Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ittifak ilişkisi 1964’teki Johnson Mektubu’ndan bu yana yaşanması beklenen en şiddetli türbülansa doğru yaklaşıyor. Amerikan diplomasisinin ve müttefiklik anlayışının davranış bozukluğu emareleri taşıyan yaklaşımları Rus yapımı S-400 füze savunma sistemi ile Amerikan malı F-35’lerin alımı konusunda Türkiye’yi bir kavşak noktasına getirdi. ABD Başkanı Trump’ın G20 Zirvesi sırasında, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu füze savunma sistemlerinin ülkesi tarafından tedarik edilememiş olmasının sorumluluğunun selefi Obama yönetimine ait olduğunu söylemesi de Pentagon, Amerikan Kongresi ve Amerikan Dışişleri Bakanlığı koridorlarında bir yankı oluşturmamış gibi görünüyor.
S-400 füzelerinin teslim takviminin kapıya dayanmasına paralel yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin, ABD ile müttefiklik ilişkisinin bir muhasebesini masaya koymasını da beraberinde getirmesinin kaçınılmaz olduğuna işaret ediyor. Aslında ABD’nin Türkiye’ye silah sağlama meselesini bir şantaj politikası haline getirmesinin geçmişi neredeyse iki ülke arasındaki müttefiklik ilişkisinin başlamasıyla paralel şekilde ilerliyor. Türkiye’nin Batı kampına dahil olmak hedefiyle Kore Savaşı’na müdahil olmasının açtığı NATO kapısı, yalnızca Marshall Yardımlarını alarak Sovyet tehdidine karşı bir koruma kalkanı elde etmek olmadı. ABD’nin planlı bir şekilde, başta hava kuvvetleri olmak üzere, Türkiye’nin milli savunma sanayiini de ortadan kaldırmasını beraberinde getirdi. “Biz size uçak veriyoruz, sizin uçak yapmanıza gerek yok” masalıyla başlayan süreç 1952’de Kayseri’de kurulan ilk uçak fabrikasının kapatılmasına, 1954’te ise uçak motoru imal fabrikasının kapanmasına yol açtı. İstiklal madalyalı müteşebbis, Türkiye’nin kendi uçak bombaları, denizaltı su bombaları ve mayınlarını üreten Şakir Zümre’nin tesisleri de Marshall Yardımı adı altında Türkiye’ye bir Truva Atı gibi giren Marshall Planı’ndan payını aldı ve tarih sahnesinden silindi.
"İyi polis-kötü polis" oyunuTürkiye, Amerikan yardımları uğruna ulusal çıkarlarını koruma imkanının nasıl ortadan kalktığına dair ilk darbeyi yalnızca 10 yıl gibi kısa bir sürede böğründe hissetti. 1963’te Kıbrıs’taki Kanlı Noel saldırılarına karşı soydaşlarını korumak isteyen Türkiye, ABD malı uçaklarla bu harekatı yapamayacağı uyarısıyla karşılaştı. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü her ne kadar ABD Başkanı Johnson’a cevabi mektubunda “Yeni bir dünyanın kurulacağı ve Türkiye’nin orada yerini alacağını” iddia etse de 1960’lı yıllardaki tırmanan gençlik olayları Türkiye’nin enerjisini tüketmeye başlamıştı. Keza Kıbrıs meselesi Türkiye’nin silahlanma konusunda ABD’nin maruz kaldığı tek vaka olmadı. Amerikan yönetimi, Başkan ve Kongre’nin “iyi polis-kötü polis” oyununu yine 1960’lı yıllarda yürürlüğe koydu.
