Türkçe okunuşu nasıldır? Son mukaddes kitap Kuranın 46. suresi olan Ahkaf suresine dair detaylı bilgiler haberimizde... Ahkaf suresi Kur’ân-ı Kerîm’in kırk altıncı suresidir. Ahkaf suresi 35 ayetten oluşur. Ahkaf suresi Mekke'de nazil olmuştur. Sure, adını 21. ayette geçen 'Ahkâf' kelimesinden almıştır. Ahkâf, surede sözü edilen 'Âd' kavminin yaşadığı Yemen’de bir bölgenin adı olup, uzun ve kıvrımlı kum yığınları demektir. Konusu itibariyle bir önceki surenin devamı niteliğindedir. Ahkaf, lugatta 'uzun, meyilli ve yüksekçe kum yığını' manasına gelen hıkfın çoğulu olup, 'eğri büğrü kum tepeleri' demektir. Peki ahkaf suresinin okunuşu, anlamı, tefsiri nasıldır? İşte ahkaf suresi hakkında bilgiler...
Ahkaf suresi okunuşu
Bismillâhirrahmânirrahîm 1. Ha mım
2. Tenzılül kitabi minellahil azızil hakım
3. Ma halaknes semavati vel erda ve ma beynehüma illa bil hakkı ve ecelim müsemma vellezıne keferu amma ünziru mu’ridun
4. Kul eraeytüm ma ted’une min dunillahi eruni maza haleku minel erdı em lehüm şirkün fis semavat ıtunı bi kitabim min kabli haza ev esaratim min ılmin in küntüm sadikıyn
5. Ve men edallü mimmey yed’u min dunillahi mel la yestecıbü lehu ila yevmil kıyameti ve hüm an düaihim ğafilun
6. Ve iza huşiren nasü kanu lehüm a’daev ve kanu bi ıbadetihim kafirın
7. Ve iza tütla aleyhim ayatüna beyyinatin kalellezıne keferu lil hakkı lemma caehüm haza sıhrum mübın
8. Em yekulunefterah kul inifteraytühu fe la temlikune lı minellahi şey’a hüve a’lemü bima tüfıdune fih kefa bihı şehıdem beynı ve beyneküm ve hüvel ğafurur rahıym
9. Kul ma küntü bid’am miner rusüli ve ma edrı ma yüfahü bı ve la biküm in ettebiu illa ma yuha ileyye ve ma ene ila nezırum mübın
10. Kul eraeytüm in kane min ındillahi ve kefartüm bihı ve şehide şahidüm mim benı israıle ala mislihı fe amene vestekbertüm innellahe la yehdil kavmez zalimın
11. Ve kalellezıne keferu lillezıne amenu lev kane hayram ma sebekuna ileyh ve iz lem yehtedu bihı fe seyekulune haza ifkün kadım
12. Ve min kablihı kitabü musa imamev ve rahmeh ve haza kitabüm müsaddikul lisanen arabiyyel li yünzirallezıne zalemu ve büşra lil muhsinın
13. İnnellezıne kalu rabbünellahü sümmestekamu fe la havfün aleyhim ve la hüm yahzenun
14. Ülaike ashabül cenneti halidıne fıha cezaem bima kanu ya’melun
15. Ve vessaynel insane bi valideyhi ıhsana hamelethü ümmühu kürhev ve vedaathü kürha ve hamlühu ve fisalühu selasune şehra hatta iza beleğa eşüddehu ve belğa erbeıyne seneten kale rabbi evzı’nı en eşküra nı’metekelletı en’amte aleyye ve ala valedeyye ve en a’mele salihan terdahü ve aslıh lı fı zürriyyetı innı tübtü ileyke ve innı minel müslimın
16. Ülaikellezıne netekabbelü anhüm ahsene ma amilu ve netecavezü an seyyiatihim fı ashabil cenneh va’des sıdkıllezı kanu yuadun
17. Vellezı kale li valideyhi üffil leküma e teıdaninı en uhrace ve kad haletil kurunü min kablı ve hüma yesteğıysanillahe veyleke amin inne va’dellahi hakk fe yekulü ma haza illa esatıyrul evvelın
18. Ülaikellezıne hakka aleyhimül kavlü fı ümemin kad halet min kablihim minel cinni vel ins innehüm kanu hasirın
19. Ve li küllin derecatün mimmâ amilu ve li yüveffiyetüh ea’ mâlehüm ve hüm la yuzlamun
20. Ve yevme yu’radullezıne keferu alen nar ezhebtüm tayyibatiküm fı hayatikümüd dünya vestemta”üm biha fel yevme tüczevne azabel huni bima küntüm testekbirune fil erdı bi ğayril hakkı ve bima küntüm tefsükun
21. Vezkür eha ad iz enzera kavmehu bil ahkafi ve kad haletin nüzüru mim beyni yedeyhi ve min halfihı ella ta’büdu illellah innı ehafü aleyküm azabe yevmin azıym
22. Kalu eci’tena li te’fikena an alihetina fe’tina bima teıdüna in künte mines sadikıyn
23. Kale innemel ilmü ındellahi ve übelliğuküm ma ürsiltü bihı ve lakinnı eraküm kavmen techelun
24. Felemma raevhü aridam müstakbile evdiyetihim kalu haza aridum müntıruna bel hüve mesta’celtüm bih rıhun fıha azabün elım
25. Tüdemmiru külle şey’im bi emri rabbiha fe asbehu la yüra illa mesakinühüm kezalike neczil kavmel mücrimın
26. Ve le kad mekkennahüm fıma im mekkennaküm fıhi ve cealna lehüm sem’av ve ebzarav ve efideten fe ma ağna anhüm sem’uhüm ve la ebsaruhüm ve la efidetühüm min şey’in iz kanu yechadune bi ayatillahi ve haka bihim ma kanu bihı yestehziun
27. Ve le kad ehlekna ma havleküm minel kura ve sarrafnel ayati leallehüm yarciun
28. Fe lev la nesarahümlezınettehazu min dunillahi kurbanen aliheh bel dallu anhüm ve zalike ifkühüm ve ma kanu yefterun
29. Ve iz sarafna ileyke neferam minel cinni yestemiunel kur’an felemma hadaruhü kalu ensıtu felemma kudıye vellev ila kavmihim münzirın
30. Kalu ya kevmena inna semı’na kitaben ünzile min ba’di musa müsaddikal lima beyne yedeyhi yehdı ilel hakkı ve ila tarıkım müstekıym
31. Ya kavmena ecıbu daıyellahi ve aminu bihı yağfir leküm min zünubiküm ve yücirküm min azabin elım
32. Ve mel la yücib daıyellahi fe leyse bi bu’cizin fil erdı ve leyse lehu min dunihı evliya’ ülaike fı dalalim mübın
33. E ve lem yerav ennellahellezı halekas semavati vel erda ve lem ya’ye bi halkıhinne bi kadirin ala ey yuhyiyel mevta bela innehu ala külli şey’in kadır
34. Ve yevme yu’radullezıne keferu alen nar leyse haza bil hakk kalu bela ve rabbinakale fe zukul azabe bi ma küntüm tekfürun
35. Fasbir kema sabera ülül azmi miner rusüli ve la testa’cil lehüm ke ennehüm yevme yeravne ma yuadune lem yelbesu illa saatem min nehar belağ fe hel yühlekü illel kavmül fasikun
Ahkaf suresinin anlamı
Bismillâhirrahmânirrahîm.
