11 Eylül'de Ne Oldu?

11 Eylül'de sabahı ABD New York'taki Dünya Ticaret Merkezi ikiz kulelerine ve Pentagon'a yapılan terör saldırıları, Amerikan halkının dünya görüşünü köklü bir şekilde değiştirdi ve terör tehdidinin ne denli yıkıcı olabileceğini tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi.
11 Eylül: Kırılma Noktası

11 Eylül saldırıları, teröristlerce kaçırılan dört uçağın neden olduğu ve tüm dünyada büyük yankı uyandıran bir terör olayıydı. Boston’dan kalkan ilk uçak, Dünya Ticaret Merkezi’nin kuzey kulesine, ikinci uçak ise güney kulesine çarptı. Washington’dan kalkan üçüncü uçak, Pentagon’a saldırdı, dördüncü uçak ise Pensilvanya yakınlarında düştü.

Bu saldırılar, ABD anakarasında yaşanan en büyük terör olayı olarak sadece binaları değil, aynı zamanda Amerikan ulusunun güvende yaşama inancını da derinden sarstı. Amerikan kamuoyu, bu olayın ardından derin bir travma yaşadı; korku, kaygı ve güvensizlik, toplumun her kesiminde hissedildi. Saldırılar, Amerikan halkının dünya görüşünü köklü bir şekilde değiştirdi ve terör tehdidinin ne denli yıkıcı olabileceğini tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi.

Dönemin ABD Başkanı Bush, saldırıların hemen ardından yaptığı ilk açıklamada, Usame Bin Ladin’in ABD’yi hedef aldığına vurgu yaparak, "Ben de bunu zaten biliyordum" demişti. Bu sözlerle Bush, doğrudan bir düşmanı işaret etmiş ve uluslararası arenada bir savaş ilanının sinyallerini vermişti. Nitekim, saldırıdan yalnızca bir ay sonra ABD, Afganistan’daki Taliban yönetimine karşı savaşı başlattı. 11 Eylül saldırıları, ABD için yıkıcı olmuştu; ancak ABD’nin bu saldırılara verdiği karşılık, küresel ölçekte çok daha yıkıcı ve sarsıcı sonuçlar doğurmuştu. ABD’nin tepkisi, sadece teröristleri değil, tüm dünyayı etkileyen geniş kapsamlı bir savaşa dönüştü.

ŞER EKSENİ

11 Eylül saldırılarının ardından, dünya çapında terörle mücadele söylemi radikal bir dönüşüm geçirdi ve El-Kaide'yi hedef alan devasa bir operasyon başlatıldı. NATO'nun "bir üyeye yapılan saldırı tüm üyelere yapılmış sayılır" prensibini içeren beşinci maddesi, tarihte ilk kez uygulanarak küresel bir güvenlik tehdidine karşı uluslararası bir savaş ilan edildi. Birleşmiş Milletler, ABD'ye tam destek mesajı vererek, terörizme karşı yapılacak askeri müdahaleleri meşru kıldı.

ABD, terörle mücadelesine destek vermeyen ülkeleri doğrudan "düşman" niteledi ve Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi sert bir şekilde "şer ekseni" olarak damgalayarak, bu ülkeleri dünya barışına ve güvenliğine doğrudan tehdit olarak ilan etti. Bu yeni küresel savaş düzeninde, tarafsız kalmak artık bir seçenek olmaktan çıktı; ya ABD'nin yanında yer alınacak ya da düşman saflarına katılmış sayılacaktı.

AFGANİSTAN İŞGALİ

ABD'nin Afganistan işgali, küresel güç dengesini hiçe sayarak, kendi çıkarları uğruna başlatılan acımasız bir savaştan ibaretti. 11 Eylül saldırılarını bahane eden ABD, dünyanın gözleri önünde Afganistan’ı adeta yerle bir ederek, kendi hegemonyasını dayatmak için bir ülkenin kaderiyle oynadı. Sivil kayıplar, yıkılan şehirler ve paramparça edilen bir toplum, ABD’nin sözde “terörle mücadele” adına gerçekleştirdiği bu işgalin karanlık yüzünü ortaya koyuyordu. Bu işgal, ABD'nin emperyalist emellerini gerçekleştirmek için masum insanların hayatlarını hiçe sayan bir güç gösterisiydi. Afganistan'ın doğal kaynaklarına el koymak ve stratejik bir bölgede hakimiyet kurmak, işgalin perde arkasındaki asıl motivasyondu. Özgürlük ve demokrasi söylemleriyle süslenen bu işgal, gerçekte bir ulusun bağımsızlığını gasp eden, binlerce masum insanın ölümüne ve bir ülkenin on yıllar sürecek kaosa sürüklenmesine neden olan bir trajediydi.