Yaklaşık yarım asırdır Ankara’daki siyasetçi ve bürokratlar, Washington’daki muhataplarının “Başkan size bu silahları vermek istiyor ama biliyorsunuz Kongre karşı” şarkısına maruz kalmaya devam ediyor. ABD’nin askeri yardımları nasıl bir şantaj malzemesi haline getirdiğine dair bir başka örneği (E) Tümgeneral Celil Gürkan’ın anılarından okuyabiliriz. Yıl 1964 ve olay Washington’da geçmekte. CENTO ( Merkezi Antlaşma Teşkilatı) Dışişleri Bakanları Konseyi ve askeri komuta toplantısı düzenlenmekte. Türk delegasyonuna merhum Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay başkanlık ediyor. Toplantının resepsiyon kısmında, Dışişleri Bakanı Erkin ve Genelkurmay Başkanı Sunay, ABD’li muhatapları Dışişleri Bakanı Dean Rusk ve Genelkurmay Başkanı Earle Gilmore Wheeler ile bir araya gelir. Gündemde NATO’nun Akdeniz’de kurmayı planladığı “çağrı kuvveti” (on-call force) vardır ve Türkiye’nin de bu kuvvete bir muhrip ile katılması istenmektedir. Orgeneral Sunay, Türkiye’nin bu kuvvete katılması için öncelikle ABD tarafından söz verilen muhriplerin tesliminin gerçekleşmesi gerektiğini hatırlatır. ABD Dışişleri Bakanı Rusk’ın bu hatırlatmaya yanıtı, Türkiye-ABD ilişkilerinde yarım asırdır hiç bir değişiklik olmadığının belgesidir. Rusk, muhriplerin teslimi için Türkiye’nin Lozan Anlaşması ile sahip olduğu hakları hedef alan bir şart ileri sürer ve şöyle der: “Türkiye’ye vaat ettiğimiz muhripleri hemen veririz. Ama bir şartla. Siz de İstanbul’da Fener Ortodoks Patrikhanesi’nde başlattığınız hesap teftişlerine son verin. Bu hareketiniz kongre üyeleri üzerinde çok menfi etki yapıyor. Bir mabedin hesaplarının denetlenmesini Kongre üyelerine anlatmak çok zor. Onaylamıyorlar. Böyle olunca da kongre kararını gerektiren muhrip verilmesi işi askıda kalıyor.”
Rusk’ın sözlerini temel alırsak 55 yıldır Türkiye’nin silah taleplerinde önüne Amerikan Kongresi ve orada etkili olan lobilerin sürülmesi çok eski bir oyunun parçası. Bugün de Türkiye aleyhinde Kongre gündemine gelen her karar ya da yasa tasarısına Türkiye’ye F-35 satılmaması ya da S-400 alması durumunda ambargolar uygulanmasına yönelik maddelerin eklenmesi işte bu yüzden tesadüf değil. Bu örnek henüz o yıllarda Rum lobisi başta olmak üzere bölgesinde Türkiye ile sorun yaşayan ülkelerin lobiler vasıtasıyla Amerikan Kongresi’ni silah olarak kullanarak nasıl bir baskı mekanizması inşa ettiğinin de çarpıcı bir örneği.
Sorun ABD ile sınırlı değilABD’nin Türkiye’ye savunma sanayii üzerinden şantaj yapmaya başladığı 1960’lı yıllarda dönemin SSCB Ankara Büyükelçisi Nikita Rijov’un, Moskova adına yaptığı bir teklifi de hatırlatmakta fayda var. Büyükelçi Rijov, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sunay ile bir araya geldiği bir yemek davetinde, Türkiye topraklarında petrol araştırma faaliyetlerinin ABD’ye verilmesi nedeniyle sonuçların olumsuz çıktığını, kendilerinin Türkiye için petrol aramaya hazır olduğunu bildirir. Hatta Rijov, petrol bulunması halinde SSCB’nin Türkiye’de rafineri kurmayı ve bunları devretmeyi de teklif eder. SSCB büyükelçisi ülkesinin teklifinin Başbakan İnönü’ye iletilmesini ister. Teklifin İnönü’ye ulaşıp ulaşmadığını bilmiyoruz ama 1966 yılında önce SSCB Başbakanı Kosigin’in Türkiye ziyaretini, ardından Başbakan Demirel’in SSCB ziyaretinin gerçekleştiğini hatırlamakta yarar var.
İki ülke arasında 25 Mart 1967’de imzalanan kredi anlaşması ise Türkiye’ye İskenderun Demir Çelik Fabrikası, İzmir Aliağa Rafinerisi, Seydişehir Alüminyum Fabrikası, Bandırma Sülfirik Asit Fabrikası, Artvin Li Levha Fabrikası, Seyitömer Transmisyon Hattı, Paşabahçe Cam Sanayi tesislerini kazandırdı. Türkiye-SSCB ilişkileri bu şekilde ivme kazanırken araya giren 12 Mart Muhtırası da bunu durduramadı. 1975’de Kosigin bir kez daha Başbakan Demirel’in daveti üzerine Türkiye’ye gelerek İskenderun Demir Çelik Fabrikası’nın “Cemile” adı verilen birinci ocağını açtı. O günlerde Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ittifak ilişkileri bir kez daha yeni bir krizin zirve noktalarını yaşamaktaydı. Kıbrıs Barış Harekatı nedeniyle Türkiye ABD’nin silah ambargosuna maruz kalınca, Süleyman Demirel başbakanlığındaki hükümet 25 Temmuz 1975’te ABD ile yapılmış olan Savunma İşbirliği Anlaşmasını yürürlükten kaldırdı. Türkiye’deki ABD ordusuna ait üs ve tesisler kontrol altına alındı. Bugün, S-400’ler odaklı yaşadığımız krizle karşılaştırıldığında Türkiye, ABD’ye karşı 1970’li yılların ikinci yarısında çok daha radikal önlemlere başvurmuştu.