1. Hâ. Mîm.
2. Kitab'ın indirilmesi Azîz ve hikmet sahibi olan Allah tarafındandır.
3. Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak ile ve belli bir süre için yarattık. Kâfirler ise uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler.
4. De ki: "Allah'tan başka taptığınız şeyleri gördünüz mü? Yeryüzünde ne yaratmışlar göstersenize! Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı var? Eğer doğru sözlü iseniz, bundan önce indirilmiş bir kitap veya bir ilim kalıntısı varsa onu bana getirin."
5. Allah'ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapınandan daha sapık kim olabilir? Oysa onlar, bunların tapmalarından habersizdirler.
6. İnsanlar Allah'ın huzurunda bir araya toplandıkları zaman, taptıkları şeyler onlara düşman kesilirler ve onların kendilerine tapınmalarını inkâr ederler.
7. Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, hakikat kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler: "Bu apaçık bir sihirdir." dediler.
8. Yoksa: "Onu kendiliğinden uydurdu!" mu diyorlar? De ki: "Eğer onu ben uydurdumsa, Allah tarafından bana gelecek hiçbir şeyi benden savamazsınız. O, sizin yaptığınız taşkınlıkları çok iyi bilir. Benimle sizin aranızda şâhit olarak O yeter. O çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
9. De ki: "Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana da size de ne yapılacağını bilmem. Ben ancak bana vahyedilene uyarım ve ben sadece apaçık bir uyarıcıyım."
10. De ki: Hiç düşündünüz mü? Eğer bu (Kur'an) Allah katından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz; İsrâiloğullarından bir şâhit de bunun benzerini (Tevrat'ta) görüp iman ettiği halde, siz yine de büyüklük taslamışsanız (zâlim olmaz mısınız)? Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhuna hidayet edip, doğru yola iletmez.
11. İnkâr edenler iman edenler için: "Eğer bu (din) bir hayır olsaydı, onlar bizi geçemezlerdi." dediler. Fakat onlar bununla hidayete ermek arzusunda olmadıkları için: "Bu eski bir uydurmadır." diyeceklerdir.
12. Daha önce de rehber ve rahmet olarak Musa'nın kitabı vardı. Bu ise, zâlimleri korkutmak ve iyilik yapanlara müjde olmak üzere Arap lisanı ile indirilmiş doğrulayıcı bir kitaptır.
13. Şüphesiz ki: "Rabbimiz Allah'tır!" deyip, sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
14. Onlar cennet ehlidirler. Yaptıklarına karşılık olmak üzere orada ebedî kalacaklardır.
15. Biz insana anne ve babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Zira annesi onu karnında zahmetle taşımış ve güçlükle onu doğurmuştur. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer. Nihayet o güçlü çağına erip, kırk yaşına varınca der ki: "Ey Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ilham et ve beni hoşnut olacağın yararlı işler yapmaya sevk eyle! Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir! Ben sana yöneldim ve ben kendimi sana verenlerdenim."
16. İşlediklerini en güzel şekilde kabul ettiğimiz ve kötülüklerini geçtiğimiz kimseler, cennet halkı arasındadırlar. Bu onlara vaad olunan dosdoğru bir vaaddir.
17. Annesine ve babasına: "Öf size! Benden önce nice nesiller gelip geçmişken, beni (mezardan) çıkartılmakla mı tehdit ediyorsunuz?" diyen kimseye, anne ve babası Allah'a sığınarak: "Yazıklar olsun sana! İman et! Allah'ın vaadi gerçektir." dedikleri halde: "Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir." der.
18. İşte onlar, kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş ümmetler içinde, aleyhlerinde söz hak olmuş (azap gerçekleşmiş) kimselerdir. Doğrusu onlar hüsrana uğrayanlardır.
19. Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır. Allah onlara yaptıklarının karşılığını verir, kendilerine aslâ haksızlık yapılmaz.
20. Kâfirler ateşe arzolundukları gün (onlara şöyle denir): "Siz bütün zevklerinizi, lezzetlerinizi, sizin için güzel olan her şeyinizi dünya hayatınızda yaşayıp bitirdiniz. Artık bugün yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız."
21. Resulüm! Âd kavminin kardeşi Hud'u an. O Ahkâf'daki kavmini uyarmıştı. Ondan önce de sonra da birçok uyarıcılar gelip geçmiştir. Kavmine: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben sizin, büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum." demişti.
22. Dediler ki: "Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Doğru sözlülerden isen, hadi bizi tehdit edip durduğun azabı başımıza getir."
23. (Hud) dedi ki: "Doğrusu buna âit bilgi Allah'ın katındadır. Ben sadece benimle gönderilen şeyi size tebliğ ediyorum. Ne var ki sizi câhillik edip duran bir kavim olarak görüyorum."
24. Nihayet o azabın, geniş bir bulut halinde vâdilerine doğru yayılarak geldiğini görünce: "Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur." dediler. Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde elem verici azabı taşıyan bir rüzgardır.
25. Rabbinin emriyle her şeyi yıkıp yerle bir eder. Çok geçmeden o hale geldiler ki, meskenlerinin harabelerinden başka bir şey görülmez oldu. İşte biz suçlu günahkâr kavmi böyle cezalandırırız.
26. Andolsun ki onlara size vermediğimizi vermiş, (onları sizi yerleştirmediğimiz yerlere yerleştirmiş)tik. Kendilerine kulaklar, gözler ve gönüller vermiştik. Fakat ne kulakları, ne gözleri, ne de gönülleri onlara bir fayda sağlamadı. Zira bile bile Allah'ın âyetlerini inatla inkâr ediyorlardı. Alay edip durdukları şey, kendilerini kuşatıverdi.
27. Andolsun ki biz çevrenizde bulunan birçok memleketleri de yok ettik. Belki dönerler diye âyetleri bir bir açıkladık.
28. Allah'tan başka kendilerine yakınlık sağlamak için ilâh edindikleri şeyler, kendilerine yardım etselerdi ya! Hayır! Onlardan kaybolup gittiler. İşte bu onların yalanlarıdır ve uydurup durdukları şeydir.
29. Resulüm! Hani Kur'an dinlesinler diye sana cinlerden bir tâife yöneltmiştik. Hazır olunca birbirlerine: "Susun!" demişlerdi. Kur'an'ın okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak kavimlerine dönmüşlerdi.