IRAK İŞGALİ

Afganistan'ın işgali, ABD'nin savaş hırsını dindirmemiş, aksine bu hırsı daha da körüklemişti. Afganistan’da elde ettiği askeri başarı, ABD'yi daha da pervasız hale getirmiş ve terörle mücadele stratejisini Irak’a taşımıştı. Irak işgali öncesinde, ABD, Saddam rejimini hedef alarak uluslararası kamuoyunu etkilemek için yoğun bir propaganda kampanyası başlatmıştı. Bu süreçte, Saddam'ın Irak’ta yaygın insan hakları ihlalleri yaptığı, uluslararası terörizme destek verdiği, mevcut statükonun devamının dünya için büyük bir tehdit olduğu ve Irak halkının despot bir yönetimden kurtulup demokratik bir düzende yaşama hakkının olduğu gibi argümanlarla gerekçelendirilmişti. Ancak, bu argümanlar, ABD'nin asıl niyetini gizlemek için kullanılan birer bahane haline gelmişti. ABD, Irak'ı "demokratikleştirme" kisvesi altında, bölgede kendi çıkarlarını korumak ve güçlendirmek adına, Irak halkına karşı acımasız bir işgal politikası yürütmüştü. Dünya kamuoyunun gözleri önünde, ABD, Irak'ın demokratikleşmesini değil, kendi hegemonyasını pekiştirmeyi amaçlamış ve bu süreçte her türlü ahlaki sorumluluğu hiçe saymıştı.

YÜZ BİNLERCE IRAKLI, HAYATINI KAYBETTİ

ABD’nin Irak’a yönelik askeri müdahalesine “Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu” adı verilmiş olsa da, bu operasyonun arkasında kanlı ve yıkıcı bir gerçek yatmaktaydı. ABD’nin müdahalesi, Irak’ta sözde özgürlük getirmek bir yana, ülkeyi derin bir kaosun içine sürüklemiş, mezhep savaşlarını körüklemiş ve terörün pençesine atmıştı. Yüz binlerce masum insan, bu operasyonun ardından patlak veren mezhep çatışmaları ve terör saldırıları nedeniyle hayatını kaybetti. ABD’nin Irak’a müdahalesi, bölgedeki istikrarı paramparça etti ve terör örgütü DEAŞ'ın doğuşuna, PKK’nın bölgede alan kazanmasına zemin hazırladı. Bu sözde “özgürleştirme”, aslında Irak’ı cehenneme çevirdi, bir ulusun geleceğini karanlığa gömdü. ABD, kendi çıkarları uğruna Irak’ı bir savaş alanına çevirirken, milyonlarca insanı yerinden etti ve böylece bir ülkenin toplumsal dokusunu alt üst etmiş oldu. İşgal, savunmacı bir güvenlik anlayışının değil, saldırgan bir dış politikanın ve agresif bir ideolojinin ürünüydü. Irak, bu operasyonla daha büyük bir kaosa sürüklendi ve ABD’nin müdahalesi, ülkeyi barıştan uzaklaştıran bir felaket olarak tarihe geçti.

YALANLARLA MEŞRULAŞTIRMA

ABD’nin 2003 yılında Irak’a yönelik operasyonunu meşrulaştırmak için ortaya attığı argüman, Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu iddiasıydı. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’in 6 Şubat 2003’te Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşma da bu asılsız iddiaya dayanıyordu. Bu söylemle, Irak “haydut devlet” olarak damgalandı ve doğrudan bir güvenlik tehdidi olarak lanse edildi. Irak, nükleer, kimyasal veya biyolojik silahlara sahip olduğu varsayımıyla dünya kamuoyu önünde hedef gösterildi. Ancak, bu argümanlar, Irak’a yönelik saldırgan bir politikanın bahanesi olarak kullanıldı ve gerçekte, bölgesel hegemonya kurma amacı taşıyan bir savaşın kılıfından başka bir şey değildi. Powell, Birleşmiş Milletler’de savaşı haklı göstermek için yaptığı 'ikna' konuşmasından dolayı sonraki yıllarda derin bir pişmanlık duyduğunu itiraf etti. Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu yalanını dile getiren Powell, bu durumu “kariyerinde utanç duyduğu kara bir leke” olarak nitelendirdi. Nitekim, Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu iddiası asla kanıtlanamadı. Powell’ın kariyerindeki bu utanç verici leke, yüz binlerce Iraklı'nın ölümüne yol açtı. Bu konuşma, sadece bir adamın kariyerinde değil, bir ulusun kaderinde silinmez yaralar bıraktı.