Türkiye ile NATO müttefikleri arasında savunma sanayii konusunda yaşanan çatışmalar yalnızca Amerika Birleşik Devletleri ile de sınırlı olmadı. Soğuk Savaş’ın bitimi ve iki Almanya’nın birleşmesiyle ortaya çıkan ihtiyaç fazlası askeri malzemenin Türkiye’ye hibe edilmesi de bir kriz meydana getirecekti. Bu kapsamda Türkiye’nin aldığı zırhlı araçların Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da terörle mücadelede kullanılması Berlin yönetiminde tepki uyandırmış ve Türkiye bu sefer bir başka NATO müttefikinin ambargosuna hedef olmuştu.
Fransa, Türkiye-AB ilişkilerini sabote ediyorTüm bu tecrübelere S-400 füzelerinin alımına bağlı olarak F-35 savaş uçaklarının teslim edilmemesi ve CAATSA yasası çerçevesinde açıklanmasına artık kaçınılmaz olarak bakılan yaptırım kararları eklenince ortaya şöyle bir ittifak tablosu çıkıyor: Bir tarafta NATO müttefikliğinin tüm gereklerini yerine getiren, askeri operasyonlara askerlerini sürmekten çekinmeyen, dahil olduğu savaş uçağı projesinin tüm yükümlülüklerini yerine getiren Türkiye var. Diğer tarafta ise Türkiye’nin Kıbrıs’taki haklarını savunmasına karşı çıkan, savaş gemisi karşılığında Lozan Anlaşması’ndan kaynaklanan haklarından vazgeçmesini isteyen, PKK terörüne karşı mücadelede elindeki silahları kullanmasına karşı çıkan, balistik füze tehdidinin küresel ölçekte arttığı bir ortamda kendisini savunacak füze savunma sistemine sahip olmasını baltalayan bir müttefiklik ve ittifak anlayışı ve bu zihniyetin temsilcisi Amerika Birleşik Devletleri.
Üstelik bu müttefik, Türkiye’nin talep ettiği her silah sistemini Kongre’ye taşıyarak yokuşa sürerken, anti-tank füze sistemleri gibi sofistike silahları Suriye’nin kuzeyinde “partneri/ortağı” olarak ilan ettiği bir terör örgütüne temin edebiliyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin S-400’lerin teslimini takiben gündeme getireceği yaptırımlara verilecek karşılık bu kez salt Türkiye-ABD-Rusya üçgenindeki konjonktürel gelişmeler çerçevesinde ele alınmayacaktır. 1960’lı yıllardan bugüne kadarki krizlerin çizdiği tablo “davranış bozuklukları” içeren bu ittifak ilişkisinin sürdürülebilir olmaktan çıktığı fikrini besleyecektir. Bu yaptırımlara Doğu Akdeniz ve Kıbrıs odaklı gelişmeler de eklendiğinde yalnızca Türkiye’nin değil ABD ile beraber kimi Avrupa ülkelerinin de perde gerisinden çıkarak gerçek niyetlerini ortaya koymaları gerekecek. Şüphesiz bu ülkelerin başında, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nden üs elde etmeye çalışan Fransa geliyor. Fransa’nın Avrupa Birliği ve NATO politikalarından bağımsız olarak Doğu Akdeniz’deki enerji havzalarındaki nüfuzunu genişletmek için attığı adımlar Türkiye’nin Avrupa kurumlarıyla olan ilişkilerini de mayın tarlasına sürüyor.
Türkiye’nin savunma ve silahlanma politikasında yeni bir dönemin kapısını açacağı anlaşılan yaptırımlar süreci, Kıbrıs Barış Harekatı gibi bir dönüm noktası olacak. Kıbrıs Türklerini kurtarmak için çıkarma gemisi, paraşüt ve akabinde telsiz üretme yoluna giren Türkiye, CAATSA kapsamında savunma sanayi kuruluşlarını, şirketlerini ve bu yapıların başındaki yöneticileri hedef alacağı anlaşılan yaptırımlarla silahlı kuvvetlerinin ihtiyaçlarını karşılama mücadelesinde yeni bir yolculuğun ilk adımlarını atacak.
[Ankara’da ikamet eden gazeteci Mehmet A. Kancı Türk dış politikası üzerine analizler kaleme almaktadır]