30. Dediler ki: "Ey kavmimiz! Biz Musa'dan sonra indirilen ve kendinden öncekileri doğrulayan, hakka ve doğru yola hidayet eden bir kitap dinledik."
31. "Ey kavmimiz! Allah'a çağıran (Muhammed'e) uyun ve ona iman edin ki Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı azaptan korusun."
32. "Allah'a çağıran (Muhammed'e) uymayan kimse bilsin ki, Allah'ı yeryüzünde âciz bırakamaz. Kendisinin O'ndan başka dostları da bulunmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.
33. Görmüyorlar mı ki, gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah, ölüleri de diriltmeye kâdirdir. Evet O, şüphesiz ki her şeye kâdirdir.
34. Kâfirlere ateşe sunuldukları gün: "Bu gerçek değil miymiş?" denir. Onlar da: "Rabbimiz hakkı için evet gerçekmiş!" derler. "O halde küfrünüz sebebiyle tadın azabı!" buyurur.
35. Resulüm! Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret! Onlar için acele etme! Onlar vâdedildikleri azabı gördükleri zaman sanki dünyada gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu bir tebliğdir. Yoldan çıkmış fâsıklar topluluğundan başkası helâk edilir mi?
Ahkaf suresi tefsiri
Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla
1 Hâ, Mîm.
2 Kitabın indirilmesi, üstün ve güçlü olan, hüküm ve hikmet sahibi Allah'tandır.1
3 Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak hak ve adı konulmuş bir ecel (belli bir süre) olarak yarattık.2 Küfredenler ise, uyarılıp-korkutuldukları şeyden yüz çevirmekte olanlardır.3
4 De ki: "Gördünüz mü-haber verin; Allah'tan başka tapmakta olduklarınız, yerden neyi yaratmışlar, bana gösterin? Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı var? Eğer doğru sözlüler iseniz,4 bundan önce bir kitap ya da ilim kalıntısı (veya bir eser) varsa, bana getirin."
5 Allah'ı bırakıp kıyamet gününe kadar kendisine icabet etmeyecek olan şeylere tapmakta olandan daha sapık kimdir? Oysa onlar, bunların tapmalarından6 habersizdirler.
AÇIKLAMA
3. Yani, gerçek şu ki, bu kainat gayesiz bir eğlence değildir. Tersine bu hikmetli nizam belirli bir maksada binaen kurulmuştur. Muhakkak iyi ve kötünün, zalim ve mazlumun bütün amelleri en sonunda görülecektir. Bu kainat daimi ve ebedi değildir. Belirli bir müddeti vardır. En sonunda muhakkak bu nizam altüst olacaktır. Allah'ın adaleti için de belirli bir zaman kararlaştırılmıştır. O zaman geldiğinde muhakkak vukubulacaktır. Allah'a, Rasulü'ne ve Kitab'a inanmayı inkar edenler bu hakikatlerden yüz çevirmektedirler. Bu yaptıklarının hesabını bir gün vereceklerini hiç düşünmüyorlar. Zannediyorlar ki, Allah Rasulü bu gerçeklerden haber vererek onlara kötülük yapmaktadır. Halbuki Peygamber'in onlara geleceklerini bildirmesi ve dahası, hesap sorulacağını ve buna karşı hazırlıklı gerektiğini bildirmesi, onlar için bir iyiliktir.
İleriki hitapları daha iyi anlayabilmek için şunu dikkatimizde tutalım ki, insanın en büyük hatası Allah hakkında bazı yanlış inanışlar tayin etmesidir. Tembellik ederek hiç derince düşünmeden yüzeysel ve ondan bundan duyduklarıyla yanlış bir akide oluşturuyor. Bu en büyük bir ahmaklıktır. Çünkü onun böyle inancı bütün hayatını doğru yoldan saptırarak ebedi hayatını mahvetmektedir. Asıl sebep kendini sorumsuz zannederek tembellik etmesi ve kendini tehlikeye atmasıdır. Allah Teala hakkında nasıl bir inanca sahip olursa olsun, bir şeyin değişmeyeceği yanılgısına düşüyor. Çünkü ölümden sonraki hayata ve orada her şeyden sorulacağına inanmamaktadır. İnanıyorsa da, orada eğer bir sorgu sual olduğunda bu dünyada onu himaye eden bazı zevatın kendisini kurtaracağını zannetmektedir. Bu gibi sorumsuz düşünceler dolayısıyla insan, bir inanç seçme konusunda ciddiyetsizlik göstermektedir. Onun için rahatça ateizmden şirke kadar bir dizi mantıksız düşünceleri bir inanç haline getirerek, kendini de başkalarını da saptırarak batağa sürüklemektedir.
4. Çünkü muhatap olan kavim müşrikti. Bu yüzden onlara, sorumsuzca, ciddi ciddi düşünmeden, gayri makul bir inanç üzerinde ısrar etmekte oldukları uyarısında bulunulmaktadır.
Onlar her ne kadar bu dünyanın yaratıcısının Allah olduğuna inanıyorlarsa da, bununla beraber başkalarını da ma'bud olarak kabul edip onlara yalvarmakta, hacetlerinin ve problemlerinin hallolmasını onlardan istemekteydiler. Onlara secde edip adaklar adıyorlardı. Kendi talihlerini bunların değişteribileceğini zannediyorlardı. Aynı kişilere, "Neye dayanarak siz bunları ma'bud olarak kabul etmektesiniz", diye sorulmaktadır. Açıktır ki, Allah (c.c) yanında başkalarına da ma'budiyyet nisbet etmenin iki temel sebebi olabilir: Birincisi, ya bir kimse yer ve göğün yaratılmasında Allah'tan başkalarının da bir payı olduğu konusunda bir bilgi sahibidir, ya da falanca kimsenin ilahlıkta kendi ortağı olduğunu bizzat Allah Teala'nın kendisi söylemiştir. Şimdi hiç bir müşrik ibadet etmekte olduğu ma'bud hakkında, bunun Allah'ın ortağı olduğunu iddia edecek bir bilgi sahibi değildir. Ayrıca Allah tarafından indirilen hiçbir kitap gösterilemez ki, Allah kendisinin bir ortağı olduğunu bildirmiş olsun. O zaman onların bu şirk inançlarının kesinlikle bir aslı-astarı yoktur.