TERÖRÜN DEĞİŞEN YAPISI

Önceden, terörizmin amacı daha çok sembolik eylemlerle dikkat çekmek ve minimum zararla 'dava'ya ilgi uyandırmaktı. Ancak Soğuk Savaş sonrasında, terörizm vahşetin sınırlarını zorlayarak tamamen farklı bir boyuta geçti. Artık terör eylemlerinin başarısı, ne kadar çok can kaybına yol açtığıyla ölçülmeye başlandı. Bu acımasız dönüşüm, masum sivilleri hedef alan kitlesel terör saldırılarının artmasına neden oldu. Teröristler, kan dökerek korku salmayı, toplumu kaosa sürüklemeyi amaçlarken, insanlık onurunu hiçe sayan bu kanlı eylemler, devletler için en büyük güvenlik tehditlerinden biri haline geldi. Sivil halkı doğrudan hedef alan ve ne kadar çok insanın ölümüne yol açarsa o kadar "başarılı" sayılan bu vahşi terör eylemleri, insanlık adına utanç verici bir dönemin kapılarını araladı.

TERÖRİZMİN YENİ YÜZÜ

Bu kapıyı sonuna kadar açan ise şüphesiz ABD oldu. 11 Eylül ile birlikte terörizmin kavramı ve işlevi köklü bir değişim geçirdi. Artık terörizm, ulusal sınırları aşarak küresel bir tehdide dönüştü. Devletlerin sınırları, bu yeni terör dalgası karşısında anlamını yitirdi; terör artık dünyanın her köşesine yayılabilecek bir yapıya büründü. Siviller, bu yeni terörizmin ana hedefi haline geldi ve terör eylemlerinde kullanılan taktikler acımasız bir şekilde değiştirildi. Artık terör saldırıları, daha planlı, daha koordineli ve çok daha yıkıcı hale gelmek zorundaydı. Terörizmin yeni yüzü, sadece devletlerin değil, bireylerin ve toplumların da hedef alınmasını amaçladı. Dahası, terör, sivillerin inisiyatifiyle sürdürülebilir bir tehdit olarak toplumun içinde kök saldı. Bu yeni terörizm dalgası, küresel güvenlik için en büyük tehditlerden biri haline gelirken, dünyanın dört bir yanındaki sivillerin yaşamlarını tehdit eden bir karanlık dönemin başlangıcını simgeledi.

İSLAMOFOBİ YÜKSELDİ

11 Eylül saldırıları, dünya genelinde Müslümanlara yönelik önyargıların ve düşmanlıkların patlama noktasına gelmesine neden oldu. Teröristlerin kimliklerini İslam diniyle bağdaştırma çabaları, Müslüman toplumları adeta küresel bir hedef tahtasına oturttu. Olayların hemen ardından Batı toplumlarında İslam, sistematik bir şekilde terörle eşleştirmeye başladı. "Müslüman" kelimesi, acımasız bir propaganda aracılığıyla "terörist" kelimesiyle özdeşleştirilmeye zorlandı. Bu zehirli söylem, milyonlarca masum Müslümanı bir anda potansiyel suçlu konumuna iterek, küresel çapta korku ve nefreti körükledi. Soğuk Savaş döneminde Batı ittifakının odaklandığı ‘kızıl’ tehdit, yani komünizm tehlikesi, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte ortadan kalktı. Ancak bu dönemin ardından, Batı'nın düşman algısında yeni bir sayfa açıldı ve bu kez 'yeşil' tehdit olarak adlandırılan İslam, özellikle radikal İslamcı gruplar üzerinden Batı için yeni bir hedef haline geldi.