Bu ayatteki "Önceden gelmiş kitaplardan" murad, Allah'ın daha önce inzal ettiği kitaplardır. "Bir bilgi kalıntısı"ndan murad, sonraki nesillere itimat edilen bir vasıtayla ulaşmış eski devirlerdeki nebilerin ve salihlerin talimatlarının kırpıntılarıdır. Bu iki vasıtayla insana ulaşan hiçbir şeyde şirkten bir iz yoktur. Şimdi Kur'an'ın tebliğ etmekte olduğu bütün semavi kitapların ittifak ettiği tevhid ve evvelki ilimler hakkında ne kadar eser kalmışsa bunlarda da şirkin hiçbir izine rastlanmamaktadır. Bunlarda herhangi bir nebi, veli ya da salih kişinin herhangi bir zaman Allah'tan başkasına kullukta bulunmak için vaaz verdiğine dair hiçbir iz de yoktur. "Kitap"tan murad ilahi kitaplardır..."Bilgi kalıntısı"ndan murad da "Nebilerin ve salihlerin bıraktığı ilimdir" sözünü bir an için bir kenara bıraktığımızı var sayalım. Bu sefer hiçbir bilimsel kitapta veya dini ve dünyevi bilimler mutahassıslarının bu güne kadar yapmış oldukları hiç bir araştırma da, yeryüzü ve gökyüzünün herhangi bir kısmını Allah Teala'nın yanında başka bir tanrının yarattığına dair ya da bu dünyada insanların istifade ettiği nimetleri Allah (c.c) değil de başka birisinin yarattığına dair en ufak bir emare yoktur.
5. "Cevap"tan murad, karşılık verme, harekette bulunmadır. Sadece kelimelerle, sesle ya da yazıyla cevap veriş değildir. Bundan anlaşılan şudur: Her kim eğer bu ma'butlara yakarır, yardım talebinde bulunursa, ellerinde yetkileri olmadığı için bunlar olumlu veya olumsuz bir karşılık veremezler. İzah için bkz. Ez-Zümer an: 33.
"Kıyamete kadar cevap veremiyecek" demek, bu dünya kaim olduğu sürece onlar hiçbir cevap veremiyecek demektir. Ama daha ileriki ayetlerde de açıklandığı gibi kıyamet meydana geldikten sonra ise bu ma'budlar kendilerine ibadet edenlere düşman olacaklardır.
6. Yani, onların yalvarış-yakarışları zaten onlara ulaşamaz. Ne kendi kulaklarıyla onları duyarlar, ne de başka bir vasıtayla, bu dünyada onları birisinin çağırdığı haberi kendilerine ulaşmaz. Bu ayeti şöyle izah edebiliriz; dünyadaki müşriklerin Allah'tan başka dua ettikleri ma'budları şu üç grupta toplayabiliriz: Birincisi, bu ruhu ya da şuuru olmayanlar, ikincisi, geçmişteki salih insanlar ve üçüncüsü, kendileri sapıttıkları gibi başkalarını da yoldan çıkararak bu dünyadan göçen insanlar. Birincilerin ne kendilerine ibadet edenler ne de yapılan dualar hakkında bir haberleri yoktur. İkinci kısımdakiler ise aslında Allah'ın sevdiği mukarreb kullardı. Bunlar da şu iki sebepten dolayı bu durumda oluşlarından habersizdirler. Evvela, Allah'ın yanında öyle bir alem vardır ki bu dünyanın sesleri oraya ulaşamaz ve ikinci olarak, Allah Teala ve melekler kasten bu haberleri onlara ulaştırmazlar. Çünkü bu olanları duymak onlar için üzüntü kaynağı olacaktır. Onlar bütün hayatları boyunca yalnızca Tevhidi ve sadece Allah'a istigâse'de bulunmayı öğretmişlerdi. Şimdi ise bazıları onlardan yardım dilemekteler. Allah Teala bunlara böyle haberleri vererek onları üzmek istemez. Üçüncü gruptaki ma'budlara gelince, düşünürsek bunların da habersiz kalmalarının iki sebebinin olduğunu anlarız: Birincisi, bunlar suçlu olarak Allah'ın indinde beklemektedirler ve bu dünyadan hiç bir sada onlara ulaşamaz. İkinci sebep ise, Allah Teala ve melekler, bu dünyada yapmış oldukları misyonun başarıya ulaştığı ve şimdi bazı kimselerin kendilerine taptığı haberlerini duyurarak onları sevindirmek istemez. Allah zalimlere böyle memnuniyetler bahşetmez.
Burada şu hususu da izah edelim ki, Allah (c.c) kendi salih kullarına bu dünyada gönderilen selam ve rahmet dualarını ulaştırır. Çünkü bu onlara memnuniyet verecektir. Öte yandan suçlulara da bu dünyadan gönderilen lanet ve bedduaları ulaştırır. Mesela bir hadise göre, Bedir Savaşı'nda kafir olan ölülere Peygamber'in (s.a) gönderdiği lanet onlara duyurulmuş ve bu onların eziyetini artırmıştı. O, hiçbir şekilde kendi salih kulları için üzüntü verecek, kafir ve mücrimlere memnuniyet verecek bir haberi onlara ulaştırmaz. Böylece "sem'i mevta" (ölülerin işitmesi) konusuna bir açıklık getirilmiş olmaktadır.
6 İnsanlar (bir araya getirilip) haşrolunduğu zaman, (Allah'tan başka taptıkları) onlara düşman kesilirler ve onların (kendilerine) ibadet etmelerini de tanımazlar.7
7 Onlara açık belgeler olarak ayetlerimiz okunduğu zaman, o küfredenler kendilerine gelmiş olan hak için dediler ki: "Bu, apaçık bir büyüdür."8
AÇIKLAMA
7. Yani, onlar açık açık "Biz hiç bir zaman onlara bize ibadet edin demedik. Onların bize ibadet ettiklerinden bizim hiçbir ilgimiz yok. Bu sapıklıklarının sorumlusu kendileridir. Dolayısıyla cezalarını da kendileri çeksin, onların bu suçlarında bizim bir payımız yoktur," diyeceklerdir.
8. Mekke'de Kur'an-ı Kerim'in ayetleri okunduğu zaman, bunun bir insan kelamı olmadığını, insan üstü bir şey olduğunu onlar hissediyorlardı. Hiç bir şair, hatip ve en büyük edebiyatçı bile Kur'an'ın emsalsiz fesahat ve belâgatine (büyüleyici uslubuna), hitabet ve kalpleri etkileyen yüksek muhtevasına yaklaşamazdı bile. En önemlisi, Allah Rasulü'nün kendi kelamı bile Allah tarafından nazil olan kelamla aynı değildir. Allah Rasulü'nü daha çocukluğundan beri çok iyi tanıyan ve onun dilini çok iyi bilen Mekkeliler de, Allah Rasulü'nün kendi sözleri ile Kur'an-ı Kerim'in sözleri arasında çok büyük farklar olduğunu görüyorlardı. Aralarında kırk-elli sene gece gündüz yaşamış olan şahsın birdenbire böyle kendi dilinden tamamıyla farklı bir kelam uydurduğunu kabul etmek zordu. Bu gerçek onların gözleri önünde açıkça görülüyorken onlar küfürlerinde ısrar etmekte kararlı idiler. Bu yüzden, bu aşikar işaretleri görmelerine rağmen değil kabul etmek, üstelik "Bu bir sihirdir" diyorlardı. (Onların Kur'an'ı bir sihir olarak nitelemelerinin açıklamasını daha önce yapmıştık. Bkz. El-Enbiya an: 5, Sâd an: 5)
8 Yoksa: "Kendisi onu uydurdu" mu diyorlar?9 De ki: "Eğer onu ben uydurdumsa, bu durumda siz, Allah'tan bana (gelecek) olan hiç bir şeye (karşı) malik olamazsınız. Sizin kendisi (Kur'an) hakkında, ne taşkınlıklar yapmakta olduğunuzu O daha iyi bilendir. Benimle sizin aranızda şahid olarak O yeter. 10O, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir."11
9 De ki: "Ben peygamberlerden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum. Ben, yalnızca bana vahyedilmekte olana uymaktayım ve ben, apaçık bir uyarıcı-korkutucudan başkası değilim."12
10 De ki: "Gördünüz mü-haber verin; eğer (bu Kur'an,) Allah katından ise, siz de ona (karşı) küfretmişseniz13 ve İsrailoğullarından bir şahid de bunun bir benzerine şahidlik edip iman etmişse ve siz de büyüklük taslamışsanız (bunun sonucu ne olacak)?14 Şüphesiz Allah, zalim olan bir kavmi hidayete erdirmez."
AÇIKLAMA
9. Bu şekilde sorarak beyan etmede şiddetli bir hayret ifadesi vardır. Yani, bunlar o kadar hayasızdırlar ki, Allah Rasulü'nü, Kur'an'ı uydurmakla itham edebilmekteler. Halbuki çok iyi biliyorlar ki, bu onun tasnif ettiği bir kelam değildir.
Onların "sihirdir" demeleri ise bu kitabın sıradan, alalede bir kelam olmadığının ve bunu bir insanın tasnif edemeyeceğinin, bir insan için böyle bir kelamı meydana getirebilmenin mümkün olamayacağının kendi ağızlarıyla itirafıdır.
10. Çünkü onların bu ithamı asılsızdır ve tamamıyla bir inat mahsulüdür. Bu yüzden bir delil ileri sürmeye ihtiyaç duyulmamıştır. Sadece "Gerçekten eğer sizin dediğiniz gibi bu kelamı ben tasnif etmişsem bu, Allah'a en büyük iftiradır. O zaman Allah'ın cezasından beni siz mi kurtaracaksınız? Ve eğer sizin bana yalan iftirada bulunarak reddettiğiniz bu kelam Allah'ın kelamı ise o zaman Allah size ne yapacaktır, göreceksiniz" demekle yetinilmiştir. Allah'tan hiç bir şey gizli kalmaz. Doğru kimdir? Yalancı kimdir? Bunlar hakkında en iyi kararı verecek O'dur. Eğer bir şey hususunda bütün dünya yalan dese ama, Allah'ın indinde o şey doğruysa son karar Allah'ın ilmine göre verilir. Eğer bütün dünya bir şeyi doğrulasa da Allah'ın indinde o şey yalan ise o zaman Allah'ın indinde son karar yine yalan olarak verilecektir. Onun için saçma sapan şeyler konuşmak yerine kendi ahiretinizi düşünün.
11. Bu cümlenin iki manası vardır. Birincisi, sizin hâlâ bu dünyada yaşıyor olmanız Allah'ın bir lütfudur. Eğer Allah'ın rahmeti ve lütfu olmasaydı, O'na karşı yaptığınız iftiralar sizi hemen yok ederdi. İkinci bir nefesi almaya bile size müsade edilmezdi. Diğer bir manası da "Ey insafsızlar! Şimdi artık bu inadınızdan vazgeçin. Allah'ın rahmet kapısı hâlâ açıktır. Yaptıklarınızı affedebilir," şeklinde olabilir.
12. Bu buyruğun arka-planı şudur: Nebi (s.a) risaletini ilan ettikten sonra Mekke'dekiler ona acayip şeyler söylemeye başladılar. Diyorlardı ki, "Bu ne biçim Rasuldür, çoluk çocuğu var, pazarda dolaşır, yer içer ve bizim gibi bir insandır. Bizden ne farkı var ki biz onu Allah'ın özel olarak gönderdiği bir elçi olarak tanıyalım?" Ve yine bunlar diyorlardı ki "Eğer bu şahıs Allah'ın Rasulü olsaydı en azından Allah onun peygamberliğini ilan etmek için hizmetine bir melek verirdi. Her kim ona karşı çıkar, saygısızlık yaparsa bu melek onları kamçılardı. Nasıl olur da Allah bir kimseyi Rasul olarak göndersin de o kimseyi Mekke'nin sokaklarında böyle eziyetlere karşı çaresiz bıraksın? Kendi Rasulü için hiç olmazsa bahçe içerisinde muhteşem bir saray yapardı. Hanımının serveti bittikten sonra açlık çekmez ve Taif'e giderken altında bir bineği olurdu." Dahası ondan acaip acaip mucizeler göstermesini ve gaipten haber vermesini talep etmekteydiler. Onların düşüncesine göre bir kimsenin Allah'ın Rasulü olması, onun insan üstü bazı güçlere sahip olmasını gerektirir.
Bir işaretiyle dağları yerinden oynatır, bir işaretiyle kurak çölleri güllük gülistanlık hale çevirirdi. Bütün olmuş ve olacak her şeyin ilmine sahip olmalıdır. Gaipteki bütün gizli şeyleri görebilmelidir.
Bu itirazlara, her cümlesinde bir anlam taşıyan bu ayette cevap verilmiştir. Buyrulmaktadır ki "Onlara söyle: "Ben türedi bir peygamber değilim" Yani, "Benim peygamberliğim dünya tarihinde ilk kez olan bir şey değildir ki, bu size acaip gelsin. Peygamberlerin böyle değil de şöyle olmasına niye o kadar şaşırıyorsunuz? Benden önce de pek çok Rasul gelmişti. Benim onlardan bir farkım yok. Ne zaman bir peygamber gelmiştir de onun çoluk çocuğu olmamış, yiyip içmemiş ve diğer normal insanlar gibi yaşamamıştır? Hangi peygamberin yanında (onun risaletini duyurmak için) elinde kırbaç bulunan bir melek vardı. Hangi Rasulün bağlar-bahçeler içerisinde bir sarayı vardı? Hangi Rasul, insanları Allah'ın tarafına davet etmek için eziyetler çekmemişti? Ve hangi Rasul kendi yetkisiyle mucizeler göstermiş ve yine kendi izniyle her şeyi bilmiştir. Öyleyse şimdi siz benim peygamberliğimi sınamak için bu acaip acaip soruları nereden çıkarıyorsunuz?" Daha sonra şöyle buyurulmuştur: "Onlara de ki: Bana ve size yarın ne yapılacağını da bilmiyorum. Ben sadece bana vahyedilen şeye uyarım." Yani, ben gaybı bilen değilim ki geçmiş, hal ve gelecek bana açık olsun ve dünyada her şey benim bilgim içerisinde bulunsun. Değil sizlerin geleceği, ben kendi geleceğimi bile bilmiyorum. Ben ancak vahiy vasıtasıyla bana verilen ilim kadar bilebilirim. Hiç bir zaman bundan daha fazlasını bildiğimi iddia etmedim. Ve hangi Rasul gelmiş ki o şimdi sizin benden istediğiniz gibi herşeyi bildiğini iddia etmiştir? Gayb hakkında bazı haberler soruyorsunuz. Ne zaman bir Rasulün görevi, sizin kaybettiğiniz şeyleri, hamile bir kadının erkek veya kız doğuracağını, falan hastanın öleceğini veya iyi olacağını bildirmek olmuştur.
En sonunda da "Onlara de ki: Ben apaçık uyarıcıdan başka bir şey değilim" buyuruluyor. Yani ben Allah'ın yetkilerine sahip değilim ki her gün sizin istediğiniz acaip acaip mucizeleri göstereyim. Benim gönderilmemin gayesi, size doğru yolu göstermek ve onu reddedenleri de kötü akibetlerinden uyarmak içindir.
13. Bu husus bundan önce Fussilet Suresi 52. ayette işlenmiştir. İzah için bkz. Fussilet an: 69.
14. Müfessirlerin çoğu bu şahitten maksat Hz. Abdullah bin Selâm'dır, demişlerdir. Çünkü o, Medine-i Münevvere'deki en meşhur yahudi alimiydi.
Hicretten sonra Allah Rasulü'ne iman ederek müslüman olmuştur. Bu hadise Medine'de meydana geldiğinden müfessirlerin kavline göre bu ayet Medenidir. Bu şekildeki yorumun kaynağı Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas'ın açıklamasıdır. O'na göre bu ayet Hz. Abdullah bin Selam hakkında nazil olmuştur. (Buhari, Müslim, Nesai, İbn Cerir) Ve aynı kaynağa dayanarak İbn Abbas, Mücahid, Katade, Dahhak, İbn Sirin, Hasan Basri, İbn Zeyd, Avf bin Malik el-Eşci' gibi pekçok büyük müfessir bu görüştedirler. Diğer taraftan İkrime, Şa'bi ve Masruk "Bu ayet Abdullah bin Selâm hakkında olamaz, çünkü bütün sure Mekkîdir. Mekke'de nazil olmuştur" demektedirler. İbn Cerir et-Taberî'de aynı görüşe katılarak şöyle söylüyor: "Yukarıdaki bu hitabet silsilesinin muhatabı Mekke müşrikleridir. Daha sonraki ayetlerden de anlaşılıyor ki hep Mekkeli müşrikler muhataptır. Bu siyak ve sibak içerisinde (context) yalnız başına Medine'de nazil olmuş bir ayetin buraya girmesi düşünülemez." Daha sonraki müfessirler bu ikinci görüşü tercih ederlerken Saad bin Ebi Vakkas'ın rivayetini de inkar etmemekteler. Hz. Sa'd, eskilerin adetine göre bu ayetin tam tamına İbn Selam'a uygun düştüğü mealinde konuşmuştur. Bu sözden, bu ayetin İbn Selam'ın iman etmesi üzerine nazil olduğu çıkarılamaz. Yalnız ne var ki bu ayet gerçekten de tam olarak onun tavsifine uygun düşmektedir.
Zahiren ikinci görüşün daha doğru olduğu anlaşılmaktadır. O zaman şöyle bir soru akla gelir: "Bu şahitten maksat kimdir?" İkinci görüşe sahip olan bazı müfessirler bunun Musa (a.s) olduğunu söylemekteler. Ama bir sonraki "O iman etmiş ve siz kibir içindesiniz" cümlesi böyle bir yorumla hiç de uyum sağlamamaktadır. En doğru izah müfessir Nisaburî ve İbn Kesir'indir. Yani bunlar: "Burada şahitten belirli bir şahıs kastedilmemektedir. Bundan maksat İsrailoğulları'ndan sıradan bir şahıstır" demişlerdir. Allah'ın buyruğunun maksadı şudur: Kur'an-ı Kerim size şimdi sunulmaktadır, bu ilk karşılaştığınız yeni bir şey değildir ki böyle bir şeyi ilk defa görüyoruz diye mazeret ileri sürebilirsiniz. Bundan önce de bu gibi talimatlar İsrailoğulları'na vahiy yoluyla Tevrat ve diğer semavi kitaplar şeklinde gelmiştir. Onları sıradan bir insan bile kabul etmişti. Allah'ın kendi talimatlarını yalnızca vahiy vasıtasıyla gönderdiğini sıradan bir insan bile kabul etmiştir. Onun için vahiy ve onun getirdiği talimatların acaip ve anlaşılmaz bir şey olduğunu iddia edemezsiniz. Aslında sizin inanmanıza mani olan sizin kendi kibir ve böbürlenmenizdir.
11 Küfretmekte olanlar, iman etmekte olanlar için dedi ki: "Eğer O (Kur'an veya iman) hayırlı bir şey olsaydı, ona bizden önce koşup-yetişemezlerdi."15 Oysa onlar, onunla hidayete ermediklerinden: "Bu, eski bir yalandır" diyecekler.16
12 Bundan önce de, bir rehber (imam) ve bir rahmet olarak Musa'nın kitabı var. Bu da, zulmedenleri uyarıp-korkutmak17 ve ihsanda bulunanlara bir müjde olmak üzere, (kendinden önceki kitapları) doğrulayıcı ve Arapça bir dil ile olan bir kitaptır.
13 Şüphesiz: "Bizim Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.18
14 İşte onlar, cennet halkıdır; yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedi olarak kalıcıdırlar.
15 Biz insana, 'anne ve babasına' iyilikle davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu güçlükle taşıdı ve onu güçlükle doğurdu. Onun (hamilelikte) taşınması ve sütten kesilmesi, otuz aydır.19 Nihayet güçlü (erginlik) çağına erip kırk yıl (yaşın)a ulaşınca, dedi ki: "Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve senin razı olacağın salih bir amelde20 bulunmamı bana ilham et; benim için soyumda da salahı ver. Gerçekten ben tevbe edip sana yöneldim ve gerçekten ben müslümanlardanım."
AÇIKLAMA
15. Bu, Kureyş'in ileri gelenlerinin, halkı Rasulullah'tan soğutmak için kullandıkları delillerden biridir. Diyorlardı ki, "Eğer Kur'an hak bir söz olsaydı bunu en önce biz kabul ederdik. Nasıl olur ki, bir kaç tecrübesiz genç ve aşağı sınıftan birkaç köle bunu makul olarak görür de, bizim ileri gelenlerimizden akıllı, dünya görmüş ve tecrübelerine, zekalarına herkesin itibar ettiği kişiler görmez. O halde onun sıradan halkı inandırmak gayreti içerisinde oluşu da bu davette muhakkak bir yanlışlık olduğunu ve bu yüzden de kavmin ileri gelenlerinin bunu kabul etmediğini göstermektedir. O halde siz de ondan uzak durun."
16. Yani, bunlar kendilerini hak ile batıl arasında bir kıstas olarak görmekteler. Zannediyorlardıki eğer kendileri bir şeyi hidayet olarak kabul etmemişlerse, bu demektedir ki bu muhakkak bir dalalettir. Ama buna "Yeni bir yalan" demeye cesaret edemiyorlar. Çünkü bundan evvelki peygamberler de aynı şeyi tatbik etmişlerdi. Onların ellerinde olan bütün semavi kitaplar da aynı hidayeti göstermekteydi. Onun için bunlar da "Eski bir yalan" demekteler. Güya onlara göre onların dışında herkes akılsızdır. Binlerce senedir bu gerçekleri tebliğ eden ve ona inananlar akıldan mahrumdurlar da sadece akıl bunlara kalmıştır.
17. Yani, sapıklıkları dolayısı ile ahlak ve amel bakımından kötülük içerisine düşen, toplumu da türlü zulüm ve haksızlıklarla dolduran ve Allah'tan başkalarına ibadet edenlerin kötü sonuçları hakkında onlara haber ver.
18. İzah için bkz. Fussilet an: 33-35.
19. Yani, bir evlat, hem anasına hem de babasına hizmet etmelidir. Ama ananın hakkı daha önemlidir. Çünkü o evladı için daha fazla ızdırap çeker. Aynı şey az çok farklı rivayetlerle Bahuri, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace, Müsned-i Ahmed ve İmam Buhari'nin Edebül-Müfred'inde rivayet edilen şu hadisten de anlaşılmaktadır: "Birisi Allah Rasulü'ne gelerek "Üzerime en fazla kime hizmet etme hakkı düşer?" diye sordu. Allah Rasulü "Annen" buyurdu. Adam "Sonra kim?" dedi. Allah Rasulü yine "Annen" diye cevapladı. Adam aynı soruyu üçüncü defa sorunca Allah Rasulü bu sefer de "Annen" karşılığını verdi. Dördüncüde "Babana" buyurdu." Allah Rasulü'nün bu cevabı yukarıdaki ayeti tam manasıyla tercüme etmektedir. Burada annenin hakkına işaret edilmiştir. Çünkü, 1) Anne onu meşakkatle karnında taşımış, 2) Meşakkatle onu dünyaya getirmiş ve, 3) Hamilelik ve emzirme süresi otuz ay almıştır.
Bu ayet ile, Lokman Suresi'nin 14. ayeti ve Bakara Suresi'nin 233. ayetlerinden şöyle hukuki bir netice çıkmaktadır. Bir hadisede Hz. Ali, İbn Abbas ve Hz. Osman bununla hüküm vermişlerdi. Hadise şuydu: Hz. Osman'ın hilafeti döneminde bir şahıs Cüheyna kabilesinden bir kadın ile evlenmişti. Evliliklerinden tam altı ay geçmişti ki sapa sağlam bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine o şahıs Hz. Osman'a gelerek olayı anlattı. Hz. Osman da kadının zina yapmış olduğu kanaatine vararak recm olunması hükmünü verdi. Hz. Ali'nin bundan haberi olunca hemen Hz. Osman'ın yanına giderek böyle bir hükme nasıl vardığını sordu. Hz. Osman da cevaben "Kadın 6 ay sonra sağlam bir çocuk doğurmuştur, bu açıkça onun zina yaptığının delilidir" deyince Hz. Ali "Hayır" karşılığını vermişti. Sonra Hz. Ali yukarıda adı geçen üç ayeti okudu. Bakara Suresi'nde Allah (c.c) buyuruyor ki "Babaları isterse anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler", Lokman Suresi'nde ise yine buyuruyor ki "... İki sene onu emzirdi..." Ve Ahkaf Suresi'nde (bu sure) buyuruyor ki "... Onun ana karnında taşıması ve sütten kesilmesi otuz ay sürdü... "Ve şimdi eğer otuz aydan iki sene emzirme müddetini çıkarırsak geriye altı ay hamilelik zamanı kalır. Burdan anlaşılıyor ki hamilelik süresi en az altı aydır. Bundan sonra çocuk tam olarak oluşmaktadır. O halde bir kadın tam altı ay sonra bir çocuk dünyaya getirse ona zaniye hükmü verilemez." Hz. Osman bunu duyunca Hz. Ali'ye "Ben bunu hiç düşünmemiştim" diyerek kadını çağırtmış ve daha önce verdiği hükmü değiştirdiğini söylemiştir. Rivayette şu da zikredilmektedir:
Hz. Ali'nin bu istidlalini İbn Abbas da teyid etmiş ve ondan sonra Hz. Osman kendi görüşünden rücu etmişti. (İbn Cerir, Cessas, Ahkamu'l-Kur'an, ve İbn Kesir)
Şimdi bu üç ayetten aşağıdaki hükümleri çıkarabiliriz:
1) Bir kadın evlendikten sonra altı aydan daha öce sağlam (düşük değil) bir çocuk dünyaya getirirse onun hakkında zaniye hükmü verilir ve çocuğun nesebi kocasına intisab ettirilemez.
2) Bir kadın evlendikten altı ay veya daha fazla bir süre sonra sağlam bir çocuk dünyaya getirirse, onun hakkında sadece bu doğuma dayanarak zaniye ithamı yapılamaz, kocasının da onu böyle itham etmeye ve çocuğun nesebini inkar etmeye hakkı yoktur. Çocuğu muhakkak kabul edecektir, kadın da cezalandırılamaz.
3) Emzirme hakkının müddeti de en fazla iki senedir. Bu süreden sonra eğer bir çocuk başka bir kadının sütünü emecek olsa, o kadın onun süt annesi olamaz, kararı verilir. O zaman emzirme hakkında Nisa Suresi 23. ayette beyan edilen hükümler geçerli olmayacaktır. Bu konuda ihtiyaten Ebu Hanife iki sene yerine iki buçuk sene ileri sürerek "Emzirme yakınlığı" gibi nazik bir konuda bir hata yapma ihtimaline karşı tedbir almıştır. Bkz. Lokman an: 23.
Burada şunu da söyleyelim ki; bugünkü tıbbi araştırmalar bir çocuğun anne karnına en az yirmisekiz hafta ihtiyacı olduğunu söylemektedir. Bu süreden sonra artık tam bir insan olarak dünyaya gelebilir. Bu süre altı buçuk aydan biraz fazladır. İslam hukukuna göre takriben yarım ay daha takdir edilmektedir. Böylece bir kadına zina ithamında bulunmak ve bir çocuğu kendi nesebinden mahrum etmek gibi nazik bir mesele dolayısıyla bir hata olmasın diye bir yarım ay daha süre eklenmiştir. Öte yandan hiç bir doktor, hiç bir hakim ve bizzat hamile kalan kadının kendisi ve onu hamile bırakan erkek dahi kesinkes hamileliğin ne zaman başladığını bilemez. Bu yüzden hamileliğin en az süresinden biraz fazla süre tanımak uygundur.
20. Yani, bana öyle bir salih amel uygun gör ki, hem zahiri olarak senin kanununa göre olsun ve hem de gerçek olarak senin indinde makbul olsun. Bir amel dünyada ne kadar çok övgü görse de Allah'ın kanununa muvafık değilse, o zaman dünyadakiler onu ne kadar överlerse övsünler, Allah'ın katında hiçbir karşılığa müstahak olmayacaktır. Öte taraftan bir amel tam manasıyla şeriata uygun düşse ve zahiren hiçbir eksiği olmasa ama onun niyetinde eksiklik, riya, kibir, gösteriş veya dünya menfaati saklı olsa bu sefer de bu amel hüsn-ü kabul görmeyecektir.
16 İşte bunlar; yapmakta olduklarının en güzelini kabul ederiz ve kötülüklerinden geçeriz;21 (bunlar) cennet halkı içindedirler. (İşte bu,) Onlara va'dolunan dosdoğru bir vaaddir.
17 O kimse ki, anne ve babasına: "Öf size, benden önce nice kuşaklar gelip geçmişken, beni (diriltilip) çıkarılacağımla mı tehdit ediyorsunuz?" dedi. O ikisi (anne ve babası) ise, Allah'a yakararak: "Yazıklar sana, iman et, hiç şüphesiz Allah'ın va'di haktır." (derler; fakat) O: "Bu, geçmişlerin masallarından başkası değildir" der.
18 İşte bunlar, cinlerden ve insanlardan kendilerinden evvel gelip-geçmiş ümmetler içinde, (azab) sözü üzerlerine hak olmuş kimselerdir. Gerçekten onlar, ziyana uğrayanlardır.22
19 Her biri için yapmakta olduklarından dolayı dereceler vardır; öyle ki amelleri kendilerine eksiksizce ödensin ve onlar zulme de uğratılmazlar.23
20 Küfredenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) "Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi' tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız."24
AÇIKLAMA
21. Dünyada onların yaptığı en iyi amellerine göre hüküm verilecek ve ahirette dereceleri ona göre tayin edilecektir. Onların hata ve zayıflıkları görmemezlikten gelinecektir. Tıpkı asil ve değer bilir bir efendinin kendi vefakar hizmetkârlarının küçük bir takım hatalarına göre değil de onların yapmış olduğu en büyük hizmetler, fedakârlıklar ve üstün vefalarına göre davranması gibi. O, bu hizmetkârlarının küçük hataları dolayısıyla diğer bütün amellerini yakmayacaktır.
22. Burada iki tip karakter vurgulanmaktadır. Ve adeta dinleyiciye bu iki karakterden hangisinin daha üstün olduğu sorularak buna kendisinin karar vermesi istenilmektedir. Bu dönemde toplum içerisinde bu iki tip karakter de fiilen mevcuttur. Dinleyenler için birinci tip karakterde olanlar kimdir, ikinci tipte olanlar kimdir? Ayırdedebilmek zor değildir. Bu, Kureyş'in ileri gelenlerinin "Eğer kitaba inanmak iyi bir şey olsaydı bu bir kaç genç ve köleden evvel bizim inanmamız gerekirdi" demelerine cevaptır. Bunlara verilen cevapta, sanki onlara inananların karakteri ile inanmayanların karakteri nasıl olurmuş diye herkesin kendini kontrol edeceği bir ayna tutulmaktadır.
23. Yani, salih insanların yaptığı iyilikler karşılıksız ve kötü insanların yaptığı kötülüklerde de cezasız kalmayacaktır. Eğer iyi bir insan ecirlerinden mahrum kalır veya hakkettiğinden daha azını alırsa bu bir zulüm olduğu gibi aynı şekilde kötü bir insan da hakettiği cezayı görmez ya da hakkettiğinden fazlasını bulursa bu da bir zulüm olacaktır.
24. Burada gösterdikleri kibirden dolayı orada zelil olacaklardır. Çünkü onlar, Allah Rasulü'ne iman etmeleri halinde yoksul ve fakir mü'minlere katılmalarını bir şerefsizlik olarak görüyorlardı. "Onların iman ettikleri İslam'a inanmamız halinde şerefimizi lekelemiş oluruz" diye gururlanıyorlardı. Allah (c.c) onları ahirette zelil ve rezil edecek ve gururlarını ayaklar altına alacaktır.
21 Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcı-korkutucular gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım" diye uyarıp-korkutmuştu.25
22 Dediler ki: "Sen, bizi ilahlarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Şu halde eğer doğru söylüyorsan, tehdit ettiğin şeyi, bize getir."
23 Dedi ki: "İlim ancak Allah katındadır.26 Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi cahillik etmekte olan bir kavim olarak görüyorum.27
AÇIKLAMA
25. Çünkü Kureyş'in ileri gelenleri, bu servetleri ve reislikleri dolayısıyla çok gururlanıyorlardı. Bu yüzden onlara Ad Kavminin kıssası anlatılıyor. Arap Yarımadası'nda bu kavim, bu bölgede eski zamanlarda yaşamış en güçlü kavim olarak çok iyi bilinmekteydi.
Ahkaf, hikf'in çoğuludur. Sözlük manası "kum tepeleri" demektir. Fakat ıstılahen Arabistan çölünün (Rubul-Hali) güney-batı kısmının ismidir. Bugün ise bu bölgede kimse yaşamamaktadır. Bkz. aşağıdaki harita:
İbn İshak'ın rivayetine göre, Ad Kavminin yurdu, Umman'dan Yemen'e kadar uzanmaktaydı. Kur'an, bunların asıl yurdunun El-Ehkaf olduğunu belirtmiştir. Buradan çıkarak civarındaki ülkeler ve zayıf ülkeler üzerine hakimiyet kurmuşlardı. Bugün bile, Arap Yarımadası'nın güneyinde yaşamakta olan halklar, bu bölgede bir zamanlar Ad Kavminin yaşadığını bilmektedirler.
Şimdiki Mükella şehrinden 125 mil kuzeyde Hadramut taraflarında bir makam vardır. Burada Hud'un (a.s) mezarının olduğuna inanılır. Kabr-i Hud ismiyle meşhurdur. Her yıl Şaban ayının 15'inde Arap Yarımadası'nın değişik yerlerinden binlerce kişi burada toplanarak bir merasim düzenlerler. Her ne kadar tarihsel olarak bu mezar ispatlanmamışsa da burada bir kabrin inşa edilmiş olması ve Güney Arabistan halkının çoğunun oraya rağbet etmesi, mahalli rivayetlere göre Ad kavminin yurtlarının buralar olduğunu ispatlamaktadır. Öte yandan yöre halkı Hadramut'ta bulunan birçok harabeyi (ruins) bu güne kadar Ad kavminin evleri olarak anmaktadır. El-Ahkaf'ın bu g&uu